Siyaset ve mafya: cehenneme giden yollar

Mafya-siyaset ilişkilerinin mahiyetini anlamak üzere, kitaplar eşliğinde Türkiye'nin yakın geçmişine bir bakış... 

01 Haziran 2021 18:03

Hatırlarsanız 2009’da ‘Kürt Açılımı’ adı altında bir süreç yaşandı. O zaman İçişleri Bakanı olan Beşir Atalay iki kez gazeteciler grubuyla buluşup görüşlerini dinledi. Ben nedense görüşleriyle hiç uyuşmadığım kişilerle ikinci gruptaydım ama doğrusu çok medeni bir toplantı oldu. Bakan büyük bir anlayışla hepimizi dinledi, hatta benim bir iki kişiyle atışmamı yatıştırdı. Bu gruptan bir gazeteci söze “Efendim, Kürt meselesi bir uyuşturucu meselesidir” diye başladı, öyle de devam etti. Toplantı bitiminde Atalay bize teşekkür etti, bu gazetecinin biraz daha kalmasını istedi. Belki “Ne kadar ilginç bir yaklaşım, hele biraz daha anlatın” demiştir, belki de “Birader, olaya bu denli dar bir açıdan yaklaşmanın faydası yok” demiştir, bilemiyorum. O sürecin nasıl bittiğini biliyoruz. Diğer taraftan, onca yıl olan bitenden, yazılıp çizilenden biliyoruz ki, “bu iş içinde uyuşturucu ticareti de olan, ama bununla izah edilemeyecek veya çözümlenemeyecek kadar karmaşık bir iş”.

PKK’nin adını duyurduğu ’80’li yılların başından itibaren Kürt meselesi terör, uyuşturucu ticareti, mafya, askerî ve sivil bürokrasi, istihbarat, siyaset matriksi çerçevesinde, bin bir şekilde gündeme geldi. Kürt siyasallaşmasının topyekûn önünün kesilmesi için olayı uyuşturucu-terör denklemi içinde resmetmek her zaman hâkim anlayış oldu. ’90’lı yıllarda Tansu Çiller’in “listesi elimizde” dediği “PKK’ye yardım eden işadamları”nın bazıları faili meçhullere kurban gitti. 1996’da Susurluk kazasında yüksek bir Emniyet mensubu, Kürt bir aşiret reisi ve milletvekili ve eski bir ülkücü liderin aynı arabada seyahat ettikleri ortaya çıkınca karmaşık ilişkiler gündeme oturdu. Bilindiği gibi süreç sonradan sis bulutları ile kaplansa da, zamanın İçişleri Bakanı Mehmet Ağar istifa etmek zorunda kaldı. Aslında ortaya dökülenler tümüyle bilinmiyor değildi. “PKK ile mücadele” çerçevesinde, içinde asker-sivil bürokratların, siyasetçilerin, uyuşturucu ve silah ticareti yapan “işadamları”nın ve “milliyetçi” çevrelere mensup gayri resmi istihbarat elemanlarının olduğu, karanlık bir yapı vardı. 1980’li yıllarda PKK ve ASALA’ya destek verdiği iddiası ile sorgulanan ve bir süre tutuklu kalan Behçet Cantürk gibi Kürt “işadamları” hapisten çıktıktan sonra ne tür ilişkiler içine girdiler bilemiyoruz, rivayet muhtelif. Ancak belli ki bu ilişkiler “Kürt meselesi bir uyuşturucu meselesidir” fikri etrafında gelişmiş. Sonra da “vatanseverlik bu meseleyi çözmek için bu adamların ortadan kaldırılmasını gerektirir” kanaati hâkim olmuş ki, birçoğu faili meçhullere kurban gitmişler. Resmi olarak MİT elemanı olmayan, ancak milliyetçi fedailer de bu çerçevede devreye girmişler. Aslında bu süreç Soğuk Savaş döneminde, İtalya’da Gladyo diye bilinen yapılanmanın Türkiye versiyonu idi. Nitekim Susurluk kazasında arabadan ölü çıkan Abdullah Çatlı, zamanında en bilineni Bahçelievler katliamı diye bilinen solcu gençlerin infazının zanlısı bir ülkücü idi. İnfazı gerçekleştiren Haluk Kırcı hatıralarında bu dönemleri sansürlü de olsa anlattı. ’80’li yıllardan itibaren paramiliter güçler, ilişkiler bu kez PKK’ye karşı devreye girdi. Detayları bu konularda yayınlanan rapor, kitap, röportaj gibi tonla kaynaktan izleyebilirsiniz.

