Muallim Naci'nin 1887’de Saadet gazetesinde tefrika etmeye başladığı yarım kalan romanı Mehmed Muzaffer Mecmuası edebiyatımız için ilginç bir metin ve yıllar sonra yeniden yayımlandı...
24 Ağustos 2017 13:56
Muallim Naci’nin 26 Haziran 1887’de Saadet gazetesinde tefrika etmeye başladığı Mehmed Muzaffer Mecmuası Doç. Dr. Seval Şahin tarafından Latin harflerine aktarılarak yayımlandı. Muallim Naci’nin yarım kalan bu roman denemesi kendisinin edebiyat hakkındaki fikirlerini göstermesiyle beraber aslında yeniliğe ne kadar açık olduğunun da kanıtı. Yeniden yayımlanan eserle birlikte Türk edebiyatı için ilginç bir metin tekrar okurla buluşuyor.
Tanzimat döneminin şâir ve fikir adamlarından olan Muallim Naci, giriştiği tartışmalar, kaleme aldığı şiir ve yazılarla öne çıkmıştır. Ahmet Midhat Efendi ile yakınlığı, Beşir Fuad ile mektuplaşması, Recaizâde Mahmut Ekrem ile tartışmalarıyla Türk edebiyatında birçok konuda kendisinden bahsettiren bir isim olan Muallim Naci’nin 1887’de tefrika edilmeye başlanan romanıysa tüm bunlarla beraber pek ilgi görmemiş. İşte bu unutulan eserin Latin harflerine aktarımı da uzun yıllar sonra Mimar Sinan Üniversitesi Edebiyat Bölümü'nde öğretim görevlisi olan Doç. Dr. Seval Şahin tarafından yapıldı.
Şahin, öncelikle kitabın “Önsöz”ünde eserin tefrika ve kitap olarak yayımlanış sürecinden, Muallim Naci’nin eserle yapmak istediği şeylerden, bir türlü yolunu bulamayıp metnini çözümsüz yerlere sürüklediğinden bahsediyor.
Muallim Naci, Mehmed Muzaffer Mecmuası’nda birçok konuya değinmekle beraber dağınık bir görüntü çizer. Başlangıçta Şeyh Gâlib’in hayatı anlatılmaya başlanmış, ardından Gâlib’in babasının yakın arkadaşı ve kendisinin sevdiği bir dostu olan Vâhid Efendi’nin oğlu Âzâde Gâlib’e geçilmiştir. Bunlara Âzâde Gâlib’in gideceği okuldaki iki arkadaşı olan Sâbir Çelebi ve Ayas Bey eklenir. Gerek geçişlerinin birdenbire olması gerekse tam olarak bir yere oturmamalarıyla bu roman içinde dağınık/saçaklanmış bir görüntü sergilemektedir. Muallim Naci’nin eseri yarım kaldığı için de örgünün tam olarak nasıl olacağı ve neye bağlanacağı tam olarak bilinememektedir.
Muallim Naci, eserinde devri için oldukça ilginç yöntemlere yer verir. Roman içinde roman tekniğini kullandığı söylenebilir. “İfade-i Mahsusa” kısmında bu eseri Sahaflar Çarşısı’nda bir sahafta bulup yayımlamaya karar verdiğini söyler. Metin içinde metinler içeren, okuru bir şekilde yazardan başka bir anlatıcıya götüren, yazarı sadece esas metne müdahale eden biri gibi gösteren bu yöntem dünya ve Türk edebiyatında birçok yazar tarafından kullanılmıştır. Ancak Muallim Naci’nin 1887’de gerçekleştirdiği girişim kronolojik olarak özel bir yerde durmaktadır. Oldukça erken bir dönemde özel bir işi başarmaya yaklaştığı görülür. Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’de, Murat Gülsoy’un Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’de kullandığı yöntemin yüz yıl önce kullanımıdır bu. Üstelik Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, Felatun Bey ve Râkım Efendi, Sergüzeşt gibi romanların yanında bu biçimsel farklılık hemen kendini gösterir. Bu anlamda Muallim Naci’nin devrine göre oldukça ilgi çekici ve “yeni” bir roman yazma girişiminde olduğu söylenebilir.
Romanın ilk kısmında anlatıcının Şeyh Gâlib’e odaklanması, onun hayatını anlatması, hakkında bilinenleri ve araştırmalarını bir esere dönüştürme çabası Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’da yaptığı Mümtaz’ın Şeyh Gâlib’in romanını yazma girişimine benzer. Mümtaz’ın çabasına göre burada Mehmed Muzaffer isimli anlatıcının bu girişiminde belli oranda düşüncesini gerçekleştirdiği söylenebilir. Ana eksen ve başlangıç olarak Şeyh Gâlib gibi bir şahsiyetin seçilmesi tartışılacak konulara bir başlangıç olması, değeri ve Muallim Naci’nin düşüncelerini yansıtması için önemlidir. Divan edebiyatının bu büyük şâiri, “kuğunun son şarkısı” Muallim Naci ve taraftarları için öne çıkarılan isimlerden olmuştur.
