Müşterek bir iş olarak yazmak: Alejandro Zambra’nın denemeleri

"Okumamak adlı bu yeni kitap ağırlıklı olarak kitaplar, yazarlar ve okuma halleri üzerine denemelerden oluşuyor, ama yazmak, yazarlık tutumları, vs. de haliyle işin içinde. 'Yazarlar[ın] genellikle kendinden emin olmayan insanlar' olduğunu, yaptıkları işe karşı radikal şekilde şüphe duyduklarını hatırlatıyor Zambra."

10 Mart 2022 19:00

 

Alejandro Zambra’nın Serbest Kürsü ve Okumamak’ta bir araya getirdiği yazılarında karşımıza sıklıkla edebiyatçı arkadaşlıkları bahsi çıkıyor – bazen kimlerden oluştuğu belirsiz bir topluluktan, bazen de belirli bir yazardan söz ederken. Zambra gibi Şilili olan Bolaño’nun roman ve öykülerinden de aşinayızdır genç edebiyatçıların arkadaş çevrelerine. “Dört Kişi” başlıklı yazısında hoş bir tespiti var Zambra’nın.

“Yazmanın yalnız bir iş olduğundan emin değilim. En azından benim için yazmanın her zaman müşterek bir yanı oldu. Metinleri paylaşarak büyüdüm, hakikaten de bir metin ve birkaç biranın etrafında çember olunan arkadaş toplantılarından daha iyi bir edebiyat atölyesi olduğuna inanmıyorum.” (Okumamak, s. 41)

Serbest Kürsü’nün başında, “Sözlü Otoportreler” üst başlığı altında yer alan “Defter, Arşiv, Kitap” başlıklı denemesinin ilk sayfalarını birinci çoğul kişinin ağzından yazmış olması da o yaşlarda benzer bir arkadaş çevresinde bulunduğunun bir başka göstergesi. Zambra’nın hatırı sayılır sıklıkta hayat hikâyesinden pasajlar aktardığı denemelerini okudukça şunu da fark etmemek (hatırlamamak!) imkânsız: Özellikle gençlikte, yazma işinin başlarındayken daha kalabalığızdır, zamanla pek çok şey gibi kalabalıklar da törpülenmiş, metinlerin yayımlanmadan paylaşıldığı arkadaş sayısı azalmıştır.

Zambra’nın kurmaca-dışı yazılarının albenisi bunları yazarken hikâyeciliğinden, kurmaca yazarlığından sıyrılmamış olmasında, başka bir deyişle, bu iki türün iç içeliğinde. Kendisi gibi Türkiyeli edebiyatseverler arasında haklı ve yaygın bir ilgi kazanmış olan Valeria Luiselli hakkında ilginç bir saptaması var Zambra’nın. “[Luiselli’nin] romanının deneme kitabının kurmaca versiyonu olduğu bile düşünülebilir” diyor. Türkçede de yayımlanan Kayıp Çocuk Arşivi ve Bana Sonunu Söyle için yüzde yüz geçerli bir tespit bu,[1] ama Zambra’nın sözünü ettiği deneme kitabı henüz Türkçede yayımlanmayan Papeles Falsos (İngilizcesi Sidewalks). Zambra söz konusu olduğunda hangi türün öbürünün versiyonu olduğunu söylemek kolay değil, bu yüzden ayıklama uğraşına girmeden okumak en iyisi. “Roberto Bolaño Onuruna Serbest Kürsü” etkinliğinde okuduğu “Konu Serbest” başlıklı denemesinin içine iki öykü sıkıştırdığını eklemek lazım Zambra’nın.

Sadece bu yazı değil, başka denemelerinde de satır aralarında, hatta bazen tek bir cümlenin içinde hikâyeler aktarıyor, dolayısıyla bunlar “fikir yazısı” olmanın yanında “ruh hali” ya da “duygu durumu” yazısı; üstelik tekil birinin değil, bazen bir kuşağın ya da topluluğun. Hatta farklı kuşaklardaki ortak bir şeylerin.

