Murat Yalçın: Pera Mera yazarlığımdaki yeni on yıllık dönemimi gösteriyor. Dil olarak da içerik olarak da daha derinleştirdiğini düşünüyorum
26 Ocak 2017 17:00
İlk kitabından bugüne baktığımızda 20 küsur yıllık bir yazarlık serüveni Murat Yalçın’ınki. İki farklı zamanın, iki farklı coğrafyanın, iki farklı hâlin, iki farklı dünyanın bir araya geldiği Pera Mera’daki öyküleri üzerine konuştuk…
Aşkımumya’dan Pera-Mera’ya kadar Murat Yalçın’ın yazdıklarına baktığımızda, şekilde, anlatımda bir değişme görüyoruz. Şen Saat’te bir dönemeci görmüştük. Son kitap özelinde, belki bir dönemeç daha! Belki yaş almanın da etkisi sanki…
Belki de yaşın getirdiği bir şey olabilir. Kitaplarımda da bir izi olabilir elbette. Son on yıldır, kendi başıma durup düşündüğümde, çok fazla tekrar tekrar etrafında döndüğüm, sürekli tekrarladığım şeyler olduğunu fark ediyorum. Dediğim gibi bunu düşünüyorum. Acaba metinde de dönüp dolaşıp aynı yere mi geliyorum, sorusunu düşünüyorum. İtiraf edeyim bazı yazdıklarımı bugün ben bile anlayamıyorum. Daha doğrusu nasıl bir hâlin yansımasıydı, yazarken cümleleri oradan oraya bağlarken aklımda ne vardı, onu hatırlamıyorum. Metin olarak baktığımda başkası ne düşünüyor, o cümlelerin durumunu anlıyor mu, neyi nasıl dile getirdiğimi görüyor mudur diye düşünüyorum. Yoksa, en başından beri anlattığım şeyleri başka biçimde mi söylüyorum, diyorum. Örneğin vurgularımı tam verebiliyor muyum, metinden doğru mesaj çıkıyor mu? Bunu düşünüyorum.
Ne görüyorsun peki? Yani, cümlelerin yazıldığı günden farklı durumunu bugün nasıl okuyorsun?
Kimileri karışık geliyor bugün. Karanlık gelen yerler var, çözemiyorum. Orada neydi o cümleleri birbirine bağlayan ağ neydi diye kurgusunu metni okuyarak anlayamıyorum. O zamanlar bana, “kapalı” yazıyorsun, derlerdi. Hikâyenin arka karanlığını gösteriyorsun, hikâyenin kendisini anlatmıyorsun gibi bir eleştiri vardı. Onu umursamazdım o zamanlar, şimdi hak vermeye başladım aradan geçen zamanla. Sanki kafamda bir hikâye var ve o hikâyeyi değil de onun yorumunu yazıyorum. O hikâyenin yazılmış hâlinin değerlendirmesini, eleştirisini ‘hikâye’ diye yazıyorum… Tür olarak değil tabii, ama anlattığım hikâyenin kendisi bana basit geliyor. Yani hikâyenin kendisini herkesin bildiğini varsayıp doğrudan diğer tarafını anlatmak daha çok ilgimi çekiyor. Aslında 1997 yılında, ilk on yılımı açıklamışım, sonradan fark etmiştim. Ankara Öykü Günleri’nde ettiğim bir laftı, sonra oradaki konuşmaların olduğu kitapçığı bir sahafta bulmuştum.. “Ben başımdan geçenleri değil aklımdan geçenleri yazıyorum” cümlesini okuyunca; “Tamam, ben ifade etmişim zaten” demiştim.
Şimdi?
