Nurdan Gürbilek'in yeni kitabı Sessizin Payı 20 Şubat'ta Metis Yayınları'ndan çıkacak. Gürbilek K24 için kitabın "Fatih-Harbiye" başlıklı bölümünden bir parça seçti
Türkiye'de cumhuriyetin bir kültürel yarık üstünde yükseldiğini ilk söyleyenlerden biri Peyami Safa’ydı. 1931’de cumhuriyet henüz sekiz yaşındayken yazdığı Fatih-Harbiye’de yeni kurulan cumhuriyeti bir tramvay hattıyla birbirine bağlanmış “iki ayrı kıta, iki ayrı hayat anlayışı, iki ayrı metafizik” üzerinden okuyordu.(1) Bir yanda İstanbul’un zengin, modern, asri semtleri vardı: Tünel, Galatasaray, Beyoğlu, Harbiye. Diğer yanda fakir düşmüş, geleneklerine bağlı, mütevekkil ve dindar Fatih. Roman bir ikili karşıtlıklar semiyotiği (“iki zıt iştiyakın remizleri”) üzerine yükselir: Fatih ud, Beyoğlu kemandır. Fatih ezan, Beyoğlu balodur. Fatih saz peşrevi, Beyoğlu cazdır. Fatih ahşap, Beyoğlu taştır. Fatih hacıyağı kokusu, Beyoğlu parfümdür. Bu iki zıt dünya arasında “Kâbil’le New York arasındaki” kadar büyük bir fark vardır.
Bir kadının kültürel eşiği aşmasıyla başlar Fatih-Harbiye. Fatihli Neriman siyah saten gömleğini, siyah başörtüsünü çıkartır. Sırtında filizi manto, ayağında dekolte iskarpinler, Fatih-Harbiye tramvayına biner; ezan ve ud seslerini arkasında bırakıp Beyoğlu’na çıkar. Peyami Safa tramvayları sever: Aynı tramvay Sözde Kızlar’ın sonunda Mebrure’yi piyano seslerinin yükseldiği Pangaltı’ndan ud seslerinin yankılandığı Vefa’ya taşır. Fatih-Harbiye’nin sonu da farklı değildir. Tramvay sonunda Neriman’ı da Fatih’e geri götürür. Kültürel sınır ihlal edilmiş, ama romanın sonunda bu kez kadının rızasıyla yeniden çizilmiştir. İki kültürel kutup arasında aşılmaması gereken bir sınır çizgisi vardır.
Kendini “kutuplaşma dramı”nın yazarı olarak görüyordu Peyami Safa. Kutuplaşmayı bir “dram” olarak tarif etmesine, bunun bir “işkence” olduğunu söylemesine rağmen (Doğu-Batı çatışmasını “Türk ruhunun en büyük işkencesi” olarak tarif eden oydu) dünyaya hep kültürel zıtlıklar üzerinden bakmıştı. Fatih-Harbiye’nin kültüralist paradigması seksen küsur yıl sonra dünyaya bakışımıza bir kez daha damgasını vurdu. Safa sözlüğünün temel sözcüğü (“kutuplaşma”) bugün Türkiye’nin reelpolitik sözlüğünde önemli bir yer tutuyor. Özellikle de Gezi’den bu yana Türkiye’nin baltayla yarılmış gibi ikiye ayrıldığı, siyasetin bir kültürel kutuplaşma zemininde ilerlediği, bu iki kültürel kampın kolay kolay bir araya gelemeyeceği söyleniyor. “İki ayrı kıta, iki ayrı hayat anlayışı, iki ayrı metafizik”: Bu kadar ileri görüşlü müydü Peyami Safa?