“Yazmak istemek iyimserlik, saflık göstergesiydi: Her şey çoktan söylenmişti zaten, edebiyat tarihi kabarık ve kutsaldı, ona bir şey katabileceğimizi ya da söylemeye çalıştıklarımızın önemli olabileceğini düşündüğümüze göre çok saf olmalıydık.” (Serbest Kürsü, s. 14)

Kurmacayla kurgu-dışının iç içe geçmesi gibi metnin odağındaki kişi de belirsizleşebiliyor. “Tepegöz” başlıklı yazısında (öyküsünde?) “tam bir Cortázar’cı” dediği arkadaşı Claudia mıdır anlattığı, Zambra’nın kendisi mi (yahut Cortázar mı?), buna net bir yanıt vermek kolay değildir. Beri yandan metnin son cümlelerinde saklı bir yanıt bulunduğunu düşünebiliriz pekâlâ.

“Belki de berabere kalmak, birileri üstümüze köpekleri salıncaya ve sarhoş sarhoş açık mavi çitlerden atlayıp oradan kaçmamız gerekinceye dek sohbeti sürdürmek istiyorduk. Ama henüz sarhoş değildik ve bekçi için ha gitmişiz ha kalıp sabaha kadar sohbet etmişiz, bir şey fark etmiyordu.” (SK, s. 77)

Evet, gene “biz” bahsi! (Bu kipin kışkırtıcı bir yanı var, kişisel deneyimleri hatırlamamak ya da onlardan söz etmemek kolay değil. Her iki deneme kitabında da değindiği fotokopi kitaplar hakkındaki yazılarını okurken hangi kitapların fotokopilerini çektirdiğimizin, hangilerini ciltlettiğimizin, hangilerini bir zarf içinde muhafaza etmekte olduğumuzun ya da bir zaman sonra arka yüzlerini müsvedde olarak kullandığımızın çetelesini tutmaktan kaçınmak da zor.) Zambra kendi “biz”inin ayırt edici özelliğinin “bir geçiş dönemini temsil et[mek]” olduğunu belirtiyor. “Çoğunluk yazılarını hâlâ daktiloda, bazense el yazısıyla yazıyordu[r.]” Sonraki kuşaklarda pek rastlanan bir şey olmamıştır bu alışkanlık.

“Şiirlerin ve öykülerin doğrudan bilgisayarda yazılabileceğini tahayyül etmekte zorlanıyorduk. Belki de defterlere ya da bloknotlara karalanan, lekelerle dolu o uzun metinlerin şiirin ta kendisi olduğunu, o şarap ya da kül lekelerinin de şiirin bir parçasını oluşturduğunu düşünüyorduk.” (SK, s. 18)

Zambra, “el [yazısı] alıştırmaları yapan son ya da sondan bir önceki kişiler” olduklarını belirtiyor aynı yazıda, elle yazmayı hiç bırakmadığını da ekliyor. (Sahi, ben ne zaman doğrudan bilgisayarda yazmaya başladım?) El yazısı, daktilo ve bilgisayar arasındaki geçiş dönemini temsil ettiği gibi, Zambra’nın kuşağı “kâğıda inanmaya, orada olası ve elde etmesi güç bir meşruiyet aramaya [da] devam ediyordu[r]” – o zamanlar en azından!

“Şöyle söyleyeyim, gazete okumaya devam ediyor, basının o güne dek sahip olduğu o devasa önemi yitirme yolunda olduğunun bir türlü farkına varmıyorduk.” (SK, s. 21)

Zambra’nın sözünü ettiği yıllar ‘90’ların ilk yarısı. Okumamak’ta yer alan Mart 2012 tarihli yazısındaki şu cümleler kuşağının alametifarikası olan “geçiş”in tamamlandığının da bir ifadesi.

“Söz konusu sorumluluklar olunca [gazetelerin] kültür-sanat sayfalarına özen göstermek gerek. Onları sevmek gerek. Sonuçta biri bizim görüşlerimize bardaklarını saracak ya da balıklarını koyacak.” (O, s. 133)

Aynı yazıda birkaç paragraf öncesinde yazdıklarını da alıntılamamak olmaz.