Şimdi başımdan geçenlere döndüm. Aklımdan geçenlerden kurtuldum ve hikâyenin kendisine daha yaklaştım. Bu, yaşla ilgili bir şey de olabilir, benim geç çözülmemle ilgili bir şey de olabilir. Bilemiyorum. Şu anda kendimi daha çözülmüş hissediyorum. Son iki üç kitapta çözüldüm diyebilirim. Dönemeç demiştin öyle değilse bile, Şen Saat’ten sonra çözüldüğümü söyleyebilirim. Şen Saat’le klasik tahkiyeye evrildiğimi söyleyebilirim, daha önceleri ‘bir metin’ yazıyordum. Hikâye demeye bile çekiniyordum, klasik bir hikâye tanımına sokamadığım için… İlk soruda söylediğin şey doğru aslında. Bu kitabı bir merhale, bir aşama olarak görüyorum. Hem içerik hem biçim olarak. Şen Saat, nasıl yazarlığımdaki ilk on yıllık dönemin sona erip ikinci dönemin başladığını ortala çıkarıyorsa, bu da yeni on yıllık dönemimi gösteriyor. Dil olarak da içerik olarak da daha derinleştirdiğini düşünüyorum.
Pera Mera’ya gelelim. Daha ismiyle başlamalı. Pera neresi, mera neresi? Bir mekân koşutlukları var kitap içinde.
İki taraflı kitapları, iki yüzü olan kitapları severim. İki bölgeli, iki boyutlu diyelim… Pera malûm İstanbul’un bir semti, bir bölgesidir. Kitap için de tam da bu coğrafyada geçen, orada yaşanan öyküler… Bu yönüyle şehir! Kent. Diğer taraftan Pera şehirli öyküler. Mera ise benim ailemin memleketi, benim doğup büyümediğim ama aidiyet hissettiğim taşra, Anadolu, köy. Ben İstanbul’da doğdum büyüdüm, fakat köy hayatım da oldu. Yazları çok gittim, çocukluğumda çok sık gittiğim, bir dönem orada yaşadığım için çocukluğumu hatırladığımda İstanbul’dansa köy hayatı daha baskın gelir. Gurbetçi bir ailenin çocuğuydum ben, İstanbul’a gelmiş bir ailenin çocuğu olarak ‘oradan’ öyküler… Taşralı, köylü öyküler. Yusuf Atılgan’da, Kemal Bilbaşar’da ve edebiyatımızın başka birçok adında olan köy- kent karşılaştırmasının olduğu bir kitap. Benim hayatımda olan iki dünyanın kitabı bu.
Zaman olarak da bir iki bölümlülük var zaten.
Mera nasıl çocukluksa, Pera da yetişkin, olgun, hatta ihtiyar bir dönemin öyküsü… Pera 90’lardan ileriye gelir ama bugüne gelmez. Mera ise 70’lere tekabül eder. Özel meraklarım arasında anı ve eski günlerin gazetelerini okumak vardır. Eski şeyler okumaya çok meraklıyımdır. Gerçek anlatımının farklı hâllerini çok okuduğum için, yaşamış gibi de dönem anlatısını çalışırım zaman zaman. Pera kısmındaki öyküleri yazarken Pera’yla Beyoğlu’yla ilgili ne var ne yok okudum. Orada doğup büyümüş insanların anı kitaplarını, yazılmış hikâyeleri, romanları, ansiklopedi maddelerini tek tek okudum. Bu hikâyeleri yazarken Pera’ya dair çok malzeme okudum. Romancı gibi çalıştım deyim yerindeyse. O dönemdeki dil, olaylar ve günlük hayatın birtakım ayrıntılarını, birtakım insanların anılarından, kendi ailemin tarihçesinden ve bunları destekleyen ansiklopedik okumalarla “zaman” gerçekliğini sağlayabilmek için çalıştığımı söylemeliyim. Tam o tarihte ne olmuş, dünyada ve burada… Bunu sağlamasını yapan bir tarih çalışması yaparak gerçek ayağını sağlam tutmaya çalıştım. Bu da benim ansiklopediciliğimden geliyor sanırım. Ansiklopedistim aslında ben..
Pera hikâyesi sadece çalışma hayatıyla mı başladı peki?
