Zabel Yesayan'ın Son Kadeh'i, bir tür günlük/mektup olarak kurgulanmış. Kitap bir itiraf hikâyesi olarak okunabilir fakat Yesayan'ın bu yapıtının yalnızca kocasını aldatan bir kadının itiraflarından ibaret olduğunu iddia edebilir miyiz
13 Aralık 2018 14:07
Sibel Irzık ile Jale Parla, Kadınlar Dile Düşünce Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet’in önsözünde, “kadınların erkekler tarafından yapılmış bir dil içinde yaşamak zorunda oldukları”na dikkat çekerek, bu “erkek dili”nin kadınları çeşitli şekillerle nesneleştirdiğini söylerler. Irzık ve Parla’ya göre, kitabın başlığının da işaret ettiği gibi, “erkeklerin diline düşen kadınlar” yalnızca bu dilin nesnesi olmakla kalmaz, aynı zamanda bu dilin parçası hâline getirilerek kadına ataerkil -ve çoğu zaman da milliyetçi- bir ideolojinin “süper göstereni” (işaret eden) olma işlevi yüklenir. Başka bir deyişle, erkek yazarlar vatan, namus, annelik gibi kutsal addedilen birçok değeri, veya tam tersi ahlaksızlık, delilik, başıbozukluk gibi sapkınlıkları kadına atfeder; kadınları kendi deneyimlerinden kopararak soyut bir kadın kavramının içine hapsederler. Tüm bu sebeplerle de kadınlar, erkekler tarafından yazılmış çoğu edebiyat eserinde ataerkil bir kurguya göre tasarlanmış, kendi tekil deneyim ve gerçekliğinden koparılmış, sesi çalınmış nesneler olarak karşımıza çıkarlar.[1]
Yani, ataerkil bir kurguda kadınlar bir türlü dilin öznesi hâline gelemez; bu dili kurup yıkarak, bükerek ya da oynayarak kendi seslerini bulamazlar. Peki ya yazan kişi bir kadınsa?
Geçtiğimiz günlerde Aras Yayıncılık tarafından yayınlanan Zabel Yesayan’ın Son Kadeh’i bu soruyu akılda tutarak okunmaya çok açık bir metin. Mehmet Fatih Uslu tarafından Ermeniceden Türkçeye çevrilen Son Kadeh, kadın bir anlatıcının dilinden yazılmış bir tür günlük/ mektup olarak kurgulanmış bir novella. Merkezine bu kadının “yasak aşkı”na iç dökümünü alan kitap, ilk bakışta bir tür itiraf hikâyesi olarak okunabilir. Fakat, Yesayan’ın bu yapıtının yalnızca kocasını aldatan bir kadının itiraflarından ibaret olduğunu iddia edebilir miyiz? Yoksa metnin bizi görmeye, dinlemeye, anlamaya çağırdığı bambaşka meseleler de olabilir mi?
Önce bağlamı verelim: Son Kadeh, Yesayan’ın 1915’ten sonra yazdığı ilk metin.[2] Son dönemlerde çokça dillendirildiği gibi, Yesayan 24 Nisan 1915’te yayımlanan, dönemin birçok Ermeni entelektüelinin isminin bulunduğu tutuklama listesindeki tek kadın. Yesayan, birçok önemli yazar, şair ve siyasetçinin katledilmesiyle sonuçlanan bu tutuklamalardan kılık değiştirerek kurtulmayı başarmış. Ama Yesayan’ın kırımlara tanıklığı bundan ibaret değil. 1909 Kilikya (Adana) Katliamı’nın ardından bilgi edinmek adına bölgeye giden entelektüellerin içerisinde bulunan Yesayan, Averagnerun Meç (Yıkıntılar Arasında) başlıklı bir eser yazarak Adana’da tanıklık ettiği vahşeti dile getirmişti. Aynı zamanda Ermeni yetimlere yardım etmek için kurulan derneklerde görev alan, çeşitli kadın derneklerinin kurucularından olan Yesayan, yalnızca bir tanık değil, döneminin önemli politik aktörlerindendi. Öyleyse Yesayan’ın politik duruşunu edebiyatı bağlamında nasıl düşünmeli?
Son Kadeh’i yazıldığı dönemin edebiyat eserlerinden ayrı kılan birçok özelliği var. Bu özellikler ise kitapta gerek yazın tekniği, gerekse içerik olarak karşımıza çıkıyor.
Söz konusu metnin birinci tekil şahsın ağzından yazılmış bir tür günlük/ mektup biçiminde kurgulandığından yazının başında bahsetmiştik. Yesayan’ın Meliha Nuri Hanım ve Sürgün Ruhum isimli novellalarında da kullandığı bu teknik, ana karakterin hem düşünce hem de duygu dünyasına doğrudan erişmemizi sağlayan bir araç olarak ortaya çıkar. Son Kadeh’in açılış sahnesinde anlatıcı, yani Adrine, kendini şöyle ifade eder:
“Lakin kabul görmüş âdetlerden bana ne, edebi metotlardan bana ne? Ben kalbimi ifade etmek istiyorum, saadetimin şarkısını söylemek istiyorum, ben sadece senin için yazıyorum, sevgilim...”[3]
Her ne kadar Yesayan anlatıcısına ironik bir şekilde edebî metotları umursamadığını söyletse de, aslında karşımızda dönemin edebiyatına epeyce hâkim olan, fakat genel geçer bir edebî anlatıyı reddeden bir karakter vardır. Örneğin, yukarıdaki alıntının hemen öncesinde Adrine, kendisinin hakiki bir yazar olmadığını söyleyerek, “umumi kaideden saptığını” ifade eder. Adrine’ye göre çoğu yazar kötülüğü, mutsuzluğu, sıkıntıyı, felaketi... yazmayı tercih eder. Kendisini bu “umumi kaide”den ayıran ise, “ışıldayan bir saadetin kendi hikâyesi”ne atfettiği önemdir, veya yukarıda da alıntıladığımız gibi, “saadetinin şarkısını söylemek”[4] istemesidir. Yani Yesayan’ın tercih ettiği edebî teknikle, Adrine’nin ayrıksı duruşu iç içe geçmiş gibidir.
