“Kitaptaki her öykü benim için yokuş tırmanmak gibiydi. Büyük çoğunluğu başlarken düşündüğüm gibi bitmedi. Yakınlaştıkça, tırmandıkça değişti. Hepsinin aynı dili kullandığı muhakkak ama her biri ayrı bir aksanla yazıldı. Bu yüzden yokuş aynı olsa da aksanı farklı…”
25 Mart 2021 17:25
Öykü yazmak ve bu dalda sebat etmek zor zanaat. Öykücü Mizgin Bulut bu dalda sebat eden isimlerden. Ödüllü genç yazar, İthaki Yayınları tarafından basılan Yokuş Aksanı isimli kitapta farklı konulardaki 12 hikâyesiyle dikkat çekiyor. Kimi öyküde karşınıza bir anda ilginç bir yas ritüeli çıkıyor, kimi öyküde nostaljik bir anı gelip tam anlamıyla gözünüzün orta yerine oturuveriyor. Bulut kitapta öylesine sinematografik bir dil kullanıyor ki, sanki siz de o an oradaymışsınız hissine kapılıyorsunuz. ‘Hayretim sürdükçe yazmaya devam edeceğim’ diyen Mizgin Bulut’la kitabını konuştuk.
1995 yılında Şanlıurfa’da doğup, ilk ve ortaöğrenimini orada tamamlamış biri olarak memleketinizin öykücülüğünüzdeki yeri nedir? Öykünün hayatınızdaki yerini ve neden öykü üzerine yoğunlaştığınızı da merak ediyorum.
Kökünden etkilenmeyen bir ağaç düşünemeyiz. Memleketimizin, mesleğimizin ve hayatımıza bir biçimde yön veren her şeyin yazınsal alana sirayet etmesi kaçınılmaz. Benim yolculuğumda bu coğrafyada dinlediğim, üzerine koşarak gittiğim her hikâyenin sesi duyulabilir; duyulmasını da isterim. Genel olarak hikâyelerin, sözlü anlatıların yaşantımızla geçmiş arasında bir kaynaştırma görevi gördüğünü düşünüyorum. Ben de bu anlatılar ve onlara dair hiç bitmeyen bir merakla büyüdüm. Yokuş Aksanı da bazen bile isteye, bazen de kendiliğinden buna değiniyor. Öykünün hayatımdaki yerine gelecek olursak… O zamanla ve büyükçe bir tutkuyla yer kapladı hayatımda. Geniş bir yer… Kurmacaya olan ilgimden ötürü ve kendimi ifade etmek için bana genişçe bir görü sağladığı için öykü yazmak üzerine yoğunlaştım. Hayretim sürdükçe de yazmaya devam edeceğim.
Kitabın ismi ilginç. Bir hikâyesi var mı?
Dosyayı yayınevine gönderdiğimde içindeki öykülerden birinin adını tercih etmiş, itiraf etmek gerekirse kolaya kaçmıştım. Karar vermek beni zorlamıştı. Sürekli erteleyip kaçmama karşın, zihnimin bir köşesinden hep bunu düşünüyordum. Editörüm dosya üzerine çalışmaya başladığında, ismin tek bir öyküye işaret etmesi yerine geneli kapsayan bir şey olması gerektiğini söyledi; haklıydı. Bir yandan dosyaya çalışırken, bir yandan isim düşünmeye devam ettim. Nihayet dosyaya dair her şey bittiğinde iki isim önerdim. Biri yine kitapta bulunan öykülerden birinin ismiydi, diğeri de Yokuş Aksanı. İki isim önermiş olsam da, gönlüm Yokuş Aksanı’ndan yanaydı. Kitabın genel atmosferine daha uygun gelmişti bu isim. Her öykü benim için yokuş tırmanmak gibiydi. Büyük çoğunluğu başlarken düşündüğüm gibi bitmedi. Yakınlaştıkça, tırmandıkça değişti. Hepsinin aynı dili kullandığı muhakkak ama her biri ayrı bir aksanla yazıldı. Bu yüzden yokuş aynı olsa da aksanı farklı.
“Makasla Yürümek” isimli öykünüzde ölen birinin ardından 40 gün sonra kendi makasınızda terziye kumaş kestirmek, sonra gidip aynı makasla saç kestirmek gibi bir âdeti anlatıyorsunuz. Bu öykü bir korkunun mu yoksa unutulmaya yüz tutmuş bir geleneğin mi izdüşümü?
