LGBT edebiyatının hiçbir zaman kolektif bir gelişme göstermemesi sadece farklı dönemlerde ve farklı türlerde eserler veren eşcinsel yazarlar ya da eşcinsel karakterlere yer veren eserlerle sınırlı kalması mıdır?
07 Ocak 2016 13:10
*Bu başlık Çağlar Çetin’in kaleme aldığı Neden Hiç Erkek Sanatçı Yok? kitabına atıfta bulunarak atıldı. Çağlar Çetin, kitabında Türkiye’deki güncel sanat dünyasında görünmeyen ve sorgulanmayan erkekliği ele alıyordu. “Neden ‘erkek sanatçı’ denmiyorken kadın bir sanatçıdan bahsederken ‘kadın sanatçı’ deniyordu?” gibi sorulara cevap arayan bu kitabın başlığı yazının ilham kaynağı oldu. Erkek ve kadın sanatçı ayrımından yola çıkarak heteroseksüel ve eşcinsel yazar ayrımına gelerek, herhangi bir yazardan “heteroseksüel yazar” diye bahsedilmiyorken, açık LGBT kimlikli yazarların cinsel yönelimlerinin adı ile anılması da benzer bir ayrıştırmayı imliyor. Dünya Edebiyatı’nda XX. yüzyılın ilk yıllarından başlayarak II. Dünya Savaşı sonrasında açık eşcinsel kimliği ile edebiyat dünyasında yer edinen yazarların ve içinde eşcinsel karakterler bulunduran kitapların bütününün “Gay ve Lezbiyen Yazını” olarak ayrılması bir taraftan problemli bir ayrım olarak görülebilecekken, diğer taraftan bu açılmalar eşcinsel görünürlüğüne önemli katkılarda bulunuyordu. Dünyada neredeyse 100 yıldır görülen bu tür ayrımı ve –bir noktada- görünürlük Türkiye edebiyatında neden günümüzde dahi görülemiyordu? Hâlâ neden bir eşcinsel yazını oluşturma olanağı mümkün değildi? Bu yazıya ilham veren bu sorular hem genel anlamda dünyada LGBT edebiyatının gelişimine odaklanmayı hem de Türkiye’deki eşcinsel edebiyatın geldiği –ya da gelemediği noktayı- tartışmaya açmayı hedefliyor.
Türkiye’de LGBT tarihi ele alınırken harekete görünürlük kazandıran en önemli iki isim olarak karşımıza Zeki Müren ve Bülent Ersoy çıkar. İkisinin de ortak noktası ise cinsel yönelimleri ve kimlikleri ile bir dalgalanma yaratabilmiş olmalarıdır. Her ne kadar tarihinde lanetlenen sadomi, eşcinsellerin infazları gibi keskin dönemler bulunsa da söz konusu Avrupa olduğunda ise eşcinsel görünürlüğünü kamuoyuna taşımak denilince akla 19. yüzyılın yönünü değiştiren İrlandalı bir yazar gelir: Oscar Wilde. Oscar Wilde’ın eşcinsel kimliğinden dolayı ahlaksızlık suçlamasıyla 1895 yılında iki yıl kürek hapsine çarptırılması sadece Avrupa’da değil Amerika’da da büyük yankı uyandırdı hatta New York Times’a bile haber oldu. Oscar Wilde’ın, Walt Whitman dâhil döneminde tanınan birçok sanatçı ile olan ilişkileri bir yana onun bu tarz suçlamalarla karşılaşmasına neden olacak olayların tohumunu atan Dorian Gray’in Portresi romanında yer alan eşcinsellik öğeleriydi.
