Murat Çelik: “Alanlara ve kalabalıklara okunacak, bağırılacak bir şiir ilkelliktir."

"Şiir sadece onunla olmanızı ister, düşündüğünüz ve okuduğunuz her şeyi ona dönüştürmenizi ister. Uyumak sırasında bile dürter bazen, böbrek ağrısı oluverir. Ben boyun eğmekten hoşlanmıyorum. Didişmeyle devam ediyoruz."

25 Mart 2021 14:30

Yayıncılık dünyasındaki hızlı gelişim, özellikle son yıllarda sektörün farklı bir yöne evrilmesini ve yeni yayıncılık anlayışlarının doğmasını sağladı. Bu çerçevede yayın hayatına başlayan Holden Kitap da yayınladığı kitaplarla dikkat çekiyor. Çevrimiçi olarak gelen siparişler doğrultusunda baskıya giden yayınevi, ilk kitaplarından biri olarak Murat Çelik’in Planlı Yapılmadık’ını okurlarla buluşturdu.

Üç yıl aradan sonra yeniden basılan Planlı Yapılmadık, içindeki meseleler ve Murat Çelik’in kendisine has üslubuyla dikkat çekiyor. Aile, devlet ve başlı başına “dil”in kendisine alan açarak geniş bir yer bulduğu bu şiirler Murat Çelik edebiyatında da özel bir yerde duruyor. Çelik ile edebiyatı, şiirleri ve Planlı Yapılmadık üzerine konuştuk.

İlk olarak üç yıl aradan sonra Planlı Yapılmadık’ı yeniden yayımlarken ne düşündüğünüzü, geriye doğru baktığınızda o günlerden bugüne sizde ve edebiyatınızda nelerin değiştiğini sormak istiyorum. Geçen üç yıl sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?

Üç yıl değişim için çok kısa bir süre. Şiirde değişim ve dönüşüm hayatını değiştirmekle olur gibi geliyor bana. Hayatını değiştiremezsen şiirini de değiştiremezsin. Birbirinin aynı şeyler yazmak istemem. Mesela “Birbirlerinin aynı şeyler yazmak istemem” derken de aynı şeyi çok kere söylediğimi görüyorum – altını da çizdim. Belki bu yüzden çok konuşmamak gerekiyor.

Planlı Yapılmadık  meseleleri olan bir kitap. Birçok kişisel mesele söz konusu. Peki tüm bu “ölümcül şeyler” sizin için nasıl bir değere işaret ediyor?

Kısaca: “Şiir kişisel tarihtir ve benim yanılgım kimi ne kadar ilgilendirir?”

“anneyle konuşma çabası” ile “babayla konuşma çabası” diyalog halinde olan iki zıt şiir. Anneye karşı bu kadar sessiz olunurken, babaya karşı bu isyan kaynağını nereden alıyor?

Babalar evlerin ciddiyet kürsülerinde konumlanıyor, aynı zamanda otorite ve devlet olarak yaşıyor. Bağımsızlık ilanı mümkün değilse de, belli bir yaşa kadar özerklik için en azından ona kafa tutmak gerekir. Babayı, babaya rağmen fakat gene babayla tuş edebiliriz. Bu çok gerekli olmayabilir belki ama orta sınıf ailelerde erkek çocuklar için şarttır. 15 yaşında evden kaçmak, “kaçmak” pek akıllıca değil.

“ben, dünyada, esrar ley konuşma çabası”ndan itibaren dildeki dönüşüm, daha da özelinde özneyle yüklem arasındaki uyuşmazlık hemen dikkat çekiyor. Bir şair olarak dil sizde nasıl bir yankı uyandırıyor?

Dil yankı uyandırmıyor, şiir tam olarak dilin üzerine kurulu. Nasıl anlatacağınızı bilirseniz, bulmuşsanız ya da seyir halindeyken bulacağınızı düşünüyorsanız diyelim, hikâye onun arkasından mutlaka gelir. Anlatıcı neden o şekilde sesleniyor? Çünkü anlatıcı sözcükler üzerinden hareket ediyor, sözcüklerin birbirlerine kavuşmaları-kavuşmamaları elzem ve anlam çoğu kere “ucube” olarak görülüyor.

“ben deniz görmeyen adamım / insanın benzediği o taşı aldım” (s. 22) diyorsunuz. Peki denizi görmeyen adam, bunca zamanın ardından, o taşla beraber neye dönüştü?

Olaylar Türkiye’de geçtiği için, hiçbir şey hiçbir şeye dönüşmediği için, kabuk ve renk değiştirdiği için deniz görmeyen adamlar da katiyen dönüşmüyor. Mesela ilçelerine baraj inşa ediliyor ve onlar seviniyor; su sudur, suyun kenarı suyun kenarıdır ve taş işte.

“şiirden müziği kovmuş şeyler derim” mısraıyla beraber şiir anlayışınıza dair önemli bir söylem üretiyorsunuz ki, bu özellikle “şiir” bahsinde hep tartışılan bir mesele olmuştur. Murat Çelik’in şiir anlayışı gücünü nasıl bir manifestodan almaktadır?