Benim Beyoğlu’yla ilişkim çok değişik. Cihangir doğumluyum. Pera yani… Esnaf Hastanesi’nde doğdum. O yıllarda ‘Yenişehir’de, Dolapdere- Ömer Hayyam tarafında oturuyormuşuz. Babamın da orada bir lokantası varmış. Ama iki yaşımdayken Eğin’e gitmişiz ve kendimi bildiğimde, ben elektriği, yolu olmayan bir köydeydim. Daha sonra İstanbul’da doğduğumu öğrendim. Babamın orada olduğunu öğrendim. Büyük bir evdi, dede ve babaannenin hükümranlığında, annem, ablam ve ben… Daha sonra yeniden İstanbul’a geliyoruz, Balat’a, sonra Kocamustafapaşa’ya geçiyoruz… Suriçi İstanbul’unda büyüdüm… Ama köklere inince, dedelerim Kasımpaşa’da kömürcülük yapmış, 1930’lu yıllarda burada yaşamışlar ve ben çocukluğumdan beri onlara geçmişlerini anlattırırdım. Bakınca Pera’nın çevresindelermiş… Bu haliyle bakınca, nasıl demeli, hatırlıyorum Pera’nın eski günlerini… Onların hikâyelerini, aileden birtakım insanların hikâyeleriyle okuduğum birtakım hikâyeleri birleştirince, ansiklopedi okumalarım, semt monografileri karışıyor … Pera kısmı, hem iş hayatımda, hem aile hayatımda hem de okur hayatımda geniş bir alan kaplar. O yüzden çalıştım ve yazmak istedim.
İsmini “Pera” olarak belirlemen de bunun bir yansıması sanki… Ama ‘yaşadığın’ hâliyle değil, okuduğun hâli…
Doğru. İstanbul benim alanım diyebilirim. Daha doğrusu laboratuvarım. İstanbul’la ilgili ne varsa okurum ben. Bugünkü Beyoğlu yok, çünkü dediğin gibi, okuduğum Pera var. Halit Ziya’larda, Servet-i Fünun’da, Refik Halit’te, eski İstanbul yazarlarının anlatılarındaki hikâyelerdeki Pera’ya selam verircesine anlatıyorum. Zaman olarak 90’lardan bugüne olsa da, aslında günceli anlatmıyorum. Benim gündelik yaşamımdaki okuma serüvenim de böyle aslında. Refik Halit, Abdülhak Şinasi, Halit Ziya, 50 Kuşağı’nın Beyoğlu’na dair anlattıkları… Bu ‘Beyoğlu algısı’ hep kafamı yormuştur. En şık kıyafetlerle gidilen ve diğer taraftan arka sokaklarının batakhanelerle dolu olduğu Beyoğlu algısı… İstanbul’u düşünürken Fatih- Harbiye karşıtlığı gibi bir durumla düşünmek gerek, bugün bile. Tanpınar’dan tut Peyami Safa’ya kadar bütün çarpışmalar, özel hayatımda da olan ve okuma serüvenimde de özel odağa aldığım bir başlıktır. Sur içinde büyümüş, 20 yaşından sonra Beyoğlu’nu keşfetmiş bir insanım ben. Kişisel hayatım açısından da, bir metafor olarak da Pera dediğin şey çocukken değil, belli bir yaş sınırından sonra dâhil olduğum bir yer. Kitaplardan okuyup, ailemin büyüklerinden dinleyip, daha sonra gidip keşfettiğim bir yerdir. Nihayetinde de yazdığım bir yere döndü. Bugünün Pera’sı bana yaşam olarak hiçbir karşılığı olmayan, hiçbir değer ifade etmeyen bir yer. Kitaplardan bakmadığım sürece hiç değeri yok, özür dilerim. Ama kitaplardan bakınca her bir duvar, her bir köşe başı, her bir dükkân benim için birer müze, birer sanat eseri. Ama günlük yaşam olarak baktığımda hiçbir şey vermiyor. Şunu itiraf edeyim, geçmiş zaman yazarlarına takıntım çocukluğumdan beri var. Bu yönümle, bir geçmiş zaman adamıyım ben, çocukluğumdan beri. O yüzden bu tip yazarlar ana yörüngemdir benim. Yaşım ilerledikçe dilin de daha çok tadını almaya başladım, eski ifadelerin, tabirlerin, terkiplerin… Dil merakım fazladır, birikimim ve okuduklarımla da birleşince bu kitapta dilimi serbest bırakıp anlatmaya, yazmaya giriştim. O dille yeni bir şey anlatıyor gibi yapmaya çalıştım. Biraz okuduklarım üzerinden, okuduklarımın dünyası üzerinden kurguladım bunları. Bir okur yazarın kurgusu var burada. Aktüele girmiyor yaptıklarım. Ya insanların yaşı dolayısıyla o günlere, eskiye gidiyorlar ya da zaten geçmişte yaşanıyor.
