“Kıyımın, zulmün, adaletsizliğin her geçen gün hayatımızın daha doğal bir parçası haline geldiği bir dünyada anormal sayılanlardan olmaktır asıl normallik bence. Hatta bir adım öteye gidecek olursam, çektikleri acıya üzülmekle birlikte, onların arızalarıyla gurur duyduğumu bile söyleyebilirim. İncinmeyi ve utanmayı bilen insanları sever gibi seviyorum onları. Derisini kalınlaştırmadığı ve bu dünyaya dayanamadığı için yaralanan herkesi normal buluyorum.”
19 Kasım 2020 16:00
Her birimizin dünyanın kaosundan sıkılıp saklandığımız ortak bir mekân var ki, evlerimiz. Peki ya göçebeler, hiç sürekli aynı mekânda soluklanamayan ve hayata karşı gardı da olanlar? Nermin Yıldırım Ev isimli yeni romanında Seher karakterinin çocukluğundan getirdiği göçebelik durumunu Camino de Santiago’nun Portekiz ayağına yaptığı yolculuk ekseninde anlatıyor. Ona bu yolculuğunda Ogo isimli arkadaşı eşlik ediyor. Konusuyla dikkat çeken ve kullanılan dille eğlendiren Ev, okuyucuyu kendi hayatında da yolculuğa çıkarıyor.
Ev, Seher karakteriyle birlikte okuyucunun da içsel dünyasına yolculuk yapabileceği bir roman. Bir romancının böyle bir kitabı yazması için kendinden bağımsız bir karakter yaratmış olsa dahi iç dünyasına doğru bir yolculuk yapması gerek sanırım. Kitabın yazım süreci sizde ve hayata bakışınızda neleri değiştirdi?
Karakter inşası bir tür tanıklık ve temsiliyet teşebbüsüdür. Empati kurduğunuz anda, bir yandan onun damarlarında akarken bir yandan da kendi dehlizlerinizde yol almaya başlarsınız. Karakterle birlikte ister istemez kendinizi de kazmaya, kazımaya başlarsınız. Romanın doğasında var bu kazı. Ev de bir kazı yolculuğuydu. Bu süreç bana kirişleri, kolonları kontrol etme, kendi temelime inip bakma şansı ve belki de cesareti verdi.
Kitabın yazımına nasıl hazırlandınız? Sizin de aynı yolu kahramanınız gibi yürüdüğünüzü biliyorum. Seher’in yolculuğuna nasıl bir katkı sağladı yürüyüşünüz?
Evet, yaklaşık iki sene önce Camino de Santiago’nun Portekiz ayağının kıyı rotasını yürüdüm. Sırtımda bir çantayla taban teperek Portekiz’in Porto şehrinden İspanya’nın Santiago şehrine vardım. Somut ve bariz özelliklerinin yanı sıra soyut ve muğlak manalar da taşıyan, ucu Şamanlara kadar dayanan, çağlar boyu farklı sebeplerle yürünmüş, kadim bir hac yoluydu bu. Otomobillerin birkaç saatte alabileceği mesafeyi 11 günde yürüdüm, şişmiş tabanlarımın acısına rağmen halimden memnun... Şimdi bugünden bakınca, yolun fizikî koşullarının metne salt kurgusal manada girmediğini, ona tüm temeli şekillendiren bir perspektif ve kavrayış da kazandırdığını görüyorum. Büyük kısmı bilinç akışı tekniğiyle yazılmış bir roman Ev. Fiziksel yolculuğun akışkan dinamikleri, içsel yolculuklara da sahne olan Ev’in zaman-mekân düzlemine ve yer yer sayıklayan diline doğrudan sirayet etti. Bilhassa zaman geçişlerinde ve paralel hikâyelerin iç içe eriyişinde bu etkinin daha da belirgin olduğunu düşünüyorum.
Ölüm, ölüm korkusu, evsizlik, aidiyetsizlik, hayata karşı güvensizlik kavramları bu kitapta benim karşılaştığım kavramlar. Ortak belleğimizdeki korkuları yakalayıp biraz olsun rahatlatma amacı taşıyor mu sizce kitap?