Türkiye’ye geri dönecek olursak eşcinsel edebiyat denildiğinde edebiyatla az çok ilgili herkesin aklına “Divan Edebiyatı’nda da eşcinsellik vardır aslında” gibi sözler gelse de dünyada karakterler ve yazarlar üzerinden açılmalar, davalar, birbiri ardına üretilen gay ve lezbiyen konulu kitaplar ortaya çıkarken Türkiye’de eşcinsel edebiyat üç beş yazar ile sınırlı kalmış, bu yazarlar arasından ise sadece birkaç tanesi cinsel yönelimleri ve yarattıkları eşcinsel karakterler ile genel anlamda bir görünürlük kazanmıştır. Bu noktada bilinçli bir şekilde karakterlerin lezbiyen, gay, biseksüel ya da transseksüel olarak seçildiği bir edebiyata gelinmesinin ise 90’lara gelene kadar mümkün olmayacağının notunu düşmek gerekiyor. En başta tartışmaya açtığım konuya dönecek olursak, dünyada LGBT karakterlerin yer aldığı eserlerin, Postmodern Edebiyat, Modern Edebiyat ya da aşk romanı, polisiye roman, tarihsel roman gibi türlerine ya da dönemlerine göre ayırmak dururken, “Gay ve Lezbiyen Yazını,” “LGBT Edebiyatı,” “Eşcinsel Edebiyat,” “Queer Edebiyat” gibi başlıklar altında toplandığı dönemler olduğunu görüyoruz. Söz konusu eserleri, bu başlıklar altında toplamamanın daha iyi veya daha kötü olduğunu söyleyebilir miyiz? Burada iyi ya da kötü tam olarak doğru bir ifade olmayabilir çünkü farklı bakış açıları ile değişken bir iyi ya da kötü algısı ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Türkiye’de bir “LGBT Edebiyatı” adı altında toplanabilecek bütünlüklü bir dönem ya da farklı dönemlerden ve bu başlık altında toplanacak eserler olmamasının sebebi sansasyonel lezbiyen ve gay yazarın olmaması ya da yeteri kadar çok sayıda LGBT karakteri odağına alan eserin olmaması mıdır? LGBT edebiyatının hiçbir zaman kolektif bir gelişme göstermemesi sadece farklı dönemlerde ve farklı türlerde eserler veren eşcinsel yazarlar ya da eşcinsel karakterlere yer veren eserlerle sınırlı kalması mıdır? Tüm bu soruların net bir cevabı olmamakla birlikte şu an bu soruları sormamıza neden olan şey Türkiye’de bir eşcinsel edebiyatın henüz oluşmamış olmasıdır.
1920’lerde İngiltere, Fransa ve Amerika’da eşcinsel edebiyat daha çok lezbiyen hikâyeler üzerinden ilerliyordu. Bunun sebebi ise erkek erkeğe ilişkiler cezalandırılırken kadın eşcinselliğinin kadınların erkekliğe özenmesi olarak görülmesiydi. Feminist hareketin de etkisiyle Radclyffe Hall, Colette, Virginia Woolf gibi yazarların başını çektiği bir lezbiyen yazını doğmuş oldu. İngiltere’de 1905’te kurulan ve 1920’lerin sonuna kadar var olan, Duncan Grant, Virginia Woolf ve E. M. Foster gibi sanatçıların bir araya gelmesiyle oluşan Bloomsbury Topluluğu da yıllardır gizli kapılar ardında süren sohbetler, mektuplaşmalar ve toplaşmalar ile süren eşcinsellik konusunu yavaş yavaş kapıların ardına çıkarıyor ve sanatın eşcinsel görünürlüğü ve politikası üzerindeki etkisini bir kez daha kanıtlıyordu.
1900’lerin başında Türkiye de eşcinsel hikâyelere uzaktı diyemeyiz aslında. Ama bizde yine ters giden bir şeyler vardı. Avrupa ve Amerika’da özgür eşcinsel aşkı ve cinselliği anlatan hikâyeler bizde heteroseksüel erkeklerin arzu nesnesi haline dönüşen ve çoğunlukla sonunda doğru yolu bulup (!) evlenen kadın aşk hikâyeleri ya da hiçbir zaman doğrudan verilmeyen erkek erkeğe aşk hikâyelerinden oluşuyordu. Bu isimler daha önce konuyla ilgili yazılmış her kaynakta rastlayacağınız erkek eşcinselliğini konu edinen birçok eseriyle Baha Tevfik, 1910’da yayınlanan ve sadece lezbiyen seks sahnelerine yer verdiği için konu açıldığında anılan Mehmet Rauf ve tam olarak eşcinsellik konularına odaklanmayıp yine etrafında daireler çizenlerden Reşat Ekrem Koçu ve Hüseyin Rahmi Gürpınar’dı.