“Kimsenin bizi okumadığını da biliyoruz. Dünyanın bütün gazetelerinin bütün kültür-sanat sayfası köşe yazarları olarak hepimiz bunun farkındayız. Sırf sinir hastalığından yazdığımız yazıya ayrı bir ihtimam gösteriyoruz, her bir sıfatın tadını çıkarıyoruz, iki nokta üst üste mi noktalı virgül mü diye karar vermeye çalışırken hatırı sayılır bir zaman kaybediyoruz ve bir tashih yaptığımızı ya da idiosenkrazi sözcüğünü yanlış yazdığımızı fark ettiğimizde kalbimize ağrılar saplanıyor.” (O, s. 132) [Vurgu metinde var.]

Zambra, Okumamak’ın başına koyduğu “Yazarın Notu”nda 2002’den sonra gazetelerde kitap eleştirileri yazmaya başladığını belirtiyor. On yıl kadar sürdürmüş bunu, daha sonra bırakmış. Bırakmasının nedeni zannedileceği gibi yazıları kimsenin okumaması değil, gerçek nedeni Serbest Kürsü’deki “Aşktan Deliye Dönen Çocuk” başlıklı denemesinde anlatıyor. Yazı aslında çocukluk yıllarında okuduğu bir kitap ve çocuklukta okumaktan alınan hazla yetişkinlikte okumaktan alınan haz arasındaki farklar üzerinedir. İşte bu okuma hazzının yitiminde önemli bir uğrağın da gazeteler için kitap eleştirileri yazmak olduğunu vurguluyor Zambra. Gazete yazarlığının okuma hazzı üzerindeki olumsuz etkileri bahsine şu önemli soruyu sorarak başlıyor: “Hoşça vakit geçirmek okurların büyük kısmı için neden bayağılık anlamına gelmeye başladı anlamıyorum.” Şöyle devam ediyor:

“Başta ideal bir işti ama gitgide tatsızlaşmaya başladı: Gündemi takip etmek zorunda olmaya dayanamıyordum artık, bilhassa da okuduğum her şeyin çok geçmeden bir metne dönüşecek olması hissine dayanamıyordum. Hobiyi işe, mecburiyete dönüştürmüştüm. Okuma ve yazma alanımı geri dönüşü olmayacak şekilde kirletmiştim. Zira pazar günleri yazdığım köşe benim okuma anlama yoklamalarım, final testlerim, haftalık sınavlarımdı.” (O, s. 39)

Okumamak’ta bir araya getirdiği yazılar ağırlıklı olarak Zambra’nın 2002-2012 arasında gazetelerde yazdığı yazılardan oluşuyor; sadece birkaç yazıyı daha sonra yazdığını belirtiyor. Bu yazıları yazmak belki Zambra’nın okuma zevkini bir dönem harap etmiş (daha sonra yeniden kazandığını sevinçle aktarıyor), ama edebiyatseverler için müthiş bir toplam çıkmış ortaya.

Bu derlemeye neden “Okumamak” adını koyduğunu açıklarken bir anlamda kitabın özetini de veriyor Zambra – en azından bir kısmının, bazı yazıların.

“Aslında başlık bu seçkide bulunan birkaç konuya atıfta bulunuyor; edebiyat dünyasındaki sahtekârlıklara, yeniliklerin zulmüne, iç karartıcı zorunlu okuma listelerine, olağandışı ama artık kök salmış bir alışkanlık olarak kitapları hiç okumadan üzerine konuşmaya ve bir bakıma da başlık bulmanın zorluğuna.” (O, s. 18)

Zambra, Serbest Kürsü’deki bir yazısında da, kendi kuşağından –gene “biz” kipiyle– söz ederken edebiyat ortamında hoşnut olmadıklarını sayıp döker. Başta sonraki kuşakların ellerindeki teknolojik imkânlardan, bloglardan, web sayfalarından, sosyal medya ağlarından söz eder (kendi kuşağındaki yazarlar kitap yayımladıklarında sadece kitabın künyesinin gazetede yer almasıyla yetinmişlerdir – o da şansları varsa!), peşinden kuşaklar arasındaki esas farkı vurgular.