’80’li yıllarda Kürt meselesi “iç tehdit” olarak sol siyasetlerin yerini alınca, silahlı bir örgütle yasal yollardan mücadele edilemeyeceği, “vatansever”lerin bu işlerde görev almasının tabii olduğu iddiası karanlık bir alan oluşturdu. Bu arada Kürt siyaseti de karanlık işler ve ilişkiler içinde olan Kürt “işadamları” üzerinden bu kirli alana bulaştı ve dolayısı ile paramiliter faaliyetlere gerekçe bulanların değirmenine su taşımış oldu. Gazeteci, siyasetçi, insan hakları savunucusu herkesin karanlık iş ve ilişkiler içinde olanlarla aynı tablo içine yerleştirilmesini kolaylaştırdı. Hedefi kim olursa olsun, faili meçhuller yani yargısız infaz resmen cinayetti ama uyuşturucu, silah ticareti yapanlar üzerinden kirlenme tüm taraflara sirayet etmiş oldu.

Başta Kürt meselesi ve Kıbrıs konusu, “milli mesele” tanımı içinde tüm bu kirli yapılanmaların bahanesi olagelmiştir. Nitekim son günlerde ortalara dökülen iddialar bu ilişkilerin nasıl aynı temalar etrafında şekillendiğini bir kez daha gözler önüne seriyor. Kürt meselesini açıkça tartışmak isteseniz “teröre destek”, “Kıbrıs’ta aslında neler oldu ve oluyor?” diye fikir yürütseniz “vatan haini” olmakla suçlanırsınız. Tam da bu nedenle, bu kirli ilişkilerin “bir suç örgütü lideri”nin ifşaatları ile gündeme gelmesinde şaşılacak bir şey yok. Karanlık ve kirli işler her zaman ancak bu ilişkiler içine girmişler tarafından ortaya çıkar. Bugün de böyle olmuştur.

Şimdilerde tekrar gündeme gelen kirli işleri hep yadırgamak, ama bu memleket nasıl bu hale geldi diye şaşmamak, biraz geçmişi hatırlamak lazım. Zamanında Mehmet Ağar’ı İçişleri Bakanı yapan, Abdullah Çatlı’ya “memleket için kurşun atıp kurşun yiyen” diye övgüler dizen zamanın başbakanı Tansu Çiller’di. O Tansu Çiller ki, bir ana medya yazarlarının “sarışın güzel kadın” diye kaside dizdiği, “mükemmel İngilizcesi ile bizi Batı’da en iyi şekilde temsil edecek” olan, kolejli, sarışın, Boğaziçi Üniversitesi profesörü idi. Mehmet Ağar’ın yanında yetiştiği ünlü emniyetçi Şükrü Balcı’nın kardeşi de Boğaziçi’nde öğretim üyesi ve Çiller’in fakülte arkadaşıydı. Siyasete girdikten sonra bu çevreyi tanımasında rolü olmuş mudur, bilemiyorum. Ancak Çiller’in siyasi güç elde etmek ve elde tutmak için sırtını bu karanlık ve kirli ilişkilere ve çevrelere dayamakta tereddüt etmediğini gördük. Evet, bu işler onun döneminde ve onun tarafından başlamadı, ancak hiçbir toplumsal-siyasal tabana sahip olmayan bir siyasetçi olarak bu yapılardan güç devşirme hırsı da içine girdiği ilişkiler açısından önemli bir rol oynamıştır.

Hani, “bizim ne güzel bir merkez sağ siyasetimiz vardı, yok oldu, İslamcılar memleketi bu hale getirdi” diye özlemle anılan merkez sağ siyaset böyle bir “merkez”di. Diğer taraftan, merkez sağı temsil eden ikinci parti olarak ANAP da bu ilişkilerin dışında değildi. Haluk Kırcı anılarında merkez sağın diğer büyük partisi ANAP’ın Susurluk konusunda takındığı tavra karşı, “Abdullah Çatlı vefat ettiğinde, ona ‘çete başı, mafya uzantısı, ne idüğü belirsiz…’ sıfatlarını yakıştırarak iftira atan … Agâh Oktay Güner, Yaşar Okuyan ve Avni Çarsancaklı gibi ANAP kurmayları o yıllarda MHP’de kurmaylık yapıyorlardı. Abdullah Çatlı, Büyük Yürüyüş’te yer alan bu isimlerin güvenliğini sağlamak için de canla başla çalışmıştı; hem de bundan başka kaç defa ve kaç yerde…” diye yazmıştı.[1] Merkez sağ işte böyle bir merkez sağ idi. Dahası, ANAP 1998’de Korkmaz Yiğit’in Milliyet gazetesini alması sonrası ortalara dökülen mafya-iş dünyası-siyaset skandalı ile kepaze olmuştu. O merkez sağ partisinin liberal mi liberal, demokrat mı demokrat tonton kurucu lideri vardı ya; Mehmet Ağar onun da muteber adamıydı. Semra Özal’a yakınlığı dolayısı ile adı “Papatya Bürokrat”a çıkmıştı.