Bu isimleri böyle arka arkaya dizmek muhtemelen hiçbir şey ifade etmeyecektir çünkü söz konusu eserler ne politik ne de sosyal olarak eşcinsellik üzerine herhangi bir söz söyleme kaygısı taşımıyordu. Amerika’da ve Avrupa’da politik olarak eşcinsel hareketin temellerini oluşturan, eşcinsel yazarlar tarafından kaleme alınan, eşcinsel aşkı sorgulayıp hikâyenin sonunda karakterlerin cezalandırılmadığı bir LGBT edebiyatı doğmuş, günümüzde bile gay ve lezbiyen yazının en önemli kaynakları sayılabilecek Orlando, The Well of Loneliness, Venedik’te Ölüm, Kayıp Zamanın İzinde gibi kitaplar çoktan yazılmıştı. Batı’da 1920’lerde yaşanan eşcinsel hikâyelerin anlatıldığı, konu üzerine tartışıldığı, politikasının üretildiği yani kısacası edebiyata konu olan eşcinsel aşk ya da cinselliğinin LGBT görünürlüğüne katkı yapmaya dahi başladığı bu dönemde, bizde yukarıda saydığımız birkaç örnek ile bir eşcinsel edebiyatın oluşmaya başladığını söylemek zaten gülünç olacaktır.
Tüm bu eleştirileri yaparken coğrafya, din, ekonomik ve sosyolojik koşulların farklılığının Türkiye ve Batılı ülkeler arasındaki uçurumu genişlettiğini de akılda tutmayı unutmamak gerek. Tüm bu koşulların ayrılığı Türkiye’de (Osmanlı’nın son döneminde) eşcinsel edebiyatın temellerinin atılmasına engel olmuş ve sonrasındaki muhtemel gelişimi de bu doğrultuda engellemiştir. Ama globalleşen dünyaya ve tüm bu farklılıkların birçok noktada siliniyor olmasına rağmen günümüz Türkiye’sinde neden bir LGBTİQ edebiyatının ve yayıncılığının olmadığı sorusunun cevabını hâlâ eşcinsel yazarların Avrupa’da ve Amerika’da yaptığı o büyük “açılma”yı gerçekleştirememiş olmasında arayabiliriz. Amerika ve Avrupa’da bu açılmaların 1920’lerde başladığını, 90’larda neredeyse tamamlandığını, günümüzde ise bir LGBTİQ yayıncılığına ihtiyaç bile duyulmadığını çünkü söz konusu eserlerin her yayınevinden rahatlıkla yayınlanabildiğini ve en başta bahsettiğimiz gibi bir yazarın eşcinselliğinin ya da LGBTİQ karakterler etrafında dönen romanların kimse için ekstra bir anlam ifade edilmediği bir döneme girildiğini söyleyebiliriz.
1950-60’larda Amerika’da oldukça popülerleşen bir Pulp Fiction (Ucuz Roman) akımı söz konusuydu. Bu kitaplar 90’larda Türkiye’de her gazetenin yanında verilen, içinde cinsellik, aşk, macera ve tutku barındıran pembe dizi tadındaki romanların Amerika versiyonuydu diyebiliriz. Her ne kadar içinde eşcinsel kimlikler ile ilgili oldukça problemli tanımlar bulunsa ve bazıları stereotipleştirilen (erkeksi lezbiyenler ve femme denilen kadınsı lezbiyenler) karakterler üzerinden kurgulanmış olsa da o dönemde sıradan birçok insanın ulaşabileceği bu kitaplar, eşcinsel –özellikle lezbiyen- ilişkilerin de var olduğunu açık açık dile getirir nitelikteydi. Bu romanlar ucuz kâğıda basıldığı, milyonlarca kişi tarafından okunabildiği, herkese ulaşabildiği ve çabucak tüketilebildiği için Pulp Fiction adını almıştı. Ama ilk defa yüksek edebiyatın tahakkümünden çıkan eşcinsel aşklar, cinsellik ve hatta işin içine çoğu zaman ihtiras, cinayet, kıskançlık gibi konuların da dâhil olması ile akıl almaz bir görünürlüğe ulaştı. 60’ların sonuna kadar süren bu akım Ann Bannon, Valerie Taylor, Artemis Smith gibi yazarların dolayısıyla eşcinselliğin bir anda tüm Amerika’da, ev kadınlarından fabrika işçilerine çok geniş bir kitlenin adeta gözüne sokulmasına neden oldu ki bu da ciddi bir görünürlük anlamına geliyordu.
