Kitabın adından başlayan ve tüm öykülere yayılan bir “belirsizlik”, eski deyimle bir “muğlaklık” var. Ama bunun yanı sıra olaylar, konuşmalar, kişilikler gayet açık seçik, sarih ve capcanlı. Bu tezatın nedeni ne olabilir?
Belirsizlik, muğlaklık ve hatta itiraf edelim, kitabın adından başlayarak öykülere yayılan birtakım hayaletler var. Sanki birileri var ve bu birilerinin hayatları az kalsın hiç görünmeden yaşanıp geçmekte. Onları kimseler görmese, onları kimseler anlatmasa birer hayalete dönecekler, yaşamları hayaletlerinkine benzeyecek. Kitabı tamamladığımda karakterlerimi ve başlarına neler geldiğini şöyle bir kere daha hızlıca düşününce, bir zamanlar önümde oradan oraya uçuşup durduklarını hatırladım. Bana önce birer hayalet olduklarını göstermişlerdi. Ben onları yazdıkça arzunun, heyecanın, deliliğin, arayışın etine kemiğine bürünüp konuşmaya, istemeye, çatışmaya başladılar. Hayaleti bir kere görmeniz yeter. “Yok” bildiğiniz şey artık sizinle açık seçik konuşmaya başlar, yokluğun varlığa dönüşme işi, bu tezat size capcanlı bir dünya verir. Kitabın ismi ve kitabın içerisi arasındaki işte bu tezat, aslında bize doğrudan kitabın inşasını işaret ediyor.
Yine kitabın adına döneyim. Görenler Olmuştur. Bu başlığı nasıl anlamamız gerekiyor? Bir ihtimalden mi söz ediliyor, yoksa bir kesinlik mi? Bu soru da tabii, bir önceki soruya bağlanıyor.
Bu soruya kendimi içerideki karakterlerin yerine koyarak yani sözgelimi, bir balkonda şehri terk etmeye karar veren Ezgi, şair olma yolunda delirmeye razı Deniz, kolunun peşine düşmüş Muzaffer olarak şöyle bir cevap vermek istiyorum: Başımıza gelenler karşısında aldığımız kararlar, peşine düştüğümüz gerçekler, vardığımız yol ayrımları, uçurumlarımız toplumun gözünden kaçıyor ya da toplum tarafından reddediliyor olabilir. Ama bu istekler, arzular ve bu türlü duygulara, coşkulara sahip insanlar, kabul edilmemiş bir tanrı ya da bir hayalet ya da “aynadaki kendi” tarafından bile görülseler, nihayetinde görülmüş olmazlar mı? Bu bir ihtimalse eğer, ihtimal kendinden bir kesinlik doğurmaz mı? Ben bu soruya başımı salladım ve “Görenler Olmuştur” ismini böyle koydum. Böylece karakterlerim de kendileri için bir nevi adaleti sağlamış oldular.
Öykülere yayılan bir eda var, sanki Latin Amerika öykücülüğü ile söyleşen bir eda var. Doğru bir his mi bu? Var mı özellikle sevdiğiniz Latin Amerikalı öykücüler, ve niye?
Bunu birkaç kişi daha söyledi bana. Açıkçası ben de dosyayı bitirdiğimde bunun farkındaydım. Sebebi şu olabilir: Söylenecekler bende kesinlikle söyleniyor. Kavgalar benimle kesinlikle kavgaya dönüşüyor. Aşklar illa ki aşka… Ve ortadan kaybolunacaksa kaybolunuyor. Sanıyorum, öykülerimdeki Latin duygusu buradan geliyor. Çünkü bizim topraklarda çıplak gerçeklere, çıplak aşklara, çıplak kavgalara izin verilmez. Üstü kapalı söylenir, ima edilir, bağrışılır. Serinkanlı tartışmalar, çıkışı arayan diyaloglar pek yoktur. Birinin gözünün içine bakarak gerçekleri ya da tutkularınızı söylemenizden hoşlanmazlar. Ben bunun üstüne gidiyorum, karakterlerime dosdoğruyu söyletmekten ve okura bunu göstermekten haz duyuyorum. Bir yazar olarak okurun “bir türlü söylenemeyenin” peşinden gitmesinden sıkılıyorum, okuru bulanık sulara bırakmayı sevmiyorum, bak burada her şey bir bir, şak şak yaşanıyor demeyi seviyorum. Bu türlü sebeplerle Cortazar’ı, Bolano’yu, Samantha Schweblin’i, Antoni Casas Ros’u, Paulina Flores’i, Juan Rulfo’yu şimdi burada anmadan duramam.