“Biz buna [teknolojik imkânlara] yetişemedik, tam anlayamadık da. Bizim kavgalarımız hiddetliydi, en azından ortalama bir Şilili şair kadar alkoliktik ama öyle caka satmıyorduk. En gençlere kıyasla daha utangaç, daha kekeme ve belki biraz daha gururluyduk, çünkü reklamımızı yapma, kendimizi gösterme, yersizce gençlere seslenme ya da Şili şiirinin rock starlarına musallat olup da sonu gelmez önsözler, malum tavsiye mektupları isteme fikri bize rahatsız edici geliyordu.” (SK, s. 21)

Okumamak ağırlıklı olarak kitaplar, yazarlar ve okuma halleri üzerine denemelerden oluşuyor, ama yazmak, yazarlık tutumları, vs. de haliyle işin içinde. “Yazarlar[ın] genellikle kendinden emin olmayan insanlar” olduğunu, yaptıkları işe karşı radikal şekilde şüphe duyduklarını hatırlatıyor Zambra, ne ki örneklerini sıkça ve yakından bizim de gördüğümüz gibi, hepsi için geçerli değildir bu tespit.

“Karşı kaldırımda sürekli kendilerine yatırım yapmaktan başka bir şey düşünemez hale gelmiş yazarlar fink atıyor. Yaptıkları işin üstünlüğünü savunan birtakım yazarların kendinden eminliği hayret verici.” (O, s. 107)

Sadece yazarlar değil Zambra’nın eleştiri oklarından payına düşenleri alanlar. Yaz kitapları diye bir tür yaratıp bunları yayımlama alışkanlığını sürdüren yayıncılar, bunu mesele edinip soruşturma konusu yapan kültür-sanat gazetecileri, edebi türlerle ilgili yerleşik etiketlerle ilgili kuşku uyandıracak bir yapıtla karşılaştıklarında tepki veren eleştirmenler, “kötü edebiyat arzulayan insanlar”, saçma sapan metinleri ünlü şairlere, yazarlara yakıştırıp paylaşarak bu saçma yumağı büyüttükçe büyütenler, “eşcinselliğe ya da ertesi gün haplarının dağıtılmasına sinirlenen […] çok muhafazakâr ve çok aptal insanlar”, kendilerini tekrarlama riski artsa ve kaçınılmaz bir hal alsa da edebiyatla ilgili toplantılara katılma davetlerini her zaman kabul eden (aralarında kendisinin de olduğu) yazarlar…

Zambra’nın hakkında yazdığı bütün şair ve yazarları Türkiye’de tanıyor, biliyor değiliz, ama bu çok önemli değil, birkaç sayfayı geçmeyen yazılar bütünüyle bir yazar ya da yapıt üzerine değil – sayısız yazar ve yapıttan söz edilse de. Beri yandan, Zambra’nın canını sıkan ve illallah diyerek açıktan ya da satır aralarında dalgasını geçtiği tutumlar, alışkanlıklar, saçmalıklar bize hiç yabancı değil. (“Dünya edebiyatı” dedikleri bu olsa gerek!) “Artık kullanmayacağımız ya da hiçbir durumda kullanmayacağımız kelimelerin dökümünü çıkarma[yı]” öneriyor mesela. Verdiği örnek “fakat bu başka hikâye” diye biten öyküler, romanlar; kendisinin de bu formülü kullandığını ve “belli bir ölçüde işe yarıyormuş gibi görün[düğünü]” belirtmeyi ihmal etmiyor. Kelimelere dair pek az konuşulduğundan şikâyet ediyor, bunların tartışılmadığı kongre, sempozyum, fuar ve kolokyumlardan. Peki, bunların yerine nelerin tartışıldığına dikkat çekiyor? Buna verdiği yanıta da çok aşinayız.

“Hatırı sayılır bir zamanı Latin Amerika edebiyatındaki yeni eğilimlere, romanın olası ölümüne veyahut edebi gazetecilik türündeki önemli gelişmelere dair upuzun soruşturmalara yanıt vererek kaybediyoruz.” (s. 212)

Zambra’nın yazılarının, özellikle gençlik yıllarındaki edebiyat arkadaşlıklarını anlattığı yazıların baştan çıkarıcı ya da “bulaşıcı” olduğunu, sürekli kendi deneyimlerimizi çağırdığını belirtmiştim. Benzer bir çekimden o da söz ediyor. İtalyan yazar Sandra Petrignani’nin “çocukluktan kalma oyuncakları ayrıntılarıyla tarif e[ttiği]” Il catologo del giocattoli (Oyuncak Kataloğu) başlıklı kitabından söz ettikten sonra sözü Petrignani’nin tutum ve bakışına da getiriyor.