Amerika ve Avrupa 1950-60’larda ucuz romanlar ile çalkalanır, diğer tarafta Beat Kuşağı birçok sınırla birlikte eşcinsellik konusundaki hassasiyeti de çiğner geçerken, Türkiye’de ölümünden yıllar sonra eşcinselliğini artık herkesin kabul ettiği Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan öyküsündeki eşcinsellik öğeleri çoğu kimse tarafından fark edilmiyor; Nahid Sırrı Örik, Tersine Giden Yol ve Sultan Hamid Düşerken adlı romanlarında yine eşcinsellik konularının etrafında daireler çiziyor ama bir türlü esas konuya gelemiyordu.
Hazır Türkiye 60’larından söz açmışken o dönemde Kemal Tahir’in Devlet Ana kitabında eşcinselliğin kaynağını “gâvurlar” olarak göstermesi, bizde eşcinsellik yoktur sözleri ise günümüzde de varlığını devam ettiren “biz Osmanlı torunuyuz bizde eşcinsellik yoktur,” sözünün kitabını yazmaktı desek yeridir.
12 Eylül 1980 askeri darbesiyle Türkiye’de eşcinsellik nefret ve yasaklar zincirine takılırken aynı dönemde Amerika da AIDS virüsü ile savaşıyordu. Ama o güne gelene kadar Avrupa ve Amerika, hem politik olarak hem de bilinçle yazılmış birçok eşcinsel roman, hikâye ve şiire çoktan ev sahipliği yapmış bulunuyordu. Türkiye’de ise 1960-1980 arası üretilen birkaç eşcinsel konulu eser de toz olup uçuyor, eşcinsel edebiyatın oluşmasına ya da herhangi bir açıdan eşcinsel harekete katkı sağlayacak bir noktaya gelinemiyordu. Bu dönemde Amerika ve Avrupa’da ise James Baldwin’den Truman Capote’ye, Alice Walker’dan Jeanette Winterson’a farklı tarzlarda adını saymakla bitmeyecek kadar çok yazar hem eşcinselliğini gizlemeyerek bir mücadeleye girişiyor hem de LGBT karakterleri odağına alan eserler üretiyordu. Türkiye’de ise benzer dönemde eser veren yazarlardan Bilge Karasu’nun eşcinselliği ya da Troya’da Ölüm Vardı kitabındaki eşcinsel öğeler asla tartışılmıyor hatta konu bile edilmiyordu. Benzer dönemde eser veren Attilâ İlhan, Leyla Erbil ve Tezer Özlü gibi yazarların eserlerindeki eşcinsellik, transseksüellik öğelerinin ise bilinçli bir eşcinsel edebiyatı yaratmak, eşcinsel aşkı ve cinselliği edebi eserler üzerinden görünür kılmak gibi kaygılardan azade daha çok kendi edebi tarzları içinde eriyen konular olarak işleniyordu.
90’lar ve sonrasında ise Ahmet Güntan, Selim İleri, Murathan Mungan, küçük İskender, Yıldırım Türker gibi yazarlar erkek eşcinselliğini odağa alan eserler verirken bu eserlerin sayıca çokluğu ya da bilinçli bir şekilde eşcinsel aşkı ve cinselliği ele alması dahi bir eşcinsel edebiyatın oluşmasına olanak vermiyordu.
Sorduğum sorulara vermeye çalıştığım cevapların beni getirdiği noktada “Türkiye’de neden hâlâ bir eşcinsel edebiyat yok?” sorusunun oldukça kalabalık bir cevabı olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de yazarlığın şarkıcılık kadar görünür –sansasyonel- olmaması, görünür olan yazarların ise sadece onları bilen bir kitle tarafından tanınması, açık eşcinsel kimliği ile tanınan az sayıdaki popüler yazarın ise adı üstünde az sayıda olması, eşcinsel karakterlere yer vermekten çekinmeyen yazarların ancak 2000’lerden sonra eser vermeye başlamış olması ve bilinçli bir eşcinsel edebiyat yaratma fikrinin hâlâ doğum sancıları çeken bir süreçte olması ise bu cevaplardan sadece bazıları.