OHAL'de Hayat, bir hatırlama ve hatırlatma kitabı. Zorla ya da şerle yokluğa mahkûm edilenlerin “hâlâ varız ve buradayız” deme yordamı, gücünü sözünden alanlardan sarkıtılan bir selam nidâsı
13 Aralık 2018 14:08
“Olabilir mi? Binlerce insan bir süreliğine tarihin dışına itilmiş olabilir mi hakikaten? Onları durdukları, oldukları, oluştukları yerlerden itenin niyeti bu mudur? Şunlardan bir kurtulayım da kendime keyfimin arzu ettiği gibi bir geçmiş ve bir de gelecek yazayım... Çünkü eline bir miktar güç geçiren herkes, kendinde geçmişi ve geleceği yazacak bir kudret vehmeder. Bugün, elde olanlardan ibarettir. Eldekiler hep gerekenlerden fazla, arzu edilenden azdır. Geçmişi ve geleceği yazabilmek için eldekileri çoğaltmak değil, azaltmak gerekir. Ancak bu şekilde arzu edilenlere yer açılabilir. Bütün iktidarlar dışlayıcıdır” (Ayşe Çavdar-Sunuş)
15 Temmuz 2016’da, “artık olmaz, bu devirde yapılmaz” denilen bir zamanda, Türkiye’de bir askerî darbe girişimi oldu. İktidar partisinin uzun yıllar iş birliği yaptığı, nimetleri paylaştığı dinî bir cemaat fazlasını istedi, anlaşmazlığa düştüler ve devlet, özellikle de ordu içindeki örgütlenmelerinin verdiği özgüvenle darbe yaparak dümene tek başına geçmeye kalktılar. Tuhaf bir darbeydi, bir gece ve yarım günde bastırıldı. Beş gün sonra, 20 Temmuz’da Olağanüstü Hâl (OHAL) ilan edildi. 19 Temmuz 2018 gecesi, yani “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ya da “Türk Tipi Başkanlık” rejimine geçiş için aynı anda yapılan Cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimlerinden hemen sonra, yedi kez uzatmanın ardından sona erdirildi. Ancak darbe girişimi ve hemen ardından ilan edilen OHAL’in barındırdığı pek çok soru işareti ve yarattığı sorunların yıllara yayılan etkisi bazıları için ağır oldu, birilerine “Tanrının lütfu” olan, diğerlerinin kâbusu hâline geldi.
OHAL’in ilan edilen amacı, darbeci Fethullah Gülen cemaati mensuplarını, ki artık adları Fethullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY) olmuştu; “yuvalandıkları” ya da “sızdıkları” devletten temizlemek ve cezalandırmaktı. Beklendiği gibi, olan ilan edileni aştı, mevcut iktidarı ve/veya türlü çeşit kurum ve kuruluştaki ufak tefek iktidar odaklarını şu ya da bu şekilde rahatsız eden, muhalif olan, beğenilmeyen, istenilmeyen, hoşlanılmayan herkes bir torbaya kondu, “ağaç kabuğu kemirsinler” denilerek “kamu”yla birlikte kamusal hayatın da dışına çıkarıldı.
2018 başı itibarıyla OHAL sürecinin “bilançosu” şöyle şekillendi: Cumhurbaşkanlığı Kanun Hükmünde Kararnameleri (KHK) yoluyla 115.778 kamu emekçisi, 4.218 KESK üyesi, 7.317 akademisyen, “Barış Süreci”ne yeniden dönülmesi amacıyla açıklanan Barış Bildirisi’ne imza atan 2228 “barış akademisyeni”, 4.317 hâkim, 1.500’ten fazla avukat meslekten ihraç edildi (sadece 166 hâkim göreve iade edildi). Aralarında çok sayıda gazetecinin de bulunduğu, 100 bini aşkın kişi gözaltına alındı, bunların 50 binden fazlası tutuklandı ve tutukluların önemli bir bölümü ağırlaştırılmış cezalara çarptırıldı. Sadece 2016’da 889 gazetecinin sarı basın kartı iptal edildi. 49 özel sağlık kuruluşu, 2.271 özel eğitim kurumu, 146 vakıf, 1.427 dernek, 15 yükseköğretim kuruluşu, 19 sendika, 176 basın-yayın kuruluşu (26’sı hakkında kapatma kararı daha sonra kaldırıldı) kapatıldı.