Türkiye’de çatışma alanlarının kültürel alana kaymasıyla birlikte 2000’lerde Fatih-Harbiye bir bakıma ikinci “kanonlaşma”sını yaşadı. Ama “iki ayrı kıta, iki ayrı hayat anlayışı, iki ayrı metafizik” yeni yorumcularını bu kez edebiyat eleştirmenlerinden çok, devlet adamları, hükümet sözcüleri, medya yorumcuları arasında buldu. Gezi’den hemen sonra Başbakan “Taksim’den büyük Kazlıçeşme var,” derken Fatih-Harbiye kırığını yeniden yorumlamış oldu: Taksim’i imkânlı azınlığın, eziklik nedir bilmeyenlerin, tuzukuru şehirlilerin meydanı (“Neleri eksik ki bunların?”), Kazlıçeşme’yi yıllardır horlanmış, fakir ve inançlı milletin yeri olarak işaretledi. Yalnız o da değil. İktidar partisi sözcüsü Hüseyin Çelik Gezi’yi bir “Nişantaşı tepkisi” olarak nitelendirirken, televizyon yorumcuları Gezi eylemcileriyle Mısır’daki darbeyi protesto etmek için Fatih-Saraçhane Parkı’nda toplanan insanların iki ayrı kıta oluşturduğunu söylerken Fatih-Harbiye’ye güncel siyasi yorumunu kazandırmış oldular: “İki ayrı kıta”dan yoksul olanı, “iki ayrı hayat anlayışı”ndan horlanmış olanı, “iki ayrı metafizik”ten ihmal edilmiş olanı “Fatih”, “Fatih”i de iktidar partisi temsil ediyordu.
Ama başka yorumlar da oldu. 2012’de Fatih Camii’nde namaz kıldıktan sonra bir zamanlar Fatih-Harbiye tramvayının katettiği yolu bu kez 1 Mayıs’ı kutlamak üzere Taksim’e doğru kateden eylemciler de Fatih-Harbiye’yi yeniden yorumladılar. Gezi’nin polis tarafından boşaltılmasından sonra, önce İstiklal Caddesi’nde, sonra Saraçhane Parkı’nda kurulan iftar sofralarına birlikte oturan inanç sahibi olan-olmayan eylemciler de yeni bir yorum çerçevesi önerdiler. “Yorum” yerine “yapısöküm” demek belki daha doğru olur. Çünkü kendini “anti-kapitalist Müslüman” olarak tanımlayan bir eylemci Gezi’nin ardından kendisiyle yapılan bir söyleşide tam da bu sözcüğü kullandı: Fatih’ten Taksim’e uzanan korteji “Fatih-Harbiye’nin yapısökümü” olarak nitelendirdi.(2)
Fatih-Harbiye yarığının Peyami Safa’nın kendi hayatını da böldüğünü biliyoruz. Ömrünü iki parçayı birleştirecek kültürel-siyasi formülü bulmaya adamıştı Safa. “Türk inkılâbı”nın ideologluğundan mistik-milliyetçiliğe, medeniyetçilikten muhafazakârlığa hemen her istasyonda inmişliği var. Ama gençliğindeki bohem dönemi saymazsak hayatı boyunca hep iki şeye karşı çıktı Safa. Bunlardan biri komünizm (sınıf yok, “milli gövde” var, diyordu), diğeri kozmopolitizm (yine “milli gövde” var, diyordu; “bizim” manevi değerlerimizle “onlar”ınki, “halis” olanla “soysuz” olan arasında aşılmaması gereken bir eşik var). Bu yüzden Fatih-Harbiye’yi cumhuriyetin bu iki temel korkusunu hareketlendiren bir eylemin ışığında okumak, romanı daha fazla konuşturmak için iyi bir fırsat olabilir. Hatırlarsanız, siyasi iktidarın Gezi’ye ilk cevaplarından biri eylemin gayri milliliği, kökü dışarıdalığı, kozmopolitliği, diğeri de hemen ardından beliren net bir sınıfsal cevap, “Ayaklar ne zaman baş oldu?” tepkisiydi. Gezi’nin kriminal bir vakaya dönüştürülmesi daha sonra oldu.
Edebi temsille politik eylemi birbirini konuşturmak üzere karşı karşıya getirebilir miyiz? Fatih-Harbiye kültürel yarığından Gezi’ye bakalım. Bu yarık bize Gezi’nin sınırları hakkında ne söylüyor? Neydi romanın doğruluk ânı? Ama aynı yolu tersinden de katedelim. Edebiyat gündelik olanın dışına çıkabildiği ölçüde siyasete yeni bir yorum çerçevesi kazandırır. Yalnız bazen tersi olur; gündelik olanın dışına çıkan bu kez politik eylemdir; bu kez o edebiyata keskin ışığını düşürür. Düşürebildi mi? Düşürebildiyse nasıl?