İngilizcenin büyük ustalarından, fabrika işçiliğinden ABD’nin başşairliğine uzanan yolculuğunda şiiri sıradan Amerikalıların hayatına sokan Philip Levine hayatını kaybetti
Amerikan işçi sınıfının sesiydi o; “sessizlerin sesi”ydi. Bizim yakıştırmamız değil bu, şairin genç yaşından itibaren kararlılıkla hayata geçirdiği varoluşsal bir tercihin ifadesi. On dört yaşındayken Detroit’te çalışmaya başladığı otomobil fabrikalarını unutmamaya karar vermiş, orada gördüklerinin şiirini yazmayı seçmişti.
Yıllar sonra Detroit Magazine’e şöyle anlatacaktı: “Birlikte çalıştığım insanların… bir bakıma sessiz olduklarını görmüştüm. Birleşik Devletler’in edebiyatı söz konusu olduğunda, bu insanların sesleri duyulmuyordu. Kimse onlar adına konuşmuyordu. Ben de ancak gençlerin yapacağı türden bir şey yaptım ve onların adına konuşacağıma, hayatımı buna adayacağıma dair aptalca and içtim. Ve hakikaten gidip yaptım bunu. Ya da en azından yapmaya çalıştım.”
Philip Levine dün (14 Şubat) hayatını kaybetti. Bir süredir pankreas kanseriyle mücadele eden şair 87 yaşındaydı.
2011-2012 yıllarında ABD’nin başşairi (Poet Laureate) olan, Pulitzer ödüllü ve 2013’te Amerikan Şairler Akademisi tarafından verilen Wallace Stevens Ödülü’ne değer bulunan Levine yarım asrı aşkın bir süre şiir yazdı, yeni dizeler doğurmayı, genç kuşaklara şiir üzerine dersler vermeyi, antolojilerde editörlük yapmayı seksenli yaşlarında da sürdürdü. Geride birçok dile çevrilmiş, Türkçeye ise çevrilmeyi bekleyen binlerce dize, yirmiden fazla şiir kitabı bıraktı.
Onun için “Amerika’nın proleter şairi” denir, evet. Aslında Levine, kökeninin, kimliğinin, geldiği yerin, kendi gerçeğinin şairiydi. 1928’de Büyük Buhran’ın çöküntüsünü bizzat yaşayan Rusya göçmeni yoksul bir Yahudi ailenin çocuğu olarak Detroit’de doğmuştu; onun şiirinin iklimini, coğrafyasını, ruhunu, kavgasını belirleyen de bu başlangıç oldu. Özünden hiç uzaklaşmadı, sanki imkânsızdı uzaklaşması, bir şiirinde “neyi yazmak için gönderildiysem onu yazıyorum” der.
Levine şiiri hazır formüllere, ajitasyona, propagandaya, başı sonu belli yakarışlara tenezzül eden bir politik şiir değildi ancak. Arayışın, soruların, bilmekten ziyade anlama çabasının şiirini yazıyordu.
“Bir yere gidip geri dönene kadar nereye gittiğim hakkında hiçbir fikrim olmaz” diye anlatmıştı şiirindeki arayışı, “ve sonrasında bu yolculuğun ne anlama geldiğini kavramam çok uzun zaman alır.”
1988’de The Paris Review’da Mona Simpson’ın sorularını yanıtlarken yine bu arayışa getirmişti sözü. Keats gibi o da, varlıklar içinde en az şairane olanın şairler olduğunu düşünüyordu. “Serçelerle birlikte çakıl taşlarının arasında eşinmeyi” göze almalıydı şair dediğin, hayatın ona sunduklarını kendisinin kılmayı denemeliydi.
Levine deneyenlerdendi. Ona, şiirinden hiç eksik etmediği, umudun ve hayatın simgesi saydığı yağmuru özleyen dizelerle veda ediyoruz.
“Burial Rites” (Ölü Gömme Törenleri) şiirinin ilk dizeleriyle:
Herkes buraya döner ölmek için / yakında benim de yapacağım gibi. Burası uygun gelir insana / zira daha en başta yarı yarıya ölüdür. / Bu sabahki gibi basık bir gökyüzünün / birkaç sahte gözyaşı haricinde / bütün hazinesini içinde sakladığı nadir yağmurlu sabahlarda bile / sert toprak hiçbir şeyi almaz içine… (K24)