Muasır, muktedir, gafil

Netflix'teki Halston dizisiyle Gain'deki Beyaz Yaka belgeseli üzerine...

30 Mayıs 2021 17:59

Prodüktör-yazar Ryan Murphy’yi Bette Davis’le Joan Crawford’un yaşlılık dönemlerinin ünlü filmi Whatever happened to Baby Jane?/Baby Jane’e Ne Oldu?’nun çekimi sırasında olup bitenleri anlatan Feud: Bette and Joan dizisi noktasında yakaladım. Sinefilliğin sefil lezzetlerinden biri, hakkında –belki ister istemez– bir sürü gereksiz malumat biriktirdiğiniz film ya da kişileri konu edinen, biopic denen biyografik yapımlardır. Kim kime çelme takmış, aslında ne olmuş, şu yıldız çok meşhur olduktan sonra nasıl ‘düşmüş’, hangi yönetmen sette tam bir sadistmiş, paralel bir evrende Sharon Tate cinayeti hiç olmayabilir miymiş vs. vs.?

Murphy’nin farkı, hayatlarının çakışan bir dönemini ele aldığı iki ‘kutsal canavar’ın, Baby Jane filmi setinde birbirlerinin gözünü oymaları kadar yakalandıkları ağlara nasıl takıldıkları ve orada nasıl çırpınıp durdukları ile de ilgilenmesiydi. Kutsal canavar ya da monstre sacre kavramı, daha çok şöhret kültürünün kaprisli divaları –erkek ya da kadın–  ve onların bitmek bilmez güvensizliklerinden kaynaklanan korkunçluklarını anlatmak için kullanılır. Ama köken olarak insanlık tarihi boyu yakalanan ya da yakalandığı öne sürülen fantastik yaratıkları da imler; tekboynuzlu atlar, garip deniz yaratıkları, gece ortaya çıkan mahlukat… 


Feud
stüdyo sisteminin ağlarına yakalanmış iki fantastik yaratıktan, iki Hollywood aktrisinden bahsediyorsa, Murphy’nin son biopic’i Halston da kendi yaptığı işin ağına yakalanmış Amerikalı bir modacıdan bahsediyor. Avrupa modasıyla aşık atmaya çalışan 60’lar Amerikan modasının ‘marka’ isimlerinden biri olan, asıl adıyla Roy Halston Frowick, kulağa bir Gotik romandaki lord ismi gibi gelen imza adıyla ‘Halston’, yakın dönem popüler kültürünün kahramanlarından; kendini bildi bileli hep modacı olmayı hayal etmiş eşcinsel erkekler… Eşcinsellik popüler kültürde de az çok mevzu edilebilir bir şey haline geldiği için bu hikâyeler de monstre sacre hikâyeleri arasına dahil edilebiliyor artık. 

Halston’u canlandıran Ewan McGregor’un başarısını, colour field painting ya da minimalizm gibi sanat akımlarından etkilenen Halston giysilerinin yeniden canlandırılışını, ‘kim kime kiminle nerede’ kısmının popcorn tadını (Stüdyo 54, aşklar, arkadaşlıklar, tutku, ihanet, kokain, kokain, kokain!) bir kalem geçerseniz, Murphy Halston’da başka bir şeyden de bahsetmeyi başarıyor. Yaratıcı birinin –ya da ‘kendine özgü fikirleri’ olan ya da ‘olmasına cesaret eden biri’nin diyelim ona– kurumsal dünya tarafından nasıl kıskıvrak yakalanabileceğinden. ‘Marka’ olmaktan, en azından hakikatte değilse de hayalde, ‘yekpâre olarak ve bütün orijinalliğiyle abideleşmek’ gibi bir şey anlaşılıyorsa Halston’dan anladığımız kadarıyla durum hiç öyle değil. Özellikle onun alanında ama genelde her alanda ‘marka’ demek kendine özgü fikirlerin giderek eksiltilmesi, azaltılması, marka fikrinin sınırlarına doğru daraltılarak törpülenmesi demek. Zavallı Halston’un esip savurmalarına, ‘hayır o düğmeyi değil bu düğmeyi kullanacağım!’ haykırışlarına, terzihanelerden çekip gitmelerine, türlü diva’lıklarına bir de bu açıdan baktığımızda onun diva afra tafralarının aslında bir çırpınmadan ibaret olduğunu düşünüyoruz.