Bu öykü bizdeki yas mitlerini araştırdığım bir dönemde yazıldı. Herhangi bir âdetin izdüşümü ya da bir korkunun dışavurumu değildi. “Makasla Yürümek” gelenekten ziyade, zor zamanlardan sonra yola devam etmek için, insanın kendini bir bıçak gibi bilemesi gerekliliğine dayanarak yazıldı. Öykünün içindeki yas hikâyesi de kurgunun bir parçası. Fakat o kadar çeşitli bir kültür alanı ki, herhangi bir yerde “Makasla Yürümek”teki hikâyeyle ya da benzeriyle karşılaşmak beni şaşırtmaz. Öyküde anlatılanların yaşanmış olması da mümkün, tam tersi de.
Yazdığınız hikâyelerde hep sinematografik ve vurucu bir dil hâkim. Sanki okuyucu öyküleri okumuyor, izliyor gibi. Ama sonları, finalleri hep belirsiz. İstediğiniz, okuyucunun da bu işin veya öykünün bir parçası olması mı?
İzlemeyi seviyorum. Bu dilin kurulmasında ve kullanılmasında bunun payı büyük. Aynı zamanda okur da bir izleyici oluyor kitabı okumaya başladığı andan itibaren. Netice olarak akışın, zihinde bir kare oluşturmak ve okurun buna bakmasını, görmesini, hatta belki duymasını sağlamak gibi bir işlevi de var. Bunu yaparken yalnız benim gördüklerimi görsünler istemedim. Öykülerin sonunda, girişinde ya da herhangi bir bölümünde belirsizlik diye nitelediğimiz şey, aslında doldurulmak üzere okura bırakılan alanlar. Yani bu boşluklar benim gördüğümden bir farkla, kendi tecrübesi ve algı biçimiyle orayı doldurabilmesi için okura bırakıldı. Okurun zihnindeki dönüşüme çok inanıyorum. Bu boşluklar aracılığıyla da onların öyküye dahil olmalarını istediğim anlaşılır diye düşünüyorum.
Kitapta hediye kabul etmeyen bir taşra öğretmeninin hikâyesi de var, babası ve annesinin ölümüyle yüzleşenlerin de… Hikâyelerinizi yazarken kendinizden mi yoksa daha çok gözlemlerinizden, başka hayatlardan mı yola çıkıyorsunuz?
Öykülerim yaşadığım ve izlediğim her şeyden etkileniyor. Bu bir kural gibi işlemiyor elbette ama kurmacanın bir yerinde yaşama, yaşamıma dokunan bir şey olması da kaçınılmaz. Bu bazen bir diyalog, bazen de bir cansız bir nesne olarak değişse de, çevremde gördüğüm, işittiğim her şey öykünün rengine ve ritmine dokunuyor. Öykünün içinde, bir eve bakarak döşediğiniz bir başka evde bile zihninizdeki biçemden etkileniyorsunuz. Bu yüzden her ikisi de öyküye dahil. Yokuş Aksanı özelinde ise yaşadıklarımın küçük bir farkla gözlemlerimden daha etkili olduğunu söyleyebilirim. Karakterleri gözlemlerim haricinde, zihnimde ayrı bir sona götürebiliyor, hatta onlara yeniden başlamaları için elimi bile uzatabiliyorum. Elbette gördüklerimle şekillenen hikâyeleri oluyor bu karakterlerin ama çerçeveyi ben çiziyorum ve her şey o çerçevenin alabildiği kadar var oluyor.
İki öyküde alışkın olduğu yerden ayrılanların ve geri dönemeyenlerin hüznü dikkatimi çekti. Dönseler de hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının hüznü bu. Bu hüznün yola çıkış noktası, bugünkü modernleşmeyle birlikte süregelen değişim ve bunun hüznü mü?
İnsan bir suçtan, eksikten, kusurdan, yalnızlıktan kaçarken de onunla bir bütündür. Fizyolojik kaçış anlarından bahsetmiyorum, ruhumuzdaki kaçış bu. Bir şeyin eskisi gibi yaşanabileceğine dair inancın yitirilmesi bizde başlıyor. Yalnızca modernleşmenin getirdiği değişimle gelen bir hüzün değil ama o da birçok etmenden biri. Modern bir şehirde, herhangi bir yerden uzaklaşmak isterken, hatta yürürken bile bize nereye ait olduğumuzu, neye dayanarak yaşadığımızı anımsatacak o kadar çok şeyle karşılaşıyoruz ki, bu hüzün bir uzvumuz gibi duruyor yanımızda. Dönemediğimiz yer biziz. Bir eve, bir şehre, bir insana dönmek mümkündür ama tüm bunlara o zaman olduğunuz insan olarak dönmek zordur. Öykülerin temelinde yatan hüzün de bu.