Il catologo del giocattoli hepimizin yazabileceği türden bir kitap. Yani bunu bir tek Sandra Petrignani yaptı fakat alıştırma bulaşıcı ve kitabın yarısına geldiğimizde er ya da geç sadece onun izlediği yolu takip etmekle kalmayıp bakışını da taklit edeceğimizi biliyoruz: kendi oyuncaklarımız, kendi anılarımız hakkında konuşacağız ama duygusal ya da ahlakçı tavır takınmadan, hatta belki hiç nostalji olmadan ya da belki yeni bir nostaljinin heyecanıyla: daha az soyut, daha fazla hakiki.” (O, s. 100)

Zambra’nın “nostaljisi” de, hakkını vermek lazım, hayli “hakiki” ve “somut”; kışkırtıcılığı, bulaşıcılığı sanırım bunda. Peki, “ahlakçı” mı? Yeni kuşaklarda gördüğü kimi tavırları eleştirdiği cümlelerin bazısını aktardım, bunlarda da ahlakçıdan ziyade ahlaklı bir tutum aldığı kanısındayım, kendi kuşağının somut ahlakını aktarıyor – “ortalama bir Şilili şair kadar alkoliktik ama öyle caka satmıyorduk.”

Zambra, Okumamak’ın sonuna kendi romanlarına da değindiği birkaç yazı eklemiş, gelgelelim her iki kitabında bir araya getirdiği yazılarını topluca okumak da onun edebiyatını besleyen ana kaynaklar, bakış açıları, vs. hakkında bilgi veriyor. Dikkatimi çekenlerden biri, hayli olağan bir olayı anlatırken alışılmadık (bazen de tam tersten) bir yerden bakması, bunu önermesi. Bir yazardan söz ederken hep yazdıklarından söz ederiz, değil mi? Zambra ise, Alejandra Costamagna’nın yazmadığı ama pekâlâ yazmış olabileceği bir öyküden söz edebiliyor. “Alejandra’nın bu öyküsünü hiç okumadım, sebebi basit, çünkü o öyküyü hiç yazmadı ama bana kalırsa yazmalıydı, bunu ancak o yazabilir.” Biz, henüz Costamagna’nın öykülerini okuma şansı olmayanlara onun edebiyatını aktarmanın bir yolu da bu olabilir elbette, henüz yazmadıklarından, ama yazabileceklerinden söz etmek. Kurmaca-dışı yazısında gördüğümüz bakış açısını tersyüz etme eğilimini Zambra’nın kurmacalarında da bulmak mümkündür. Ağaçların Özel Hayatı’ndaki köprü sahnesini hatırlayabiliriz.[2]

Tanıdığımız bir yazara, Valeria Luiselli’ye ilişkin cümlelerinde de Zambra’nın yapıtlarını hatırlatan bir şeyler mevcut.

“Valeria Luiselli kesinlikle o insanlardan biri değil: Romanı normalleştirmek, alışıldık modellere uyarlamak istemedi, bizi de kendisini de sıkmak istemedi, çünkü zihin boşluklarına, defolara, bize tek bir hayatın içinde bir sürü hayatın barındığını, sahiden ölmeden önce birkaç kez öldüğümüzü, başımıza ne geldiğini ya da kim olduğumuzu asla çözemeyecek olduğumuzu gösteren çoklu hadiselere karşı büyük bir hayranlık besliyor.” (O, s. 77-79)

“Zihin boşluğu”, bilememek, çözememek… İlk anda umutsuzluk, karamsarlık gibi görünebilir, oysa bu gerek Luiselli’de gerekse Zambra’da yeni ve farklı bir başlangıç noktasıdır – bunların farkına varmak, kabul etmek, bunları elde tutarak ilerlemeye çalışmak, kısırlaşmış ya da zaman içinde kısırlaştırdığımız döngülerimizi kırmak için yeni adımlar atmaktır. Bir şeyleri tersyüz eden benzer bir bakış açısına kimi zaman edebiyatın meselelerini tartışırken de ihtiyaç duyarız. Türler (ve etiketler) tartışmasının beyhudeliği üzerine yazdığı yazıda Zambra, bir edebi metnin hangi türde yazıldığını bilememenin yol açtığı muğlaklığın rastgele bir seçim zannedilmesine karşın aslında bir işlevi olabileceğine dikkat çekiyor mesela.

