André Alexis, Tanrılar Zar Attığında adlı kitabında, on beş köpeğe insan aklı vererek yaşananları beklemeye koyuluyor. Kitap, insan aklına ve insan-köpek-tanrı ilişkisine dair düşünmeye sevk eden bir kurmaca
02 Şubat 2017 14:00
Toronto’da bir akşam, tanrılar Apollo ve Hermes insan tabiatına dair bir sohbete koyulurlar, konu konuyu açarken Hermes şu soruyu sorar: “Hayvanlarda insan aklı olsa nasıl olurdu?” Konuşan kişiler Tanrı olunca, bu deneyi gerçekleştirmek zor olmaz. Hermes ve Apollo, insan aklına sahip köpeklerin mutlu mu mutsuz mu olacaklarına dair bir iddiaya girişirler ve André Alexis yazmaya koyulur.
Kulağa ilk başta pek de özgün bir fikir gibi gelmese de, en azından kitaba başlamadan önce aklımızda klasik bir hikâye okuyacağımız izlenimi yaratsa da, Alexis’in romanında köpeklere insan aklı sonradan bahşedilir ve böylelikle, bir köpeğin bir renkle ilk kez karşılaşması ya da dil ile tanışması gibi anlara tanık oluruz. Kitaptaki köpeklerle kurduğumuz ilişki, köpeklerin ilk idraklerinde de onların yanında olduğumuzdan değişime uğrar. Kitap bize birbirleriyle konuşup sohbet eden köpekler sunmaz; konuşabildiğini bir çocuğun emeklemekten yürümeye geçiş sürecindeki gibi kademe kademe algılayan, bu aydınlanmayla yaşamaya çalışan, yeni idrakleriyle baş başa kalmış, eski anılarıyla bu yeni deneyimini harmanlamaya çalışan köpekler karşımızdakiler. Hâliyle onların aralarındaki tartışmalar, diyaloglar, onların başından geçen olaylara bakışımız daha empati yüklü. Köpekler ve okur arasındaki bu değişen etkileşim, kitaptaki köpekler ve insanlar arasında da mevcut. Fakat önce kitabın üstüne kurulu olduğu soruya geri dönelim: İnsan aklı bahşedilen köpekler, mutlu olabilirler mi?
Mutluluk ucu bucağı olmayan bir tanım. Bu nedenle tanrılar Hermes ve Apollo, öncelikle köpeklerin mutlu olup olmadıkları yönünde çelişkiye düşecekler. Köpekler, insan olmalarından bağımsız, sürü olarak barınaktan kaçtıkları için, önce bir lider ihtiyacı duyuyorlar. İçlerinden çıkan liderin, sürünün geleceğine yönelik tehdit olarak gördüğü köpekleri ortadan kaldırma planları yapmasıysa, insanîlikle açıklanabilir. Nefret edilen üç köpeğin, dişi köpek, siyah köpek, kelimeleri tuhaf şekillerde kullanan köpek olarak sıralanması, bu açıklamayı biraz daha güçlendiriyor. Yazar, cinsiyet, ırk ve kültür ayrımını, bizlere altın bir tepside sunuyor.
Köpeklerin insan aklına sahip olması, kendi içlerindeki eylemleri etkilediği gibi, insanlarla aralarındaki ilişkiyi de değiştirir. Köpeğinin konuşulanları anlayabildiğini, hatta konuşabildiğini kavrayan bir kadın, onu hemen veterinere götürür ve köpek deneylere tabi tutturur. Sonrasındaysa, sahibiyle köpeğinin arası hiçbir zaman eskisi gibi olmaz: “Fakat zeki bir varlığın evlerinde bulunması, bu canlıyı yatak odasına, özel yaşamının kalbine aldığı fikri, küçük düşürücü olduğu kadar korkutucuydu da. Bu duyguların üstesinden gelmek uzun zamanını aldı. Örneğin Mecnun bir daha kadının yatak odasında uyuyamadı, kadınsa ne zaman köpeği genital bölgesini yalarken yakalasa utandı.”
Derrida, The Animal That Therefore I Am kitabının girişinde, kendi kedisiyle, duştan çıktığı bir anda yaşadıklarını aktarırken, kedisinin karşısında çıplak olmanın, bakışına maruz kalmanın, kendisini nasıl rahatsız ettiğini hatta utandırdığını aktarır. Biz insanlar, hayvanları gözetleyenizdir, onların bakışlarına maruz kalan değil. Derrida burada, hayvanı gören insan imgesini, duş sonrası kedisiyle göz göze geldiği bir sahne üzerinden ters çevirmeye davet eder bizleri. Aynı bakış açısının Alexis’in Tanrılar Zar Attığında kitabındaki ilişkilerde de görebiliyoruz. Köpek köpek gibi düşünmediğinde onunla iletişim halinde olmak çok daha zordur, çünkü köpek artık insanın duştan çıktığı mahrem anlar için bir tehdit oluşturmaktadır.
Bu noktada, kitaptaki köpeklerle kurduğumuz empati önem taşıyor. Hiçbir koşulda bir hayvan başka hayvanların ölümüne sebep olduğu için ona kin gütmez, ona bir intikam duygusu beslemez, o öldüğünde adalet duygusu ile rahatlamayız. Köpek bizden aşağıda, bilinçsiz ve sadıkken, ona acımayla karışık bir sevgi duyarız. Köpek bilinçli olduğundaysa, onu eylemlerinin sorumluluğunu yüklenecek bir varlık olarak görüyor, yaptığı kötülüklerden ötürü ona hınç duyabiliyoruz. Köpek ve insan arasındaki ilişki, böylece eşit bir seviyeye çekilmiş oluyor. Fakat kitaptaki tanrılar, her daim bizden üstün. Onlarda bu kin duygusu yok. Hiyerarşi kademe kademe devam etmekte; köpekler, köpeklerin tanrısı insanlar, köpeklerin tanrılarının tanrıları. Eşitsizlik bozulana dek, alt kademede olan üst kademede olana sevimli gelmeye devam edecek.
Peki insan özellikleri bahşedilmiş köpekler mutlu olabilirler miydi? Ya da şöyle soralım: Tanrı özelliği bahşedilmiş insanlar mutlu olabilir mi? Bu sorunun cevabı bu yazıda değil. Ama şu ipucu yeterli: mutlularla mutsuzları ayıranın ne olduğuna dair, kitabın sonunda kafanızın üstünde bir ışık yanabilir.