Dili serbest bıraktım, dedin… Hakikaten metinlerin hacmen genişlediğini not etmiştim ilk okurken. Dildeki ‘kuyumculuk’ zaten hemen ortaya çıkıyor.
Bu kitabın bilhassa Pera kısmında dil olarak kuyumcu titizliğiyle çalıştığımı söylemeliyim. Dili kadar kurgusuyla da çok oynadığım bir kısım oldu Pera kısmı. Pek çok öyküye başlayıp, yahu aynı şeyi mi yazıyorum, dediğim öyküler oldu Pera kısmı. En başta söylediğim, üzerine düşündüğüm meseleler… Sonra farklı farklı öyküler diyerek ayırdım. Kısa zaman sonra yeniden birleştirip beğenmeyince bir daha böldüm. Bir ara, ben bir roman yazıyorum galiba dedim. Ve Pera kısmını bir romana dönüştürdüm. O tür büyük bir yapıya dönüştürüp romanın modülleri hâline getirdim her öyküyü. Ana çatısını da kurdum. Fakat bir türlü öyle bir roman beni açmadı, roman olarak başaramayacağımı düşünüp ben hikâyeciyim diyerek romandan çekindiğim için tekrar bozdum. Yine öyküye çevirdim. En başta Pera kısmındaki öyküler tek kahramanın gözündendi. Sonra onların isimlerini değiştirip tekrar tasarladım. Fikri Fikirdeşen, aslında bir roman olsaydı bu kitap, onun kahramanı olacaktı. Sonra Fikri Fikirdeşen’in öyküleri olarak parçaladım ve başkalarını ekledim. Aynı hamuru bozup bozup yoğurdum. Anlatımı da dili de çeşitlendirdim…
Sevim Burak’ı, Hulki Aktunç’u duymamızı sağlayan bir anlatım var ilk bölümde. Ama bir taraftan da bir “gevezelik” var. Kalabalık tekrarlar, lafı dolaştırma var…
Bilinç akışı anlatımıyla büyüdük. Postmodern çağda büyüdük ve onlara özendik. Onların yansımalarını sevdik okuduk. Türk edebiyatında modern edebiyatın uç örneklerini Sevim Burak, Hulki Aktunç, Vüs’at O. Bener gibi isimlerin metinlerini beğenerek okuyarak büyüdük. Çok sevdiğim meddah üslubuyla da bağlantımı göz önünde bulundurarak bunları bir araya getirdim. O dil beni çok çekiyor. Onları yeniden yazmak, bugün avangard bir meddah konuşmasına büründürmek... Bunlar aslında çok kritik şeyler, benim değil bir eleştirmenin söylemesi gereken şeyler. Sevim Burak’ın, Hulki Aktunç’un yaptıkları, öyküde kurdukları anlatım bana her zaman cesaret vermiştir. Onların yapmak istedikleri ve yönelimleri, yapmaya çalıştıkları şeyler… Hep önem verdiğim şeyler olmuştur. Ben de o kanaldan akıyorum, oradan besleniyorum. Bir melez yapım var benim. Kültürel olarak da anlatım tarzımda da bu böyle. Onu yansıtan metinler olması hoşuma gidiyor. Bir okur olarak bana “banallik” gibi gelen şeyler, kurmak istediğim yapıya hizmet eden şeyler olarak göründüğünde değerlidir. Gevezelik derken neyi kastettiğini çok iyi anlıyorum. Laf kalabalığı, sözü dolaştırma, uzatma… Kitabın adının Pera Mera olması bile buna dâhil. “Pera mera işte, fazla ciddiye almaya gerek yok” da denebilir, Peralardan meralardan diye başlayan bir meddah hikâyesi de olabilir. Biraz hafifliğine vurgu yapmak istedim. Hafif derken kolaylığını kastediyorum, bayağılığını değil. Biraz cesur davrandığımı söyleyebilirim, on yıl önce bu kadar rahat yazamazdım böyle bir kitabı. Bu da işte yaşla birlikte oluyor.