“Bölge”de de durum iç açıcı değildi: 11 HDP’linin milletvekilliği düşürüldü, hapis cezalarına çarptırıldılar. (Hâlen üçü cezaevinde.) Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki HDP’li belediyelerin neredeyse tümüne el konarak merkezî hükümetin memurları olan kayyımlar atandı; çok sayıda belediye eş başkanı tutuklandı; belediyelerdeki kadın ve çocuk merkezleri kapatıldı. Diyarbakır 5 Nolu askerî cezaevi içindeki müze kapatıldı; Roboski anıtı ve Cizre’deki Orhan Doğan anıtı ile Kürtçe tabelalar kaldırıldı, park cadde ve sokak isimleri Türkçeleştirildi; binlerce belediye çalışanı ihraç edildi, yüzlercesi açığa alındı. Sadece OHAL nedeniyle ülke genelinde 1 milyonu aşkın yeni işsiz ortaya çıktı. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre, 15 Temmuz’dan sonra 40 mahpus cezaevinde intihar etti.
İlk kez hükümet yanlısı bir gazetecinin KHK ile işlerinden ve mesleklerinden uzaklaştırılanlar için olumlayarak kullandığı “sivil ölüm” kavramı, iktidar sahiplerince de pek sevildi, sık sık kullanılır oldu. Durumu tam olarak anlatması bakımından kullanışlıydı da, zira bu kişilerin sadece kamuda değil, gözü korkutulan özel sektörde de çalışmaları engellendi; emeklilik, sağlık gibi pek çok sosyal haktan mahrum edildiler, pasaportlarına el kondu; şanslıysalar cezaevine konulmadılar ancak pek çoğu hiçbir suç isnadı, yargılama olmamasına rağmen suçlu muamelesi gördü. Bütün bunlar olurken sözleri dinlenmedi, kendilerini savunmalarına izin verilmedi, kendilerinden “yaş” ve “kuru” sıfatlarıyla söz edilir oldu. “Ölüm gibi bir şeydi” yaşadıkları, yazık ki ünlü şiirin sonraki dizesinin tersine, ölenler de oldu.
Sonunda sesi duyulmayanın sesi olmaya gönüllü birileri çıktı, OHAL’de Hayat’a tanık olmaya soyundu. Belge Yayınları’ndan çıkan OHAL’de Hayat-KHK’liler Konuşuyor, editörlerinin deyimiyle, tarihe tanıklık etme niyetinin çok ötesinde, “olağanüstü bir güzergâha sokulan ülke tarihini değiştirip onu olağan rayına oturtmak, bunun için de OHAL’deki hayatı muhatabınca konuşmak” üzere, her biri temsil özelliğine sahip 30 KHK mağdurunun hikâyesini kendi kalemlerinden bilmeyene /duymayana anlatma, diğerlerine de hatırlatma görevi üstlendi.
