Neslihan Önderoğlu: Yas tutmayı bilmediğimiz için ağlamaya âşık bir milletiz. Geçmişimize bakarsanız, katliamlar, öldürülen aydınlar ve toplumsal travmalar bizde çok çabuk yaşanır ve unutulur...
27 Nisan 2017 13:59
Haldun Taner Öykü Ödülü sahibi Neslihan Önderoğlu’nun ON8’deki romanı Ay Dolandı, onun her yaştan okura hitap ettiğinin bir kanıtı. ON8 Blog komşum olan yazarla, hikâyenin içinde aktığı mekân ve onu içlerinde gizleyen ayrıntılar üzerine konuştuk...
Gözlem gücü ve öyküyü işleyişiyle dikkati çeken Neslihan Önderoğlu’nu gençler için yazdığı öykülerle tanıdım. Oysa o, hem gençlere hem yetişkinlere hitap eden bir yazar. Altı senedir gittikçe ustalaşarak yazıyor. Niye altı sene?
Daha önce yazmamam, tamamen yaşamsal kaygılardandı. Çok seyahat gerektiren başka bir mesleğim vardı. İnsan çok iyi bir yazarım diyemez belki ama, “Çok iyi bir okurum” diyebilir. Sistemli bir şekilde okuyan, profesyonel bir okur olduğumu söyleyebilirim. Ve tutkulu bir film seyircisi. Bu iki tutkumu nerede buluşturabilirim diye düşününce, aklıma senaryo geldi ve iki yıl boyunca SENDER’in (Senaryo Yazarları Derneği) atölyesine devam ettim. Bu sayede, görerek ve film gibi sekans sekans düşünerek yazdım.
Karakterlerini daha çok düşünceleriyle, eylemleriyle ve söyledikleriyle tanıyoruz. Yeni romanın Ay Dolandı'da da böyle.
Evet, bu anlamda mekân çok önemli benim için. Mekân, hikâyenin içinde aktığı nehir yatağıdır. Konusuna göre yavaş yavaş ya da gürül gürül akan bir nehir olabilir, ama nasıl bir mekân seçeceğiniz o nehrin akışını çok etkiler. Ay Dolandı ile ilgili birkaç yazar arkadaşımla sohbet etmiştik, onların da gündeme getirdiği bir nokta var. Saliha karakterinin, Erdal’la birlikte iş görüşmesine gittiği ofis sahnesinde, poğaçanın konduğu beyaz kâğıdın üzerinde yayılan yağ lekesiyle zamanı ölçmek, duvardaki jaluziyi “iki cam arasına sıkışmış jaluzi” olarak ifade etmek çok önemli ayrıntılar demişlerdi. Öykü, ayrıntılarda gizli. Okurun karakterle, karakterin mekânla ilişkisi açısından ayrıntıların iyi aktarılması gerek.
Ay Dolandı’nın karakterlerinin birçoğuna sempati duyuyoruz: Saliha, Güldal, Ahmet, Saliha’nın babası İhsan, amcası Necmi… Ancak bu karakterler maddi ya da mekânsal olarak birbirinden uzak. Nasıl yorumluyorsun bunu?
Özellikle baba ve amca, Erzurum’dan gelmişler, kendi elleriyle Fikirtepe’deki gecekonduyu yapmışlar. Onlar için çok değerli bu mekân, orada yaşamışlar, kök salmışlar. Bahçedeki incir ağacıyla bir özdeşlik de var. Kardeşlik ilişkisi çok iyi. İlginç olan, maddi koşullar, inanç, mezhep, işsizlik gibi konular açısından, günümüz Türkiye’sinin bir fotoğrafı gibi olmaları. Bu karakterler, bugünkü Türkiye coğrafyasında hep iç içe yaşadığımız insanlar. Alevi, Kürt, Türk birbirlerine karışmışlar, tepkileri farklı sadece. Bu da, geldikleri yerden ve kültürden kaynaklanıyor.