Muallim Naci’nin eseri üç temel şahsiyet üzerine kuruludur. Bunlar Şeyh Gâlib, Âzâde Gâlib ve Sâbir Çelebi’dir. İlk olarak anlatıcı Şeyh Gâlib’den ve çevresinden, hayatından bahseder. Söz düştükçe onun şiiri üzerine de fikirlerini beyan eder. Ardından anlatıcının bir şeyler söylemeye meyyal olduğu hemen gözükür. Divan edebiyatından Fransız edebiyatına, Racine ve Boileau arasındaki dostluk ve edebiyat ilişkisine geçilir. Bu iki şahsiyetin birbirlerini nasıl destekledikleri, eleştirileriyle birbirlerine yol gösterdikleri, kıskançlığa düşmeden esas olarak gelişimi merkeze aldıkları ifade edilir. Bu uzun kısımlar boyunca Moliére’den Voltaire’e kadar birçok başka isim de gündeme gelir. Muallim Naci’nin eserin yazıldığı döneme kadar Fransızca’dan yapılmış tercümelere değindiği de görülür. Bunlara paralel olarak Türk edebiyatında Beşir Fuad ile Muallim Naci arasındaki mektuplaşmalara yer yer paralel şeyler söylenir. Bu da romanla yazıldığı dönemde gerçekleşen tartışmalar arasında çeşitli bağlar kurulabileceğini göstermektedir. Ayrıca Fransız edebiyatında yaşanan kimi tartışmalar ayrıca metinde söz konusu edilir. Anlatıcının bu kısımlarda eleştiri ve eleştirmen üzerine fikirlerini paylaştığı da görülür. 1880’li yıllarda Osmanlı’da yaşanan tartışmalar düşünüldüğünde yazarın bu kısımlarda düşüncelerini paylaşmak için bir zemin hazırladığı düşünülebilir.
Âzâde Gâlib, romanda anlatılan ikinci ana karakterdir. Onun aldığı eğitimden mahalle mektebinde gerçirdiği sürece kadar birçok husus paylaşılır. Bu sayfalarda anlatıcının Osmanlı toplum hayatına dâir paylaştığı birçok önemli detay da vardır. Ömer’in Çocukluğu’nda kendi çocukluk anılarını anlatan Muallim Naci’nin bu kısımlarda da çocukluk üzerine durduğu söylenebilir. Çocukların aldıkları eğitim ve Osmanlı’daki eğitim sisteminden bir ceza olarak falakaya kadar birçok konu öne çıkar. Hatta çocuğun hâfızlık eğitimi gündeme geldiğinde bu konuda babayla hoca arasında gerçekleşen, birçok İslami kaynağa dayanan bir diyalog da gözükür. Anlatıcı burada da dini eğitim üzerinde durur. Anlamı bilinmeden ezberlenen duaların, surelerin, Arapça ve Farsça ilimlerin hiçbir işe yaramayacağı, bunun yerine her şeyin öncelikle anlaşılması gerektiği söylenir.
Muallim Naci’nin Osmanlı toplum hayatına dâir paylaştıkları sadece eğitim ve mektep hayatı üzerine değildir. Osmanlı’da azatlık köle geleneğine bir emsal teşkil edecek Kanber isimli bir karakter metinde gözükür. Köleyle efendisi arasındaki iyi ilişki ve evin beyzadesinin eğitimin sorumluluğunun bu köleye verildiğinden bahsedilir. Bir önceki halka olan Şeyh Gâlib’e kadar bu mevzu genişletilir. Anlatıcının Sahaflar Çarşısı’nda gezişi, kitapları karıştırışı, yapılan mezatlardan bahsetmesi; Gâlib’in dergâh hayatı, yeni doğan çocuğu kucağına alışı, ona isim ve mahlas verilişi gibi birçok sosyal hayata dâir husus görünür. Bu tür detaylar romana ayrıca katkı sağlar.