Kitapla ilgili konuştuğumuz editörler; Kemal İnal, Efe Beşler ve Batur Talu, başlangıçta yazar seçim sürecinin çok da planlı gitmediğini, yakın çevrelerinden başlayıp zaman içinde ulaştıkları “uzak”ları da kapsayan örneklem yoluyla ilerlediklerini anlatıyor. Kendisi de KHK ile üniversitedeki görevinden uzaklaştırılan akademisyen İnal’ın ifadesiyle, seçim kriterlerini hayli basit tutmuşlar, hikâyesine yer verdikleri kişilerin KHK ile atılmış ve mağdur olmaları yeterli olmuş. Bir de hakikat arayışları: “Hakikati orada-burada, Kaf dağının ardında, sözde soyut erdemli davranışta, büyük laflarda, filozofun kendinden geçen tefekkür veya mesaisinde, yaldızlı cümlelerde falan aramaya gerek yok. Hakikat, mistik bir şey değil, bilakis insandır, onun yapıp-ettiğidir. Hakikat, öznedir; bu kitapta, yaşamını riske edip tehlikeye atan, her türlü rezilliği görüp isyan eden, muktedirler önünde diz çökmeyen, üniversitenin namusunu, emeğin değerini, kimliğinin hakkını veren akademisyendir, kamu çalışanıdır, öğretmendir, hemşiredir, hâkimdir, sanatçıdır, istihdam uzmanıdır, hekimdir... Bizim yapmak istediğimiz, hakikati ancak ve ancak doğruyu şaşmaz bir inançla söyleyebilecek aydınların tavırlarını dillendirmelerini sağlamaktı.” Ancak sayı büyük, mağduriyet de bazı durumlarda (Beşler ve Talu’nun ifadeleriyle örneğin asker ve polis ihraçlarında) “muğlak” olabildiğinden, ağırlığı “Barış Akademisyenleri”ne, öğretmenlere, sendikacılara ve sivil toplum örgütü üyelerine vermişler. Buna mukabil, kişilere ulaşsalar da hikâyelerine vâkıf olmak o kadar da kolay olmamış. Beşler, çok sayıda KHK mağdurunun yanıt vermekten, kitabın bir parçası olmaktan imtina ettiğini gerekçeleriyle anlatıyor: “Bir kısmı korkuyor. Bütün bunlar bittikten sonra, acaba işime, mesleğime dönebilir miyim, diye düşünenler de var aralarında. Bu yüzden de göz önünde olmaktan kaçınıyorlar. İkincisi, tahmin edemiyeceğiniz kadar yoğunlar. İşsiz kaldıkları için çok boş vakitleri olur diye düşünürseniz, yanılırsınız. Aksine, hayatta ve ayakta kalmak için eskisinden çok daha fazla çalışıyorlar. Bazılarının ise mecali yok. Yazamıyorlar…”
Kitapta, cemaatle ilişkili oldukları gerekçesiyle mesleklerinden uzaklaştırılanlardan akademisyenlere, sendikacılardan sanatçılara kadar, hayatları şimdiye dek belki de hiç kesişmemiş, benzemez geçmişlerden gelip ihtimal ilgisiz geleceklere yürüyecek olan insanların öykülerini okurken, şaşırtıcı olmayan ama can acıtan ortak noktalar hemen kendini gösteriyor. “Gaiplik duygusu” misal. Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nden ihraç edilen Prof. Ülkü Doğanay’ın “Pek çok arkadaşım gibi, ben de KHK ile işimi kaybetmedim; yaşam tarzımı, gündelik rutinlerimi, kendimi ifade etmenin bildiğim tek yolunu kaybettim” cümlesinde ya da Anadolu Üniversitesi, Hukuk Fakültesi’nde öğretim görevlisi iken birden kendini “dışarıda” bulan Kıvılcım Turanlı’nın “...Yaptığınız işi seviyorsanız, işinizin elinizden alınması geçim aracının gitmesi değil sadece, yaşam biçiminizin, zihin kodlarınızın değişmesi..” anlatımında tanık olduğumuz bu “duygu hâli”ni, kitabın sunuşunu yazan Ayşe Çavdar, şöyle “realize” ediyor: “Gece yarıları çıkarılan fermanlarla, tek kişinin ağzından çıkan ferman şunu diyor: Bir anda işinizi elinizden almakla yetinmem, o güne kadar aldığınız eğitim, biriktirdiğiniz arkadaşlıklar hatta aileniz sizin için işlemez, ulaşılmaz hâle gelir. Kiranızı ödeyemez, yeni sözleşmeler imzalayamazsınız. Çaldığınız tüm kapılar yüzünüze kapanır. Vebalı, cüzzamlı gibi olursunuz. Kimse size yaklaşmak, dokunmak, sizinle aynı havayı solumak istemez. Benim adıma peşinize düşecek avcılar size hayatı yine benim adıma zehir ederler. Benim hükümranlığımın altındaki bu ülkede artık yok hükmündesinizdir. O yüzden ya benimle ya da verdiğim yok hükmüyle yaşamayı öğrenirsiniz.”