Bu saydığınız kavramlar insan varoluşunun temel meselelerinden. Ev de sürüklenişimizi, savruluşumuzu, belleğin kendini tahrip eden oyunlarla açtığı çarpık patikaları takip ederek en derinde saklı durana dokunmaya çabalıyor. Bu yüzden bir kazı romanı. Neticede öleceği hakikatinden haberdar yaşayan varlıklarız. Bu bilgiyle gelen korkular ve anlamsızlık duygusu belli dönemlerde daha da keskinleşiyor. Mesela toplumsal yıkım, savaş, kriz dönemlerinde büsbütün palazlanıyor. Kolektif bir çıldırma halini alınca, yaygınlığı sebebiyle anomaliden de sayılmıyor. Ama Ev’i yazarken temel amacım çözmek değil, düğümü görmek, rahatlatmak değil, anlamaya çalışmaktı. Edebiyatın esas meselesi de budur bence. Yine de okurlardan gelen tepkilerden de hareketle, romanın korkularımıza önce tuz basıp sonra da üflemeye aday olduğunu söyleyebiliriz belki. Ev’in yolu bu. Benim yolumsa şu: Bir sızı var ama nereden geliyor? Hele önce bir yerini işaretleyelim.
Başka bir mekân belirleyebilirdiniz ama Seher’in yürüdüğü yol Portekiz Hac Yolu – Camino de Santiago. Bu mekânı sizin için önemli kılan ne?
Öncelikle bizzat yürümüş olmam. Öte yandan, işin doğrusu bu yola bir roman yazmak üzere değil, yürümek üzere çıkmıştım. Yürümek için bu yolu seçmiştim çünkü doğal güzellikleriyle olduğu kadar tarihsel ve kültürel referanslarıyla da ilgi çekiciydi. Pitoresk manzaralar ve grotesk hikâyeler vaat eden bir macera izlenimi vermişti bana. Öyle de oldu. Çünkü sahiden büyüleyici bir yol. Yolcusunu okyanus kıyılarından, ormanlardan, dağlardan, kumullardan, bostanlardan, tarlalardan, nehir yataklarından geçiriyor. Yıldızların yeryüzündeki aksini takip ediyor. Farklı başlangıç noktalarına sahip rotaları var ama hepsi Santiago’da, aynı meydanda buluşuyor. Üstelik hikâye burada da bitmiyor. Eve dönmek istemeyen yürüyüşçüler için hemen devamında bir de Finisterra rotası mevcut. Finisterra eskiden dünyanın sonu olduğuna inanılan, okyanus kıyısında minik bir kasaba. Yol Finisterra Burnu’nun en sonuna dikilmiş, devasa Atlantik dalgalarından yediği onca sopaya rağmen yıllardır ayakta kalmayı becermiş, tek başına bir deniz feneriyle bitiyor. Yani dünyanın sonunda bitiyor. Sadece imajinatif olarak bile fazlasıyla güçlü olan bu parçalar yolun tarihiyle ve rivayetleriyle birleştiğinde, bir romancının kolay kolay kayıtsız kalamayacağı, kışkırtıcı bir çağrıya dönüşüyor. Ben de hayli etkilendim ve bir sürü yerden tetiklendim. Mesela buranın bir hac yolu olması, romandaki Seher’in içsel yolculuğu, yani bir anlamda kendi magmasına yaptığı hac yolculuğu için de ilham verici oldu. Çok farklı türlerdeki yollar, haclar ve hacılar Ev’de birleşti böylece.
Ömer Türkeş’in kitabınızla ilgili yazısında her romanınızda kadın karakterlerin biraz arızalı olduğuna dair görüşünü (buna ben de katılıyorum) okudum. Kitaplarınızda bu kadınlara yer verme nedeniniz arızalı karakterleri anlama ve anlatma çabası mı?