İlk öykü, “Metalik Toz”da özellikle öne çıkan bir durum: Bir şeyler oluyor ama niye oluyor, öğrenemiyoruz. Ya da niye olmuş, bilemiyoruz. Bu da insanın hayal gücünü doğrudan dürten bir durum. Eco’nun dediği gibi, bir Açık Yapıt. Bilinçli bir seçim mi bu? Yani, satır aralarını, boşlukları okurun hayallerine, okumasına bırakmayı mı istediniz?
Ben okurun kafasında yeni bir kaos yaratmak yerine içindeki mevcut tufana karakter sokmayı seviyorum. Çünkü en güçlü kaçış, bizzat içeriden esen sert rüzgârla gerçekleşir. Ve evet, bu biçimde kurulmuş bir öykü besbelli bir açık yapıttır. Kurduğum öykülerin ve özellikle “Metalik Toz”un çıkış noktası okurun boşluğunda, içini doldurup da bir türlü benimseyemediği gerçeklikte, varamadığı birey dünyasında saklı. O üç karakter, yani Ezgi, Ulaş ve Ferzan işte böylece hepimizin kafasındaki başka tufanların, başka kaosların ateşini yakarak her birimiz için tanıdıklaşıyor, herkes için ayrı meşale taşıyorlar. Kaçmak, yer değiştirmek, var olmayı sürdürmek isteyen bireylerin hepsine ve her birine dönüşüyorlar.
“Hayalet Ağrısı” başlıklı öyküde, çok yakınlarda sanatçı Kader Attia’nın da ele aldığı bir konu, Hayalet Uzuv konusu var. Hislerle gerçeklik arasında gidip gelen bir durumu resmediyorsunuz, acaba burada sınır aşılsa delilik mi ortaya çıkacak? Yoksa söz konusu olan delilik değil de, bir “noksanlık”ın tamamlanmasına duyulan büyük arzu mu?
Çok haklısınız, bu öyküyle birlikte, hislerle gerçeklik arasında gidip gelen bir çeşit kendini sağaltma, sürgit yaşamın içinde kendini yeniden konumlandırma mevzusunu açmak istedim. “Hayalet Ağrısı”, varoluş üstüne anlatmaya, tartışmaya alışkın bir felsefe hocasının sırf kendinden sıkıldığı bir anda yine kendi kendine bir kaçış bahanesi üretmesini anlatıyor. Muzaffer’in hikâyesinde onun kendi noksanlığına yeni bir anlam yükleme arayışı, bu noksanlık üstünden hayatına bir “restart” verme arzusu var. Burada sınırları aşma arzusu da, deliliğe yaklaşma tehlikesi de yok bana kalırsa. Bunalmışlık hissi, yeniden başlama arzusu var, kendisinin de dediği gibi “gerçeküstü bir şeye karışmanın heyecanı” var. Aslında karısı da onun bunalmışlığının farkında ve Muzaffer’in peşine düştüğü şeyi sakince karşılıyor, kocasının arayışına uzaktan da olsa anlayışla, şakalarla, hikâyeler yaratarak katılıyor.