Dil meselesine geçtik ama öncesinde, “geçmiş zaman insanı olmak” dedin, bir kaçış itirafı gibi…
Bugünden hep bir kaçış var bende. Bu hep vardı. Kapalı demelerinin sebebi belki de buydu. Bugün yine düşününce öyle görünüyor. Güncelden, güncel edebiyat dendiğinde okur olarak da yazar olarak da hep uzak oldum.
O metinlere güvenmemekle alakalı mı? Yoksa kamuoyu nazarında iyi olduğu tescillenmiş metni okumak zaman açısından ve okur zevki açısından daha mı garanti?
Ben, okur olarak yıllardır onlardan beslendiğim için, onlar bana daha değerli geliyor. Yazarların, kendi kuşağından etkilenmesi meselesi, bende farklı işler… 50 Kuşağı birbirini etkilemiştir örneğin. Kimi şairler kendi kuşağı veya kendinden önceki kuşak haricinde, kendinden sonra gelen kuşaktan da etkilenip yeni bir şeyler yapmıştır edebiyat tarihimizde. Bende böyle bir şey yok. Ben yaşıtım edebiyatçılardan hiç etkilenmedim. Kendi kuşağımdan birkaç kuşak öncesinden başlayıp daha da gerilere giden bir etkilenme durumum vardır. Okur olarak da böyleyim, yazar olarak da kan bağım olan yazarlar eski yazarlar.
Ama editörlük yapıyorsun…
Bir yayıncı olarak ilgimi çekiyor tabii bunlar. Bir şekilde önüme geliyor. Ama ben okur ve yazar olarak söylüyorum. Sırf okur olsam, haberim bile olmaz, neler çıktığından. Yayıncı kimliğim beni gündemle alakalı tutuyor ve o da yetiyor bana… Yaşıtlarıma veya kendi çağdaşlarıma sadece ne yapıyorlar, nereye gidiyorlar diye bakıyorum. Ben nerede duruyorum, nereye gidiyorum, güncel edebiyat nereye gidiyor diye bakıyorum sadece. Kendimi konumlandırabilmek, en azından bu cümleyi kurabilmek için gözlemliyorum. Beslenmek şeklinde olmuyor onlarla ilişkim…
Peki, nereye gidiyorlar?
Bunu kesinlikle bir editör, bir yazar olarak değil, şahsi fikrini belirten bir okur olarak söylüyorum. Gitmek istedikleri yere doğru gidiyorlar. Bir okur olarak, bana cazip gelmeyen bir yere doğru gittiklerini söylemeliyim. Dil tadı alamıyorum. Bu benim şahsi sorunum ama. Bu, kişisel yargısı o kadar yoğun bir cümle ki, kimseyi yargılamadığımı söylemeliyim. Bu, benim yıllardır. Eski metinleri okuyan bir okur olarak hâlimin tezahürü. Yanlış anlaşılmak hiç istemem, ama beğensem bile lezzet almıyorum bugünün metinlerinden. Sergilenen çabayı görüyorum ama Refik Halit’in herhangi bir cümlesini okumak daha zevk veriyor. Ben gerçekten eski dünyayı seviyorum, onların dilleri ve anlatımları daha mutlu ediyor. Son yıllarda hep dillendirilen, çok satmak, tanınmak vs gibi konu başlıklarını gündemime bile almıyorum ben.