Bilhassa arızalı karakterlerden bahsetmek gibi bir niyetim yok aslında. İnsandan bahsediyorum. Ne var ki çağımız insanını anlattığım için hiç şaşırtıcı olmayan bir biçimde arızalanıyor karakterlerim. Kabul edelim, ontolojik olarak insan arızalıdır, arazlardan örülmüştür. Her ne kadar erkek toplumumuzda ‘arıza’, ‘deli’, ‘tuhaf’ tanımları daha ziyade ve iştahla kadınlara yakıştırılsa da, benim esas derdim arıza kadınlarla değil, toplumun bizi sakatlayan mekanizmalarıyla oldu hep. Bizde araz bırakanlarla… Roman karakterlerimin marjinal bir kesimi yansıttığını düşünmüyorum. Dibine kadar çamura batmış bir dünyada nasıl yaşanırsa öyle yaşıyor, nasıl yaralanılırsa öyle yaralanıyor ve nasıl arızalanılırsa öyle arızalanıyor onlar. Anormallikleri bana son derece normal görünüyor. Çünkü kıyımın, zulmün, adaletsizliğin her geçen gün hayatımızın daha doğal bir parçası haline geldiği bir dünyada anormal sayılanlardan olmaktır asıl normallik bence. Hatta bir adım öteye gidecek olursam, çektikleri acıya üzülmekle birlikte, onların arızalarıyla gurur duyduğumu bile söyleyebilirim. İncinmeyi ve utanmayı bilen insanları sever gibi seviyorum onları. Derisini kalınlaştırmadığı ve bu dünyaya dayanamadığı için yaralanan herkesi normal buluyorum. Bu dünyaya zahmetsizce katlanabilen, ondan rahatsız olmayan, velhasıl arıza vermeden, tıkır tıkır işleyen biriyse beni ancak ürkütebilir.
Seher tek başına hareket etmekten hoşlanan, kimi zaman bencil, hayatı zor geçmiş ama özünde iyi, kimseye bilerek zarar vermeyecek bir karakter. Yol arkadaşı Ogo ise hep alttan alan, daha normal tepkiler veren ama bir yandan da başkasının hayatına emrivakiyle başka kişileri ve olayları da katabilecek bir tip. Bir yandan her ikisinin farklı özelliklerine sinir olup bir yandan da sevebiliyoruz. Bir karakter oluştururken buna özellikle mi dikkat ediyorsunuz; yani yüzde yüz iyi ya da kötü yoktur'un altını çizmeye dikkat mi ediyorsunuz?
Mutlak iyilik ve kötülük gerçekçi değil. Böyle yazılmış karakterler de plastik kalmaya mahkûm bence. İnsanların farklı yüzleri olur hayatta. En karanlık karakterin bile yumuşadığı, ışıldadığı bir an vardır, ya da tam tersi. Meleklere ve şeytanlara inanmıyorum, ya da bu ikisinin temelde aynı şey olduğunu unutmuyorum, diyelim. Yazarken benim öncelikli derdim anlamak. Yoksa nefret edeceğim ya da körü körüne seveceğim bir karakter yaratmak değil.
Romanlarınızda geçmiş, bellek, unutmak ve unutmamak kavramları çok sık geçiyor. Bunun özel bir nedeni var mı? Neden bu kadar ilginizi çekiyor?
Kierkegaard hayatın ileri doğru yaşandığını fakat geriye bakarak anlaşıldığını söylüyor. Ama biz çoğu zaman oraya baktığımızda sadece anlamak istediğimizi anlıyoruz. Beynin her daim ihtiyaca göre şekillenen bir ajandası var. Hatırlamak da, unutmak da pek masum işler sayılmaz. Bunlar bizim kendi küçük bellek suikastlarımız çoğu zaman. Velhasıl tabii ki ilgimi çekiyor. Geçmişe saplanıp kalmak yanlısı değilim ama bugünü anlamak için hem bireysel hem toplumsal olarak geriye bakıyorum. Görünürdekine değil, onun arkasındakine, onu oraya taşıyana, besleyen ve çoğu zaman zehirleyen şeye… O şeyin adı geçmiş. Çoğu zaman çocukluk, ev, aile... Buralar benim kazı alanlarım oldu hep. Neredeyse saplantılı bir biçimde etraflarında gezindim, içlerine girip eşelendim.