Diziyi seyreden bir arkadaşın güzel özetiyle: “Adama bazen çok hak veriyorsun bazen inanılmaz sinir oluyorsun, çok şıllık.” Gerçekten de öyle; Halston dizisi böyle bir ortamda çaresizlikten nasıl taammüden şıllık olunur onun da bir el kitabı gibi aynı zamanda. Roy Halston Frowick sadece Sistem’in kıskacında; ‘kapitalizm’ ya da ‘kurumsal dünya’ diyelim, ama ondan da daha fazla bir şey bu, gerçekte onların dibindeki Fikir. ‘Kendiniz’ olduğunuz sürece daha da başarılı olacağınız garantisi veren bir bireysellik illüzyonu çerçevesinde kişiye kendine ait bir özgürlük dünyası hayal etme şansı tanıyan, ama başarı büyüdükçe onun kırpılması, gerçek dünyaya göre ‘yönetilmesi’ gerektiğini söyleyerek kişinin çevresine yüksek duvarlar ören, kaşığıyla verdiğini sapıyla alan Sistem. Buna Matrix de diyebilirsiniz artık. Nitekim, Halston’a bütün bunları yapan sinsi iş adamının David Lynch’in Kayıp Otoban’ında gerçeklik otoyolları arasında kaybolan oyuncuya oynatılması güzel buluş. Artık yaşlı ve belli ki o da pes edip tekinsizlere karışmış!

Türkiye yapımı üç bölümlük bir dizi olan Beyaz Yaka da kendi tarzınca, paralel bir halin, ‘aslında kıskıvrak yakalanmışken muktedir olma hissini de yaşama’ yanılsamasının dinamiklerini araştırmanın peşinde.


Borsacılardan reklamcılara, yazılımcılardan çağrı merkezi yöneticilerine kadar, kendilerine sınıf sınıf, kademe kademe ayrıcalıklar bahşedilmiş gibi duran; oysa aslında mavi yakalıların bir çeşidi, sadece kollarıyla değil kafalarıyla çalışan bir tür işçi sınıfı olan; ama sırf gösterişli hafta sonu sosyalleşmeleri, her daim ellerinde dolaştırdıkları karton bardaklardaki kahveleri ya da ‘masaya vura vura gösterdikleri Rolex saatleri’ gibi imler ya da ritüeller yüzünden kendilerini toplumun diğer kesimlerine göre daha özgür ya da şanslı sayan; gerçekte ise hem üreticisi hem de –diziye kalırsa mecburen– tüketicisi oldukları rengârenk bir tüketim seli üzerinde meçhule giden kimseler Beyaz Yakalılar, ya da ‘Gökdelenleşme Kurbanları’.


Dizinin iyi tarafı, bu kesimdeki yaratıcı insanların ya da ‘parlak fikir üretme işçileri’nin bu çeşit bir hayatın dayanılmaz bir pırıltısı olduğu zannına ne kadar kolay kapılabildiklerine işaret etmek. Ayrıca, ara ara durumu farketseler de çevrelerinin tabiriyle ‘bu zamanda böyle bir iş bırakılmayacağı’ için bu yolculuğu ‘kendilerinin karar vereceği’ bir noktada bitirebilmek yanılsamasını da saklı tutarak sürdürebildiklerini gözler önüne sermek.


Çünkü, ortaya çıkan o ki, beyaz yakalılar aslında genellikle okumuş orta sınıfın söz dinleyen çocukları; aslında ne onlara kol gücüne dayalı olmayan işlerini gördüren sermaye sınıfı gibi pervasız olabiliyorlar ne de arkalarında bir haklar mücadelesi tarihi yatan işçi sınıfı gibi nispeten dik durabiliyorlar. En acıklısı da bütün bu çektikleri ezânın toplamını bir ‘kimlik’ sanıyorlar…

 

 

GİRİŞ FOTOĞRAFI:

Halston’da Ewan McGregor