Tamam, peki kendini nereye koyabiliyorsun?
Şunu söyleyeyim, kendini koyabildiğin yer yazdığın metinler üzerinde daha doğru hareket etmeni sağlıyor. Başkalarının gözünde kendimi görebiliyorum. Kimilerinin kapalı dediğini, kimilerinin kabız diyeceğini, kimilerinin hiç ilgisini çekmeyeceğini biliyorum meselâ yazdıklarımın. Diyalog konusunda nerede olduğumu tam bilemiyorum ama. Zor geliyor diyalog yazmak. Özel hayatımda da ben konferansa çeviriyorum diyaloğu. O yüzden kendi yazdıklarımdaki diyaloglar çok inandırıcı gelmiyor. Okuyup gıpta ettiğim çok metin var, iyi diyaloglarla dolu. Ama kendi yazdıklarımın kimin ilgisini çekmeyeceğini görebiliyorum meselâ. Çok net görünüyor. Bana sevgisi olabilir ama bunun okuru olmayan kişileri bilebiliyorum. Ben, profesyonel anlamda bir yazar değilim. Tahsin Yücel bunu ölene kadar söylemiştir. Yazdığımla kazanmıyorum hayatımı. Yazarlık benim için profesyonel bir iş değil, aksine kişisel bir şey. Dolayısıyla yazabilmek ve yayımlanmış olması yeterli. Gerisi artık tamamen kader kısmet.
Kitaptan uzaklaştık… Mera kısmı, sanırım çocukluk dönemi anlatısı olduğu için metaforlarla dolu… Mağara, merdiven, kapı, karanlık… hep karşımıza çıkıyor. Yine bir kaçış sanki.
Mağara bir mezarlık tezahürü belki de. Nasıl köy- kent, şehir- taşra varsa ölüm- dirim çatışması da var çünkü orada. Kaçış… Bunlar biraz derin analizler ister belki ama insanın ilk dönemlerine gitmek fikri. Bu hikâyeler özelinde, şehrin olmadığı dönemlere gitmek, mekânın birer mağaradan ibaret olduğu zamanlara. Bir insanın yaşaması için en güvenli alanın mağara olduğu zamanlara belki… Pera’nın, Tepebaşı’nın gerçekten dağ olduğu günlere bakmayı istemek belki de. İnsana da çocukluktan veya ölümden bakarak anlatmak… Günlük hayattan soyutlayarak algılama çabası. Mera’daki kapılar, merdivenler gerçekten geçmişe açılan kapılar çünkü onlar. Öbür dünyaya açılan kapılar. Ruhlar âlemine, ahrete açılan kapılar. Ahır-ahiret çağrışımı bende çocukluktan beri var. Merdiven harikalar diyarına inişi sağlar. Eğin’de birkaç yıl kaldığımız dedemin evinde merdivenle ahıra inerdik! Bu kitapta kültürel doneler çok fazla kullandım. Bunlar tabii hâkim olduğum, bildiğim şeyler olduğu için kullandım. Benim algı biçimimi gösteren şeyler. Orada benim hayatımdan sahneler, yaşanmışlık var. Çözümlemeler yaptım.