Romanda öne çıkan bir diğer karakterse Sâbir Çelebi’dir. Oldukça alıngan bir karakter olan Çelebi, yer yer Recaizâde Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası romanındaki Bihruz Bey’le çeşitli yönlerden paralellikler gösterir. Onun gibi tam bir eğitim alamamış, kendini geliştirememiş, çevresi tarafından alaya alınmasına rağmen bunun farkına varamayan biridir. “Önsöz”de Seval Şahin de bu konu üzerinde durmuş, paralelliklere değinmiştir. Üstelik bu kısımda Çelebi’nin yaşadığı aşk ve gezileriyle Bihruz Bey’in başına gelenler de ciddi anlamda paralellikler içerir. Bu anlamda bir karşılıklı okuma yapılabilir.
“İfade-i Mahsusa” kısmında yazar, kitabın bulunuş sürecini anlatırken onun bir destenin içinden çıktığını belirtir. Gerek burada gerekse roman boyunca dile getirilen birçok kitap Türk, Arap ve Fars edebiyatının önde gelen eserleridir. Üstelik anlatıcı zaman buldukça bu eserler üzerine konuşmayı da ihmal etmez. Bu anlamda anlatıcının okuru için bir hocalık vazifesi ifa ettiği açıktır. Doğu edebiyatlarına ait eserlerden bu kadar genişçe bahsedilmesi, onlara bu denli yer verilmesi dönemle ilişkili olduğu kadar Muallim Naci’nin tutumu olarak da düşünülebilir.
Muallim Naci eserinde işlediği üç karakterde de şiir meselesini öne çıkarır. Roman boyunca şiirle düzyazısının birbirine koşut gittiği, hacmen birbirine oldukça yakın olduğu söylenebilir. Gerek alıntılanan gerekse romanda karakterlerin yazdıkları birçok şiir vardır. Yazarın şiirden kopmadığı, şiir üzerine konuşmak istediği bu kısımlarda gözükür. Özellikle ilk bölümlerde anlatıcı üzerinden şiir konusunun gündeme getirildiği görülür. Nâmık Kemal, Ziya Paşa, Abdülhak Hâmit gibi isimlerin öne çıktığı ve Türk şiirinin birçok açıdan ciddi anlamda tartışıldığı dönemde bu konunun romanın içinde kendine yer bulması anlaşılabilir. Bu bölümlerde yazarın, anlatıcının ağzından fikirlerini söylettiği düşünülebilir. Şiir ve ilmin koşutluğu da anlaşılır, dile getirilir.
Şiir konusunda öne çıkan bir diğer husus da şiirde ağlayan/ inleyen/ derdini sürekli dile getiren âşık tipi ve bunlara yer veren şâir tipidir. Özellikle Vâhid Efendi ve Sâbir Çelebi bu anlamda öne çıkar. Ağlamaya meyyal kişiler olduğu ve bu tür şiirlerden hoşlandıkları belirtilir. Vâhid Efendi için bu konu birkaç kere üstüne basılarak belirtilir. Vâhid Efendi de en sevdiği şâirin Fuzulî olduğunu söylerken bunun nedeninin kendisini en fazla ağlatan şâir olmasıyla ilişkilendirir. Şiir konusunda özellikle “ağlama/ inleme” açısından öne çıkan Recaizâde Mahmut Ekrem bu satırlarda hemen hissedilir. Dolayısıyla Muallim Naci’nin şiirdeki bu tutumu da eserine taşıyıp gündeme getirdiği söylenebilir. Öte taraftan yine Vâhid Efendi’nin tarihlerinde sürekli “aşk”ı ön plana çıkarması dikkat çekicidir. İnleyen âşık profiline uygun olarak bu çağrışımı yineleyip durur.
Roman boyunca metin içinde metin kullanımı oldukça fazladır. Kullanılan metinlerinse büyük çoğunluğu Türk, Arap ve Fars edebiyatına âittir. Bir tek Racine ve Boileau arasındaki ilişki süresince Fransız edebiyatından alıntılar yapılır. Bu metinler Muallim Naci’nin Doğu edebiyatına ne kadar hâkim olduğunu göstermekle beraber Batı edebiyatından habersiz olmadığını da ortaya koyar. Fransızca’dan yapılan çevirilerle beraber Hugo, Voltaire, Moliére gibi isimler gündeme gelir. Ancak bu bölümün ardından yine her hususta yoğun olarak divan şiiri geleneğinden yola çıkıldığı görülür. Tabi bunda işlenen karakterlerin özellikleriyle dönemin payının olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.