Manifesto demeyelim de, majör şiirin ölümüne bağlayalım bunu. Benim tercihim değil, öyle olması gerektiği için öyle. Alanlara ve kalabalıklara okunacak, bağırılacak bir şiir ilkelliktir. Şiir gözle okunur. Şiir güzel söz ihtiyacını karşılayacak, duyguları veryansın edecek bir form değil. Şiirin ne olmadığıyla ilgili yüzlerce şey sayılabilir ve uzlaşılabilir ama ne olduğuna dair kısacık bir cümle ortalığı ateşe verir, söz birliğine varılmaz.

Kitap boyunca birçok noktada ortaya çıkan “hesaplaşma” duygusu okuru zaman zaman çeşitli şekillerde yokluyor. Tüm bu hesaplaşmaların kaynağı nedir?

Rövanşı almak diyebilirim. Gücün neye yeter ki hayatta? Küçük insanlarız biz. Küçük insanların, orta karar insanların makul olma çabaları; kendilerine yeten, eyledikleri işlerle köşelerinde durup durma halleri.

Kişi için şüphesiz en zor şeylerden birisi kendisiyle karşılaşması, kendisiyle yüzleşmesidir, özellikle de bir şair için. Peki bu noktada “kendiyle konuşma çabası” bize Murat Çelik’e dair ne anlatır?

Okuyanların bir şeyler bulmalarını tercih ederim. Beni ilgilendirmeyen, kendilerini ilgilendiren ama gene de sona varınca, göz göze geldiğimizde, hemfikir olmanın işaret fişeğini görmek isterim. Belki şunu söylemek gerekir: İşsiz, aşsız kalmaktansa ölmek dümdüz iyidir bu ülkede.

Belirli bir çerçeve ile sınırlandırılmış ve fiziksel olarak hudutları çizilmiş şiirler, bize anlamsal olarak farklı bir değer sunuyor. Kelimeleri çerçeveleyen bu fiziksel sınır, anlatının içeriğini de sınırlar/daraltır mı?

Şiir sözcükle yazılır. Seçilmiş sözcüklerin de olabilir pekâlâ, onları montajlamak zorunda olduğun yerler vardır. Çünkü ruhları, kimlikleri, aidiyetleri ve siyaseten bir duruşları vardır sözcüklerin. Sınırlamaktan ziyade bir bayrağı dalgalandırmak. Şiir yazılır, ama şiir kitabı yapılabilir. Bu tarafıyla “kurmaca”ya yakınlaştırabiliriz. Planlı yapılmasa bile bir planı olabilir. Bazı başlıklar atarız, bazı meselelerimiz vardır, bunları bunlarıyazmazsak eksik kalacaktır.

Devlet tüm ailevi uzuvların ardından kitaba farklı bir cepheden dahil oluyor ve bu uzun diyalogların son halkasını meydana getiriyor. Devletin “ölçü bilmezliği” nasıl bir anlam ifade ediyor?

Aslında devletin ölçüsüzlüğü en net biçimde “bir öğretmenin çene kemiği”ndeydi. Sınırını bilmeyen, taşrada, bilinçaltındaki menfaat duygusuyla babalarının mesleklerini öğrencilere tek tek soran öğretmen. Nüfuzlu ailelerin çocuklarını kayıran, onları azarlamayan, babalarıyla tanış çıkmaya uğraşan, selam gönderen öğretmen.

Öykü ve şiir aslında birçok yazar/şair için birbirini besleyen, güçlendiren iki alan olarak görülür. Şairliğinizle öykücülüğünüz arasında herhangi bir yakınlık hissediyor musunuz?

Hissetmiyorum. Şiir sadece onunla olmanızı ister, düşündüğünüz ve okuduğunuz her şeyi ona dönüştürmenizi ister. Uyumak sırasında bile dürter bazen, böbrek ağrısı oluverir. Ben boyun eğmekten hoşlanmıyorum. Didişmeyle devam ediyoruz. Son yazdığım öykülerin birinde şiir yazdığımı sanıyordum, sonra evet, şiir yazdığımı, şiir olabileceğini fark ettim ama “benim şiirim” olamayacaktı. Alt alta dizdiklerimi yan yana koyarak, çokça kurcalayarak şiir-olmayana döndürdüm:

Evlenmişsin. Yanlış ameliyat edilmişsin. Olsun, bu bana yarar. Uzun vadede kazanırım. Dikişlerin patlar. Yaran görünmeden. Söküklerin dikerim. Suriçi’ndeyim, bulursun. Beni bulmak artık çok kolay. Zenginlerin ve öteberilerin adresleri yok. Muhitleri var. Sırtını iskeleye verip üç bin beş yüz seksen bir. Adım atacaksın. Göz göze geleceğiz.
Oluşursak kavuşuruz.
Yangın yanmaya devam eder.”

(Habu,)

Son bir soru olarak, iyi bir yazar/şair olmak için sanırım en önemli meselelerden birisi iyi bir okur olmaktır. Bu noktada sizi etkileyen özel isimlerden bahsedebilir misiniz?

Bir sürü isim sayılabilir tabii ama herkesin bildiği isimleri tekrar tekrar telaffuz etmenin manası yok. Türkçenin isimleri diyebiliriz, dilinden öğrendiklerim.