Bir çıkış yok mu, peki?
Bu tür ailelerde iki çıkış yolu vardır. Birincisi, Erdal’ın dediği gibi sermayen varsa ticarete atılırsın. İkincisi, yeterince zeki ve başarılıysan, okuyabilirsin. Benim ailem memur insanlardı ve bize dedikleri bir şey vardı: “Oku, okumazsan aç kalırsın.” Bizler de, aç kalacağız korkusuyla deli gibi çalışırdık. Kitapta, Miran bunu başarmış. Uzaklardan gelip tıp okumuş. Erdal birinci yolu izliyor, babayı ikna etsem de şu işi büyütsem diyor. İşin ilginç tarafı, Saliha iki yola da inanmıyor.
Kitap insanda “zamansız bir roman” duygusu uyandırıyor. Bu yaşananlar her zaman olabilir, duygusu var. Dün, bugün, yarın...
Aslında öyle. Kitapta inşaatın durdurulduğu bölümde Antik Çağ’a bir gönderme var. Fikirtepe’nin eski ismi Harhadon, gemilerin yanaştığı bir liman; Kadıköy’ün eski ismi de Khalkedon, ticaret için gidilen bölge. Oradaki gönderme, hem o tarihin yok edilmesine hem de bu insanlar nereye gidecek sorusuna cevap aramakla ilgili. Zamanında Fikirtepe’ye yerleşen insanlar, bugün o lüks yapıların arasında ne yapacaklar? Giderlerse şehrin daha başka hangi tepesine gidebilecekler?
Ay Dolandı, sinema sevgisi ve senaryo motivasyonundan olsa gerek, film gibi akıp geçiyor. Okur olarak, kitabın çabucak bitmesi üzücü, ama yazar ileride kitabının filme uyarlanmasını ister mi acaba?
Romanı, neredeyse görerek yazdım. Her sahne, her an gözümün önünde. Öte yandan, şu an yaşadığımız her şeye o kadar uyuyor ki… Hem kentsel dönüşüm öncesi ve sonrasında yaşananlar, hem insanların mekânla kurduğu ilişki anlamında, hem de olan bitene verilen tepkileri düşününce, bu roman tam anlamıyla bugünün anlatısı diyebilirim. Filme uyarlanmasını çok isterim bu nedenle.
Neslihan Önderoğlu, yazarın her şeyi söylemesi gerektiği düşüncesine katılmıyor. Okurları sık sık, “Ee, sonra ne oldu?” diye soruyormuş. Ay Dolandı'nın da ucu açık ve belirsiz bir sonu var.
Hem okur hem de izleyici olarak, son görmeye o kadar alışmışız ki… Köprü Kitaplar koleksiyonu için yazdığım Bana Sesini Bırak’la ilgili okullardaki söyleşilerde, gençler en sık şunu soruyor: Ana karakter Duygu, İstanbul’a dönecek mi, yoksa Ayvalık’ta mı kalacak? Devam kitabını yazacak mısınız? Oysa ben, okur bunu kendisi yazabilir diyorum. Bu nedenle Ay Dolandı’nın sonunda böyle bir belirsizlik var.
Hem “son” merakı, hem de ağlama ve dram düşkünlüğü yaygın. Edebiyatta da, filmler ve dizilerde de...
Yas tutmayı bilmediğimiz için ağlamaya âşık bir milletiz. Psikiyatri profesörü Vamık Volkan bir kitabında, yaşanan acı ne olursa olsun, üstünün örtülmemesi ve acının zamanında yaşanması gerektiğini söyler. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Geçmişimize bakarsanız, katliamlar, öldürülen aydınlar ve toplumsal travmalar bizde çok çabuk yaşanır ve unutulur. Ancak, yası tamamen yaşayamadığımız için de kitaplarda, filmlerde ve dizilerde böyle bir dram ve ağlama malzemesi birikti.