“Etiketler tartışmaya öyle bir hâkim oluyor ki, bu biçemlerin bir anlamı olduğu gözden yitiyor. Başka türde söylenecek olursa: Lumpérica’nın bir roman mı yoksa okuma alışkanlığımızı teskin edecek bir şiir kitabı mı olduğunu kendimize sormuyoruz. Tam tersine: Esas önemli olan Diamela Eltit’in söylemek istediğini söyleyebilmesi için bu muğlaklığa ihtiyaç duyduğunu anlamak.” (O, s. 115)

Eltit’in yapıtına bir başka yazıda kısacık değiniyor Zambra. Eltit, Zambra’dan önceki kuşaklardan, ondan yaklaşık otuz yıl önce doğmuş, Bolaño’nun kuşağından sayılır, ondan da altı yıl önce gelmiş dünyaya. Kendi kuşağının Pinochet diktatörlüğünün, o uzun gecenin gündüzünü yaşadığını belirten Zambra, anne-babalarının kuşağını güçlü biçimde tasvir eden Eltit’in gecenin en karanlık vakitlerini anlattığını ima ediyor. Lumpérica’dan aktardığı ayrıntıda da bir tersten bakma, tersyüz etme çıkıyor karşımıza. Akşam olup lambaların yanması normalde karanlıkta çarpılması mümkün engelleri görünür kılar, oysa diktatörlük zamanında ışığın kendisi bir engel olabilmektedir: “Işıklar kimsenin sokağa çıkma yasağına karşı gelmediğini, kimsenin işportacıların, dilencilerin, çocukların ve âşıkların arkalarında bıraktığı yerleri işgal etmediğini göstermek için var[dır].” (Meydanın gecedeki, sokağa çıkma yasağı saatlerindeki boşluğunu gündüz vakti orada olanlar üzerinden ifade etmesine de dikkat çekmek isterim.)

Serbest Kürsü’deki bir yazısında da Zambra belirsizlik, boşluk meselesine okumalarımız ve yeniden okumalarımız üzerinden değinir.

“Kilit nokta bu bana kalırsa, bir kitapta önem verdiğimiz şey bir biçimde onda bütünüyle anlamadığımız bir şey olduğu hissiyle bağlantılı. Okuma hazzı yeniden okuma olasılığıyla bağlantılı. Kitabın orada olduğunu, onu yeniden okuyabileceğimizi bilmekle bağlantılı.” (SK, s. 37)

Bazı kitapları neden yeniden okuduğumuz bahsinin ayrıntılarına Okumamak’ta yer alan “Onetti’nin Eylemi” başlıklı yazısında Uruguaylı yazarın yapıtları vesilesiyle de değinmiş Zambra. Mesele gene netlik kaybıyla, belirsizlikle ilgili.

“Onetti’yi tekrar okumak onu ilk kez okumaktır. […] Baştan sona hatırladığım cümleler, ortamlar, konular, karakterler, sahneler vardı ama okuma devam ettiği sürece anılar net olmaktan çıkıyor, aynı zamanda her seferinde cümlenin yeniliği şimdi ve burada okuma ihtimali kazanıyordu. […] Hayranlığımızı tarif edebiliyoruz, tercihlerimizin temelini atabiliyoruz […] fakat metinlere döndüğümüz anda kesinlik elden kayıp gidiyor, bu defa yeni anılar, yine de kesin görünen anılar oluşturuyoruz.”[3] (O, s. 62)

Zambra belirtmemiş, daha doğrusu açıkça belirtmemiş ama “kesin görünen anıların” da sadece öyle göründüğünden, bir sonraki okumada netliklerini yitireceğinden emin olabiliriz. Belki de sırf bu yüzden okumak aynı zamanda “okumamak” olarak da anılabilir pekâlâ. Yazı yazmanın esasında silmek olması gibi. Bu fikri bir arkadaşından aldığını belirtiyor Zambra.