Anlatıcı, roman boyunca neredeyse bütün karakterlere söz verir. Vâhid Efendi’den Ayas Bey’e, Şeyh Gâlib’in annesi Emine Hanım’dan babası Reşid Efendi’ye kadar herkes az çok konuşur. Bu anlamda anlatıcının sözü dolaştırdığı, herkese bir şeyler söylettiği görülür. Roman ağırlıklı olarak anlatıcı üzerinden devam etmekle beraber akıcı diyalogların olduğu yerler de görülür. Âzâde Gâlib ve babası arasındaki diyalog, Sâbir Çelebi ve Ayas Bey arasındaki konuşmalar buna örnek olarak verilebilir. Ayrıca romanda özellikle son kısımda “efendi” ve “bey” kullanımının ayırt edici şekilde kullanıldığı görülür. Her ne kadar bu iki kullanım arasında derinlemesine bir ayrım göze çarpmasa dahi romanın tamamlanmadığı düşünülmelidir. Metin devam edebilse Muallim Naci’nin bu konuda bir ayrıma gideceği öngörülebilir. Tıpkı Ahmet Midhat Efendi’nin Felatun Bey ve Râkım Efendi romanındaki gibi.
Metin boyunca neredeyse ikinci bir dil olarak Farsça ön plana çıkmaktadır. Belli bölümlerde Fransızca şiir ve deyimlerden örnekler de bulunmakla beraber anlatıcının birçok konuda Farsça şiirler, atasözleri vs. kullandığı görülür. Sanki Recaizâde Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası’nda Fransızca’yı ön plana çıkarışı gibi bu romanda da Farsça geniş bir yer tutar. Ayrıca çeşitli dillerde verilen örneklerin bizzat anlatıcı tarafından çevrilip, dipnotlarda okura Türkçe’sinin sunuluşu da yazarın dil hâkimiyetini göstermesi bakımından önemlidir. Lügat-i Naci ismi verilen bir sözlük çalışması bulunan Muallim Naci her iki dile de hâkimdir.
Anlatıcı, birçok konuda dipnot kullanmış, bahsettiği şeyleri buralarda açıklama gereği duymuştur. Bazen bu kısımlarda metinle doğrudan ilişkisi olamayacak kadar geniş malumat verdiği görülür. Bu anlamda öğrencisi olduğu Ahmet Midhat Efendi’nin yolundan devam ettiği düşünülebilir. Gerek yabancı dildeki ifadelerin çevrimi gerekse salt bilgi için dipnotlar birçok yerde kullanılır ve anlatı bu şekilde doğrudan olmasa dahi çeşitli şekillerde kesintiye uğrar.
Anlatı boyunca inandırıcılığı sağlamak için çeşitli yöntemlere başvurulduğu görülür. Yazarın “İfade-i Mahsusa”da söylediklerine paralel hareket edilir. Kurgu olan karakterlerle gerçek karakterler iç içe geçirilerek inandırıcılık sağlanmaya çalışılır. Sürurî gibi Divan şâirlerinin doğum, ölüm ve bazı yapılar için söyledikleri tarihler verilir, dönemin gerçek anlamdaki tartışmalarına değinilir. Böylelikle Sürurî ve söylediği tarihler Şeyh Gâlib’in ve çevresindekilerin hayatını kuşatan gerçek bir kronoloji meydana getirir. Kişiliklerinin de örtüştürüldüğü gözükür. Ayrıca verilen neredeyse ansiklopedik düzeydeki bilgiler, âyet ve hadisler, alıntılar bunu devam ettirir. Sorgusuz kabul edilmesi gereken bir metin olarak Kuran-ı Kerim ve hazreti peygamberin hadisleri kesin içeriğiyle gözükür. Dolayısıyla anlatıcının okurunu anlattığı şeye ikna etmek için birçok farklı yönteme başvurduğu söylenebilir. Bu da postmodern anlatılarda olduğu gibi yazar tarafından okura farklı bir gerçeklik türünü hissettirmeye yönelik bir düşünce olarak ele alınabilir.
Muallim Naci’nin yarım kalmış bu roman denemesi, ilgi çekici kurgusu ve birçok meseleye değinmesi, yazarının fikirlerini yansıtması bakımından önemli bir eser. Gerek edebiyat tarihlerinde gerekse Muallim Naci bahislerinde pek yer verilmemiş bu eser, aslında yapısı ve içerisinde ifade edilen düşüncelerle Muallim Naci’nin nasıl bir şahsiyet olduğunu göstermesi bakımından da ön plana çıkıyor. Farsçaya olduğu kadar Fransızcaya hâkim olan, Fransız edebiyatına tamamen kayıtsız kalmayan, salt eskinin yanında olmayan Muallim Naci’nin yenilikçi kişiliği bu eserde gözüküyor.
Everest Yayınları’nın “Keşif” serisinden çıkan bu eser, Türk edebiyatı için günümüzde yeniden dönülmesi ve yeniden “keşfedilip” konuşulması gereken roman.