1987’de askerî rejimin getirdiği siyasi yasaklar, “demokrasi kahramanı” Turgut Özal’ın ve partisinin tüm çabalarına rağmen referandum sonucu kalkınca merkez sağ ikiye bölünmüş, büyük kavga patlamıştı. ’90’lı yıllarda iki taraf da karşısındakinin skandalını parmağına sarıyor, bunun üzerine emniyet, MİT, asker arasındaki ve içindeki çatışmalar ve rekabet çerçevesinde taraflar birbirini suçladıkça, fırsattan istifade biz de olan biten hakkında karınca kararınca bilgi sahibi oluyorduk. “Mehmetler kavgası” denen Mehmet Ağar-Mehmet Eymür arası çatışma bu durumun en iyi örneğiydi. MİT’in “sivilleşmesi” denen kavga çerçevesinde ünlü MİT Raporu’nu yazan Mehmet Eymür ’90’lı yılların başında yayınladığı kitabında bu süreci kendi açısından anlattı.[2] Bu olaylara, bu kavgalara, bu dönemlere ilişkin tonla yayın yapıldı. Yazarına, yazarının bakış açısına dikkat kesilerek tüm bu külliyatı yeniden gözden geçirmek lazım diye düşünüyorum.

Bunları, hazır tekrar gündeme gelmişken, bu tür ilişkilerin mahiyetini anlamak için, bu sefer biraz gerilere de gidelim diye yazıyorum. Yoksa her dönemin belli aktörlerine, siyasi kavgalarına odaklanıp büyük resmi gözden kaçırıyoruz. Bu olaylara ilişkin yazılan çizilen kitapların anlattıklarını değerlendirmek açısından da devamlılık ve kopuşları izlemek durumundayız. Aksi halde olay polisiye bir macera izlemeye dönüşüyor. Pek çok gazetecinin, siyasetçinin bu karmaşık olaylara dair yazıp çizdikleri de ister istemez belli bir bakış açısını yansıtmanın ötesinde olaylara odaklı oluyor. Fikri Sağlar ve Emin Özgönül’ün Kod adı Susurluk - Derin İlişkiler (İstanbul, Boyut Kitapçılık, 2008) ve Belma Akçura’nın Derin Devlet Oldu Devlet (İstanbul, New Age Yayınları, 2009) başlıklı kitapları dahi, belli bir mesafeden yazılmalarına ve son derece önemli bilgiler kapsamalarına rağmen, belli bir dönemin olaylarına odaklı çalışmalar.

Susurluk döneminden sonra “derin devlet” kilit bir kavram haline geldi, ancak bir noktadan sonra esrarengiz bir yapı olarak ve küçük bir alanla sınırlı kalarak tanımlanır oldu. 2000’li yıllarda “derin devlet” tartışmaları bu kez Ergenekon davaları çerçevesinde gündeme oturdu. Bu kez “derin yapı” öncelikle askerî vesayet çerçevesinde tanımlanmaya başladı. Askerî vesayetin genel tablonun önemli bir boyutu olduğu aşikârdı, ancak olay bundan ibaret değildi. Benim o dönemde (Radikal, 17 Kasım 2009) “askerî vesayete odaklanmak ‘sivil dikta’ ile ikame edilmesiyle sonuçlanabilir” iddiam, iktidar çevresi ve o dönemin liberal ve demokratları tarafından “vesayetçi”, hatta darbecilere destek olarak itham edilmişti. Nitekim bu sürecin arka planında, “ülkenin bağırsaklarını temizlemek”ten ziyade, Fethullah Gülen grubunun kendi vesayet sistemini kurma çabasının olduğu, AKP ile aralarının bozulmasıyla su yüzüne çıktı. Bu süreç içinde bu kez Fethullah Gülen grubu mensuplarının “Ergenekon/Derin devlet” üzerine yazıp çizdiklerine karşı, “Fethullahçıların hedef aldığı kahraman asker”, “temiz güvenlik ve MİT mensupları kötülere karşı” temalı yazılar, röportajlar, kitaplar çıktı.