“Birkaç yıl önce arkadaşım Andrés Anwandter bana boş kâğıt meselesini saçma bulduğunu söylemişti. ‘Bana göre sayfa hep tepeden tırnağa yazıyla dolu, benim yaptığım kara kâğıt üzerinde bir yerleri silmek’ demişti, biraz da içtiği biralardan aldığı ilhamla. O zamandan beridir yazmanın eklemek değil çıkarmak olduğunu düşünüyorum. Yazar silendir; çoktandır orada olan bir şekli kesmek, tıraşlamak, bulmak. İşte bu yüzden Gonzalo Millán’ın şu sözünü çok seviyorum. ‘Acı yontulur ve şekillenir.’” (O, s. 34)

Yazmak silmekse, yeterince silmemek de bir eleştiri ya da çözümleme konusu olabilir elbette. Raul Zurita’nın kendi soyadını verdiği otobiyografisiyle ilgili şu çarpıcı saptamalarında Zambra’nın yaptığı gibi:

“[Zurita’nın] zihni, Pinochet diktatörlüğü tarafından yerle bir edilmiş bir ülkenin görüntüsüne çakılıp kalmış. Otobiyografisini bu sebeple yazamıyor: Çünkü sesinde diğer acı dolu sesler işitiliyor. Bunlar sonsuza dek kelimelere yapışıp kalmış gürültüler, kalp atışları, yankılar. Bu kitap palimpsest mantığına göre işliyor: Sanki biri Zurita şiirini yazsın diye sayfayı silmiş ama şair o sayfada silgi izlerinin kaldığını biliyor. Ayrıca bir başkasının onun şiirini silip üzerine yazacağını da biliyor. Bir kitap yazmanın ve okumanın nihai anlamının bir alanı paylaşmak, orada müşterek bir hayat kurmak olduğunun farkında.” (O, s. 161)

Zambra’nın Okumamak’ta haklarında yazdığı, yazı boyunca değinmediğim edebiyatçıların bir kısmını sayarak bitireyim bu yazıyı: Borges, Buzzati, Coetzee, Tanizaki, Puig, Llosa, Pavese, Ginzburg, Mairal,[4]Papa II. Jean Paul… (Evet, ta kendisi!)

 

NOTLAR: 


[1] Bu konuya Bana Sonunu Söyle hakkında yazdığım, K24’te yayımlanan yazımda değinmiştim. 

[2] Zambra’nın bu romanı hakkında K24’te yayımlanan “Boşluğun Lekesi” başlıklı yazıda ayrıntılı değinmiştim bu köprüden akan suya bakma meselesine. Yine K24’te yayımlanan Zambra’nın öykü kitabı Belgelerim hakkındaki yazıma da bakılabilir.

[3] Zambra’nın Onetti’ye dair şu saptamasını hiç değilse dipnotta alıntılamak istiyorum. “Onetti edebiyat yapmak için değil, kimsenin yanıtlayamayacağı sorulara yaklaşmak –ve bizi yaklaştırmak– için yazıyordu.” (O, s. 64)

[4] Mairal öbür saydıklarım kadar bilinen bir yazar değil. Tek kitabı var Türkçede: Kayıp Parça. (Kitapla ilgili bir yazı yazmıştım vaktiyle: "Sanatta ve Hayatta kayıp parça – Pedro Mairal"  Onu anmamın nedeni Zambra’nın arkadaşı olması – edebiyatçı arkadaşlıklarına verdiği öneme değindim yazıda. Bu arada gene geçerken değineyim: yakınlarda bir başka arkadaşının daha kitabı Türkçede yayımlandı. Zambra, kitaplarındaki yazılarında ondan ya da yapıtlarından söz etmiyor, ama ismini Serbest Kürsü’nün “Teşekkür” sayfasında yazı taslaklarını okuyanlar arasında sayıyor. Diego Zúñiga’nın Camanchaca kitabı geçtiğimiz yılın sonlarında İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Diego Zúñiga’nın tarzının, romanın kurgusunun ve dilinin Zambra’yı hatırlattığını, yakın frekanslarda olduklarını söylemekle yetineyim şimdilik.