Bir diğer ortak nokta ise, “yok hükmünde” sayıldıkları yerlerde kalanlara, yokluklarıyla pekâlâ yaşayanlara karşı gönül kırgınlıkları. Birine hiç olmamış, hep yokmuş gibi davranılması ne ağırdır hâlbuki. İnsan, varlığının farkına varılmasını ister, dünyada, diğerlerinde bir iz bırakmak. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi’nden uzaklaştırılan öğretim üyesi Dilek Hattatoğlu anlatıyor: “Diğer imzacıların en çok incindiğini duyduğum tavır, kendilerinden yüz çevrilmesi, bunca yıllık mesai arkadaşlarının, meslektaşlarının kendilerine selam vermez oluşu. Uzaklaştırma/açığa alınma ya da ihraç durumlarında sanki onlar orada hiç olmamış gibi, onların yokluğu da yokmuş gibi davranılması…” Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Piyano Bölümü Öğretim Görevlisi ve Eğitim-Sen’li Eser Öykü Dede, Barış İmzacısı olduğu andan itibaren olanları, “Sonra da zaten bir avuç dost dışında benimle iletişim kuran olmadı meslektaşlarımdan. Görünmez oldum okulda” diye tarif ederken, Muş Alparslan Üniversitesi’nden ihraç edilen, AKP kurucusu, Başkent Kadın Platformu üyesi Fatma Bostan Ünsal’ın ifadeleri ibret vesikası gibi: “28 Şubat sürecinden çok daha ağır şekilde, hukuksuz bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Bu kayıtsızlık insanı kelimenin gerçek anlamıyla ‘hasta’ ediyor... ‘Sivil ölüm’ içindeki biri veya yakınına karşı bugün toplumun gösterdiği sessizlik, ölüme benzer bir vasıftır; bütün toplumsal olaylarda olduğu gibi sivil ölüm de bulaşıcıdır, sadece OHAL KHK’sı ile işinden atılanları değil, tüm toplumu öldürmektedir bu anlamda.” Facebook paylaşımları yüzünden “güvenlik güçlerini aşağılama ve terör örgütü sempatizanı” olmakla suçlanıp öğrencilerinden ayırılan tanınmış müzisyen, besteci, orkestra şefi İbrahim Yazıcı ise umudunu yitirmese de buruk: “Gün gelecek, her şey düzelecek, biliyorum. Ama iyi ve kötü bazı şeyler var ki, asla unutmayacağım.”
Ve elbette direnme, hayata tutunma inadı... İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden ihraç edilen KESK üyesi Çağdaş Yazıcı’nın cümlelerinden sızdığı hâliyle; “Panik olalım, herkes kendi derdine düşsün istemişlerdi, tam tersini yaptık. Baskı dönemlerinde bir arada durulabileceğini, direnilebileceğini gösterdik... İyimserim, çünkü biliyorum: Bir türlü bitmiyoruz, gitmiyoruz, vazgeçmiyoruz. İnat, ısrar ve dayanışmanın galebe çalacağı günleri göreceğimizi düşünüyorum” cümleleri, Mazlum-Der’in ve Has Parti’nin kurucularından, şimdi Saadet Partisi’nde siyaset yapan ve bir KHK ile hastanesinden ve hastalarından koparılan Prof. Cihangir İslam’ın meydan okuyan satırlarına karışıyor: “Ne yaparsanız yapın, kaderimi seviyorum, elimden geleni yapmaya devam edecek, tartışacak, kavgamı verecek ama kaderimle bozuşmayacağım. Bir şeye söz veriyorum: Gerekeni yapacak, başıma gelene katlanacağım. Sizlerin de kaderimiz olmadğını, bir gün pılınızı pırtınızı toplayıp buralardan gideceğinizi biliyorum. Bizler böyle yaşamaya hazırdık, sizlerse gitmeye hiç hazır değilsiniz... Acınız bizlerin acısından, temenni etmesem de, çok daha büyük olacak. Çünkü ‘dünya’ya yapıştınız. Söküle söküle, kopartıla kopartıla dünyadan ayrışmanız zor olacak. Hem de çok.”