Hayattan hepimiz hızlıca geçiyoruz ki, hiçbir şey için artık durup düşünmeye vaktimiz yok. Sizin kitabınızın tanıtım metinlerinde de bu vurgunun bir benzerini gördüm. Öyküleriniz de zaten bu olgunun üzerine kuruluyor. Zamanın durmadan akması sizi korkutuyor mu?
Kitabın tanıtım metni iyi bir editör, aynı zamanda iyi de bir okur olduğunu bildiğim Devrim Horlu tarafından kaleme alındı. Onda kitabın geneline dair oluşan izlek bu yöndeydi. Sanırım geri kalan metinler de Devrim’in işaret ettiği bu konuyu es geçemediler. Zamanın akmasından korkmuyorum, aksine bizi kendisiyle fazlaca meşgul eden günlük telaşlarımız yüzünden zamanda asılı kalması muhtemel her şeyden korkuyorum. Zaman hiçbirimizin önünde duramayacağı bir çavlan. Bu çavlanda kendimizle sürüklediğimiz ne, ben onun peşindeyim. Bu sürüklediklerimizin kıymetini bilememek, bir yerde can havliyle elini bırakmak korkutuyor beni. İnsanları bir arada tutan şey zaman değil, ne yaşadığımız. Bu yüzden asıl kaybın zamanın akışında değil, ona gereken ilgiyi göstermeyen, gösteremeyen kayıtsızlığımızda başladığını düşünüyorum. Bir başka açıdan da zamanın akmaması korkutucu olabilir. Bazen biz istemeden değişen, dönüşen her iyi şeyde de payı var bu durmazlığın.
Zamana karşı geri kalanlara, geçmiş zamanda aldığı yaraları sarmaya çalışanlara “aslında yalnız değilsiniz” mesajı da veriyor mu öyküleriniz?
İnsana dair her hikâye, yalnızlığın aslında kişilerle pek de alakalı olmadığını gösteriyor. Benzer hikâyelerimizin olması bizi birbirimize yakınlaştırsa da, “Ben yalnız değilmişim” diyebilmek pek de kolay edinilen bir erdem değil. Zaten her insan kendi acısına, yalnızlığına en önce başkasınınkinden bakıyor. Kimseyi kendinden daha üzgün, haksızlığa uğramış, hırpalanmış görmüyor. Kimse kendi acısından bir fazlasını başkası için düşünemiyor. Bu noktada bir hüzne değil, ama bencilliğimize karşı “Yalnız değilsiniz” diyen bir anlam var.
Kitabınızla ilgili öne çıkarmak istediğiniz kavramlar sahicilik ve sıradanın içindeki tuhaflık mı sadece? Okuyucu olarak siz kitabınızı okusanız ne düşünür, nasıl yorumlardınız?
Temelde bu kavramlar üzerine yoğunlaşmış gibi görünse de, birçok alt başlıktan söz edilebilir. Bu alt başlıklar içinde önemsediklerimden biri de çatışmaydı. Aslında sıradan bir biçimde devam ederken, bir anda dönüşen her şeye karşı bir çatışma içinde karakterler. Bu hem dişe diş yürütülen hem de kendiliğinden oluveren bir çatışma. Elbette yazdıklarım hemen her öykü gibi insanı merkeze alan öykülerdi. Amacım mümkün olduğunca insana daha fazla eğilmeye ve onu, yani insanı irdeleyerek karakterlerin asıl dünyalarından okura göz kırpmalarına çaba göstermekti. Bunlar temel aldığım konular olduğu için üzerine konuşmak daha kolay olsa da, dosya hazırlanırken çok fazla muhatap olmak zorunda kaldığınız metinlere bir okur olarak dışarıdan bakmak pek kolay değil. Kitabın kendisi benim yaşama ve onun içindekine dair gözlemlerimin bir yorumu zaten. Söylenecek şeyleri, onlarla ilk kez karşılaşan insanların söylemesini tercih ederim.
•