En azından sanat ve edebiyat konusunda Batıdaki hâkim düşünce temsil (mimesis) idi. Temsil, bu sistemde, dıştaki kavranabilir gerçekliği, yani doğayı, taklit yoluyla başka bir yerde, başka bir yüzeyde kurma, bu gerçekliği tekrar tanınabilecek bir şekilde, malzeme, ses veya harf kullanarak sunma edimiydi. Sizin öykülerinizde ise böyle bir temsiliyet, daha doğrusu anlatı ile gerçeklik arasında bir tekabüliyet, bir örtüşme yok. Bu bana neredeyse sürrealist bir tavrı hatırlatıyor. Acaba bu izlenimim ne kadar doğru?
Akıl kırılmaları, aklı devre dışı bırakan ve neredeyse otomatikmiş gibi görünen hareketler, tavırlar, kararlar bize daima sürrealist gelir. Belki de düzenin içinde sürreel bir varoluş, bireyler namına böyle gerçekleşir. Benim öykülerimde de böyle beklenmedik şeyler, toplumun normlarına icabet etmeyen manevralar yaşanıyor. Bunların her birinin vakti gelmiş akıl kırılmaları olduğunu söyleyebilirim. Planlı şeyler mi? Belki evet, belki hayır ama daima içeriden gelen bir itkiyle. Dolayısıyla benim karakterlerimin her biri kendi gerçekliğinin peşine düşüyor. Bu da onları temsil anlayışından uzaklaştırıyor olabilir. Ya da şöyle diyeyim: Gerçekliği bütün maddeselliğiyle dönüştürmeyi arzulayan ve beceren bireyler onlar. Yarattıkları, inşa ettikleri şey daima kendi gerçeklikleri. İnsan ne zaman kendine yeni bir gerçeklik inşa eder, hem de dağ gibi taş gibi, kanlı canlı? Eskisine asla dahil olmak istemediği, artık bunu asla kabul edemediği bir anda. Düzenin, düzensiz ve aşırı bulduğu bu arzulu, bireyin kendi içine hizmet eden hareketler, size katılıyorum, sürrealizmin ayinlerini, büyülü hallerini, törensel vaziyetlerini çağrıştırıyor.
Öykülerdeki yer isimleri de kişi isimleri de çoğunlukla Türkçe. “Darling” gibi istisnalar dışında. Acaba bu isimler mesela İngilizce olsaydı, öykülerinizin havası çok farklı olur muydu? Bana sanki çok olmazmış gibi geldi, sanki çok temel birtakım durumlar söz konusu, kültürel aidiyetlerden öte, daha derindeki birtakım insanlık halleri. Bu bile isteye yaratılmaya çalışılan bir dünya mıdır?
Öykülerimin eğrisini doğrusunu tartarken hep şöyle de düşünürüm: Bu öyküyü dünyanın herhangi bir yerindeki okur okusa, acaba ona bir şey ifade eder mi? Ona da bir şey anlatabilmiş, bir şey izletebilmiş olur muyum? Bu duruma özellikle dikkat ediyorum. Çünkü bir yazar olarak sadece kendi dilimde değil, başka dillerde de okunmak gibi bir hayalim var.
Mesela bahsi geçen “Darling” öyküsündeki Nafiz Bey’i Teksas’ta, yol kenarındaki bir benzin istasyonunda, elinde pompayla hayal ediyorum. Oranın yerlisi, muhafazakâr bir adam, her şeyden çok sevdiği arabasına kendi eliyle benzin koyuyor. Olabilir mi? Ya da “Barajın Suları”ndaki şehirli, akademisyen kadın ve kabuğunu kırıp açmaya çalışan kasabalı gencin aşkını Portekiz’in bir kasabasında düşleyebilir miyiz? Şehirler, kasabalar, binalar, kıyılar, kılıklar değişebilir ama şehirli bir kadınla sıkışmış bir kasabalı gencin aşkı her yerde benzer bir çıkışsızlığı, benzer bir ateşi ve kederi vermez mi bize? Öykülerimi yaratırken bunları da tartıyorum.