Ev’in tanıtım cümlesinde, “Hayata tutunmak için inanmaya mecbur kaldığımız bütün yalanlar günü gelince açığa çıkıyor. Ve sonra ölmüyoruz. Daha kötü bir şey oluyor. Öğrendiklerimizle yaşamaya devam ediyoruz” diyorsunuz. Ölmekten daha kötü müdür gerçekle yaşamak ve ona alışmaya çalışmak?
Benim fikrimi soruyorsanız cevap tabii ki hayır. Bahsettiğiniz alıntı ise kahramanımız Seher’in ağzından bir cümle. Kritik bir durumla ilgili söylediği, onu malum yola çıkaran ruh halini ele veren bir şey. Hayatta kimi gerçeklere katlanmak sahiden zor. Ama gerçeklerin yüküyle bile olsa yaşamak, sürprizlerle dolu hayat yolunda yürümeye devam etmek muhteşem bir şey! Her şeye rağmen hem de… Aslında Ev’in fertleri de hayatın zor, meşakkatli, zahmetli olduğunu kabul etmekle birlikte, cümle zorluğuna rağmen muhteşem, biricik, harikulade olduğunu anlatıyor.
Her kitabınızın eminim farklı yeri vardır. Ev dil bakımından hem çok nüktedan hem de çok incelikli bir yapısı var. Bu kitabın Nermin Yıldırım’ın hayatındaki yeri ve önemi ne?
Dil meselesine bilhassa kafa yoruyorum. Rüyasını gördüğüm dile varabilmek için defalarca baştan yazıyorum metinleri. Bu anlamda Ev uzun uğraşlar sonunda da olsa aradığım sesi duyabildiğim bir roman oldu. Onun ötesinde başka anlamları da var elbet. İlk romandan bu yana üstüne kalem oynattığım kimi konularla beni zarifçe helalleştiren bir roman olduğunu hissediyorum. Dünyayı anlamaya çalışırken izlediğim yollar elbette değişmez. Ama o yollardan artık biraz daha hafiflemiş olarak yürüyeceğimi, yeni patikalara girme heyecanı duyabileceğimi hissediyorum. Deniz Yüce Başarır geçen gün çok hoşuma giden bir tanım yaptı Ev için. Ev’in tüm romanlarımın önüne koca bir sigma işareti koyduğunu, “bir summenzeichen, bir tür anlama rehberi gibi” olduğunu söyledi. Bugüne dek yazdığım tüm karakterleri en baştan anlamlandırabilecek bir metin. İnsanın kendi yazdıklarıyla ilgili bu tür tanımlamalar yapması çok zor. Velhasıl, herhalde bu şekilde ifade edemezdim ama en nihayet ben de Ev’in müstakil bir roman olmakla birlikte, geriye dönük okumalara da başka türlü bir ışık tutabileceğini düşünüyorum açıkçası.
Bu arada, İspanya’da yaşıyorsunuz. Oradaki hayat nasıl, pandemiyi nasıl geçirdiniz? Şimdi neler yapıyorsunuz?
İlk 2,5 ay sokağa çıkma yasağıyla bütün ülke evdeydik. Sonra kademeli olarak açıldı. Sonbaharla birlikte de yine bazı kurallarla hayat kısıtlandı. Ben şimdi romanın arkasından Türkiye’ye geldim ama bir gözüm de orada tabii. Yine yeni kurallar geliyor. Tümüyle kapanmasak da kontrollü bir kış geçireceğiz anlaşılan.
Türkiye’yi özlüyor musunuz?
Üç hafta öncesine kadar özlemekten bitap düşmüş durumdaydım. Normalde birkaç ayda bir gelip uzunca kalırım ama pandemi yüzünden neredeyse bir yıl ayrı kalmıştım buradan. Hayatımda ilk kez bu kadar uzun sürdü ayrılığımız. Neyse ki sonunda gelip hasret giderebildim. Ama hasret hayatın değişmez parçalarından. Ha bire dönmek, dönmek, ev gibi dönmek, ana rahmi gibi dönmeye çalışmak... Zor işler… Neyse, şimdi buradayım işte. Evde…
•