Aslında Fethullah Gülen grubunun bu derin işlere girişmesinin tarihi en azından 12 Eylül dönemine kadar geri gidiyor ve ’90’lı yıllarda emniyet içinde “takunyalılar” mevzusuna konu oluyordu. Ancak Fethullah Gülen grubuna dikkat çekenlerin çoğu için mevzu “irtica” çerçevesinde görülüyordu. Doğrusu 2000’li yıllarda da bu izlek devam etti. Artık iktidar partisiyle ittifak etmiş ve dönemin liberal, demokrat aydınları tarafından “demokrasi mücadelesinde yol arkadaşı” olarak görülen Fethullahçılara karşı yazılıp çizilenlerin çoğu “eski Türkiye” güzellemesi tınısındaydı. Bu çerçevede bu yapıya karşı tavır alan ve geçmişte bu çevreye yakınlığı ile bilinen Hanefi Avcı (Haliç’te Yaşayan Simonlar, Angora Yay., 2010) dahil, eski emniyetçiler, askerler, MİT’çiler temize çekilmiş oluyordu. Böylece tarafların tümünün aynı çarpık “siyaset anlayışı”nın ve yapının parçaları olduğu gözden kaçıyordu.

O çarpık siyaset anlayışına göre sol hareketlerle de, Kürt siyasallaşması ve örgütleriyle de mücadele ancak demokratik çerçevenin, hukukun ve yasal kurumsal yapıların dışında bir alanda ve o alanda çalışan “elemanlar”la yürütülebilirdi. Bu çerçevede işin içine bir yandan siyasi partiler, çevreler ve kurumlarla bunların kendi aralarındaki rekabet ve çatışmalar, diğer yandan kişisel hırs ve çıkarlar girmiştir. Sevgili Rakel Dink’in veciz ifadesiyle, “bir çocuktan bir katil çıkaran karanlık” böyle oluşmuştu. Şimdilerde bu karanlık filmin kimisi eski, kimisi yeni aktörlerle kaldığı yerden devamını izlemek zorunda kalıyoruz.

Son olarak, Fethullahçılardan boşalan siyaset/bürokrasi alanının eski derin yapılar ile ikame edildiğini sıkça duyuyor, özellikle iktidarın dışardan ortağı MHP üzerinden bizzat izliyoruz. MHP liderinin geçmişte AKP’ye ve liderine karşı söylediklerini hatırlıyoruz, ancak aynı parti ve başkanının Susurluk sonrası kurulan ANAP-DSP-MHP koalisyon hükümetinin bir parçası olduğunu unutuyoruz veya farklı hatırlıyoruz. Oysa değişen Devlet Bahçeli ve MHP değil, bizim olaylara bakışımız. MHP Susurluk kazasında ortaya çıkan ve Abdullah Çatlı’nın şahsında temsil edilen, “devlet için kurşun atıp kurşun yiyen” ülkücü kadroya sahip çıkmaktan hiç vazgeçmedi. Buna karşın Ecevit liderliğinde DSP’nin MHP ile koalisyon kurmaktan imtina etmemesinin nedeni, Türkiye açısından asıl tehdidin Erbakan liderliğindeki “irtica” (Fethullah Gülen bu resme dahil görülmüyordu) olduğu düşüncesiydi. Bu yaklaşım DSP’ye ve Ecevit’e mahsus değildi. Birkaç istisna kişi dışında bu ülkenin sosyal demokratları da derin yapılanmalardan, karanlık ilişkilerden ziyade “irtica tehlikesi”ne odaklanmışlardı. Merkez sağın geçmişinden bahsettik; bu konularda en masumlar gibi gördüğümüz sosyal demokratların da bu zaafı vardı, işin bu kısmını hatırlatmadan olmaz. Çünkü bu cehenneme giden yollar işte böyle döşendi.

 

 

NOTLAR:


[1] Haluk Kırcı, Zamanı Süzerken Hatıralar, İstanbul: Burak Yayınları, 1998, s. 107.

[2] Mehmet Eymür, Bir MİT Mensubunun Anıları - Analiz, Milliyet Yayınları, 1991.

 

GİRİŞ RESMİ:


Susurluk kazası: DYP Şanlıurfa milletvekili Sedat Bucak, Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ, Mehmet Özbay sahte kimlikli Abdullah Çatlı ile 1970 doğumlu Gonca Us, 3 Kasım 1996'da Hüseyin Kocadağ yönetiminde İstanbul'a gitmekteyken Susurluk civarında bir kamyona çarparak trafik kazası yapmıştır. Bu kaza, basın literatürüne "Susurluk skandalı" veya "Susurluk kazası" olarak geçmiştir. 
Kazada, Mercedes'i kullanan Hüseyin Kocadağ, üzerinde Mehmet Özbay kimliği bulunan Abdullah Çatlı ve Melahat Özbay sahte kimlikli Gonca Us ölmüş, DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak yaralı olarak kurtulmuştur. Kazanın ardından kamuoyu, "devlet, siyaset, mafya" üçgeninde yasa dışı ilişkilerin ortaya çıkartılmasını talep etti. "Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" ismi verilen sivil toplum eylemleriyle ve medyanın desteği ile üstü örtülen ilişkilerin ve faaliyetlerin açıklanması talep edildi... (Vikipedi'den)