Murat Yalçın’da daha önce gördüğümüz ‘benevi’nin asıl hâli orası sanırım…
Gerçekten öyle. Benevi, benim, gözümü açtığım köydeki evimizdir. Benim hayatımın ilginç olduğuna inandığım köşeleri var. Başkasına ilginç gelir mi bilemem elbette. İstanbul’da doğdum, ama dedemin evinde, Eğin’de büyüdüm belli bir yaşıma kadar. Annem, ablam, ben, dedem ve büyükannem. Hiç evden çıkamadan geçen kış yaşardık. Karın altında kalan bir evdi burası. Kapıların açılamadığı bir ev. Dışarıya pencereden çıkabildiğin bir ev. Kapının arkasında kürek. Kapıyı açtığın anda içeriye kar dolar. Kapı biraz da o yüzden başka bir dünyaya açılır bende. Karanlığı çok iyi bilirim o yüzden. Işığı sevmemem bu yüzden. İzbe, karanlık, loş, pasaj içi ilgimi çeker. Dışarısı ama kendi avlusu olan, günışığı olmayan bir dışarısıdır hep… Hâlâ devam ediyor demek ki bu benevi.
Sohbetin girişinde söylediğin “Artık başımdan geçenleri yazıyorum”un karşılığı bu kadar otobiyografik yani… Bu hâliyle bakınca, ilk öykü ve son öykü, kitaba giriş ve kitaptan çıkış kapıları! En otobiyografik öyküler onlar…
İlk öykü ve son öykü en otobiyografik öykülerdir gerçekten. Birinin Pera’nın ilk öyküsü, birinin Mera’nın son öyküsü olmasının birer kapı gibi görünmesi, sen söyleyince bana da öyle görünüyor. Diğer taraftan ikisinde de öküz var! Çok önemli geliyor şimdi düşününce. Birinin karnında, ruhuna çökmüş diğerinin hayatında… Şehirdeki adamın bilinçaltında hep bir köy hayatı, köy bilinci var. Benzetmeleri hep köye ait yaşantının izlerini taşıyor. Köydeki de geleceğe ve şehre bakıyor. O da İstanbul, kent elbette. “Otoğlanı” öyküsü de böyle gerçekten. Otobiyografik. Orada sen anlatıcı, metnin çok güzel işlemesini, yürümesini sağladı. Giderek her şeyi içine almaya başladı, sürekli ileriye ve geriye sıçramalar yapmamı sağladı. Metaforları, alegorileri kullanmamı sağladı. Bütün o öznelliğiyle, coşkuyla yazdım. En heyecan duyduğum metinlerden biridir.
Şimdi ‘öküz’ hatırlatmasında bulununca, hayvan sende hep karşımıza çıkar. Birer kişilik olarak da, örneğin bu kitapta da Hazzopulo’nun Eylem’i çıkıyor karşımıza.
Hayvanı kişileştirme fikri çok kuvvetli bende. Köpek çok çıkar. Hayvan hep vardır. Tam cevaplayamıyorum, belki insandan da bir kaçış olarak sığınıyorum hayvanlara. Nasıl, ısrarla altını çizdiğin üzere bugünden kaçışı geçmiş üzerinden yapıyorsam, insandan kaçışı da hayvan üzerinden yapıyorum belki de. Kente köy üzerinden bakmak gibi. Hep dolaylı bir yoldan çıkmak, varacağım noktaya. Bu yazımın karakteri aslında. Hep böyle oldu. Eylem, örneğin. Galatasaray’ın önemli figürlerinden biriydi bence. Kitabı toplayan bir kahraman oldu benim için. Hem de gerçeklik açısından her şeyi sağladı bana. Hatta güncellik açısından bile. Bir dönem Galatasaray meydanından geçen herkesin bildiği ve bir döneme damgasını vurmuş bir hayvan olarak var o. Türkiye’nin bütün bir gündemini taşıyan, sosyal, siyasal bir nümayiş alanı olan meydanın, bütün dokuyu, görüşleri barındıran bir yerin, alameti farikasıydı Eylem. Onun üzerinden o yelpazeyi oluşturmak çok önemliydi benim için. Hem kolaylık sağladı hem de işlerlik sağladı. Gerçekten Hazzopulo çarşısındaki sahaf öldükten sonra mı ortalıktan kayboldu, yani tarihleri o kadar yakın mı, emin değilim. Ama artık öyle olduğunu söyleyebilirim, çünkü bana o gerçekliği sağladı Eylem.