Toplumun çoğunluğunun KHK ile işlerinden/hayatlarından edilenlerle ilgili fazla bilgisi olmadığını anlatan editörler, KHK’lar ile yaratılan köklü değişimin “bir tedbir rejimi” olan OHAL kalktıktan sonra bile geri dönüşü olmayacak bir tahribat yarattığını anlatırken, üniversitelerin bir zamanlar “beğenilmeyen” hâllerine dönebilmesi için bile yıllara ihtiyaç olduğuna dikkat çekiyor: “Beş binden fazla akademisyen ve tüm tıp fakültelerinin yıllık mezun sayısının yarısına denk gelen binlerce tıp doktoru işinden/mesleğinden edildi. Bunun toplumda yaratacağı hasar tahayyül ötesi olabilir.”
OHAL defalarca uzatıldıktan sonra nihayet sona erdiğinde, elimizde bir “savaş alanı” manzarası kaldı: Çoğu isimsiz ihbarlar veya gerekçesiz kararlarla kamu görevinden çıkarılan binlerce insan sorgusuz sualsiz suçlu ilan edildi, masumiyetlerini kanıtlamaları istendi. Şimdi onları suçlayanların isteği, hatta zoruyla açtıkları banka hesapları, ders verdikleri okullar, üye oldukları sendika, gün döndüğünde cezalandırılmalarına sebep gösterildi. Ezel ebed hoşlanılmayan, sürekli bir yıldırma politikasına maruz kalanlar, fırsat bu fırsattır diye kamusal hayatın dışına atılıverdi. “Müstemleke aydını, karanlık, vatan haini” olarak meydanlarda adları okundu, bir anda “düşman” olarak tanımlanıp yok edilmesi gereken hedefler hâline getirildiler. Çoğu çocuğunun okulunu değiştirmek zorunda kaldı, kredi borcunu ödeyemedikleri için evini satanların, şehir değiştirenlerin sayısı hiç de az değildi. Pasaportlarına el konduğu için yurt dışına çıkıp çalışamayanlar, masraf azaltmak için ana babanın yanına döndü, ailenin yaptığı tarım işine, çay, seracılık, zeytinciliğe “yardım ederek” hayatta kalmaya çalıştılar. Turşu, el işi, çeviri, ev yapımı krem, kuru fasulye yapıp/yetiştirip satmak, köftecilik, seyyar satıcılık gibi işlerle geçiniyor bir kısmı, kimi ev-eksenli çalışan oldu, epeycesi hâlen psikolojik destek alıyor. Bu arada KHK’lere itiraz edil(ebil)mesi, “mağduriyetlerin” giderilmesi amacıyla 23 Ocak 2017’de kurulan OHAL Araştırma Komisyonu, ilk kararlarını kuruluşundan tam 11 ay sonra vermeye başlayabildi. Şimdiye dek incelediği 40 bin dosyadan 37 bin 300’ünün itirazını reddeden Komisyon’un önündeki toplam başvuru sayısı ise 130 binin üzerinde. KHK mağdurlarının Komisyon aşamasından geçmeden ne Anayasa Mahkemesi’ne kişisel başvuruda bulunabildiğini ne de AİHM’e gidebildiğini hatırda tutarak; Sunuş yazısını kaleme alan Ayşe Çavdar’a bir kez daha kulak vermenin zamanıdır belki: “...Geçmişi ve geleceği kurma işine girişen her muktedirin en mühim dayanağı, insanların unutkanlıklarıdır. İnsanların çok büyük bir bölümü sahiden unutkandır. Bazıları unutmuş gibi yapar. Bazıları susar. Suskunlukları unutuşun mu hatırlayışın mı işaretidir, bilemez kimse. Bazıları da hatırlar ve hatırlatırlar...”
Bu bir hatırlama ve hatırlatma kitabı. Zorla ya da şerle yokluğa mahkûm edilenlerin “hâlâ varız ve buradayız” deme yordamı, gücünü sözünden alanlardan sarkıtılan bir selam nidâsı. Ve aleykümselam, diyecek misiniz?