Metnin dikkat çeken bir diğer yönü ise kesintili parçalar hâlinde kurgulanmış olmasıdır. Çizgisel bir zaman anlayışının reddedilmesi anlamına gelen bu kurgu, Adrine’nin hayatındaki çeşitli kırılma/ kopuş anlarına, hatıralarına, hayal kırıklıklarına, arzularına... temas etmemizi kolaylaştıran bir biçimde inşa edilmiş. Kimi zaman daldan dala atlayan, kimi zaman ise küçücük bir ayrıntının etrafında dönüp duran bu anlatının Adrine’nin duygu dünyasına eşlik edecek bir zamansallıkta kurgulandığını söyleyebiliriz. Kitabın bir bölümünde Adrine, kendi hayatından şöyle bahseder:
“Zamanın akışı içinde mutluluk ve ıstırap aynı şeylerdir ve ancak şiddetlerinin azlığı ya da çokluğu ölçüsünde değer kazanırlar. İşte, benim hayatımda da birkaç bahar çiçeklenmiş, fırtına kopmuş ve sonunda yas ve yıkıntı meydana getirmeden dinmişti.”[5]
Yani Adrine için zaman, geleneksel biçimde ele alınan, başı sonu olan, sınırları çizilmiş bir mefhum değildir. Ona göre, olaylar ve hisler ancak ve ancak kişiye tesir ettikleri şiddetle ölçülebilirler. Bu tür bir yaklaşımın getireceğini tahmin edebileceğimiz çeşitli kırılma/ kopuş anları da, metindeki parçalı anlatıda vücut bulur. Öyleyse bir kez daha Yesayan’ın tekniğiyle, Adrine’nin mizacının birbirini beslediğini söylersek yanılmış olmayız.
Yesayan’ın anlatısını geleneksel edebiyat eserlerinden farklı kılan bir diğer öğe ise, kadın karakterin kamusal alandaki varlığıyla ilgilidir. Yazının başında Sibel Irzık ile Jale Parla’nın erkek yazarların kadınları ataerkil bir dile hapsederek, kadınları bu dilin hem nesnesi, hem de işaret edeni hâline getirdiğini ifade ettiklerini belirtmiştik. Yine Irzık ve Parla’ya göre, “ataerkil ideolojiler kadınların varoluşunu mahremiyet, sessizlik, doğallık, gizem gibi kavramlarla tanımlayarak dil ötesi, daha doğrusu dil öncesi bir alana hapseder, kamusalın karşıtı olarak kurgular.”[6] Başka bir deyişle, kadınları ataerkil dilin içine hapseden erkek yazarlar, yalnızca bununla kalmayarak, kadın karakterleri ev ve benzeri iç mekânlara kapatırlar. Toplumsal cinsiyet meselesinin kimsenin dilinden düşmediği günümüzde dahi, çoğu edebiyat veya sinema eserinde kadınlar evinden çıkmayan, etliye sütlüye karışmayan, edilgen figürler olarak tasarlanmıştır. Gerçeklikten epeyce kopuk olduğu aşikâr olan bu durum, birçok yerde olduğu gibi edebiyat kanonunda da sık sık tekrarlanır. Fakat Yesayan, bu noktada da geleneksel olandan ayrılarak, Adrine’yi kamusal alana çıkartmaktan çekinmez. Öyle ki Adrine, tek başına yürüyüş yapmayı çok seven, şehrin sokaklarında gezinen, akraba ziyaretlerine giden, vapur iskelesinde sevgilisiyle karşılaşıp bu sebeple “aile evi”ne gecikmeyi göze alan bir kadın olarak kurgulanmıştır. Yesayan’ın diğer eserlerinde de rastlayabileceğimiz bu “şehirde gezen kadın” figürü, Yesayan’ın yapıtının temel izleklerinden birini oluşturmaktadır.
Yesayan’ın edebî tekniğinin, metnin içeriğiyle birbirini beslediğini, hatta bu ikisinin kol kola ilerlediğini göstermiş olduk. Son Kadeh’in içeriksel manada biricikliğini ele almadan evvel, birinci tekil şahsın ağzından yazılmış, mektup/ günlük şeklinde kurgulanan bu anlatının okuyucunun ana karakterle duygudaşlık kurmasının yollarını açtığını söyleyebiliriz. Okurun Adrine’yi yargılamasına engel olan bu anlatı tercihi, bizleri Adrine’nin yürüdüğü yollardan yürümeye çağırıyor gibidir.
Adrine iyi bir aileden gelen, eğitimli, entelektüel ve genç yaşından itibaren erkeklerin dikkatini çeken bir kadındır. Ama Adrine, erkeklerin kendisine olan ilgisinin, babasının sosyal sermayesiyle ilgisi olduğunun daha en başından farkındadır. Örneğin, kızıyla evlenmek isteyenlerin çokluğuna şaşıran babasından farklı olarak, Adrine durumu şöyle ifade eder:
“[Babam] Tecrübesine rağmen kavrayamıyordu, fakat ben çoktan anlamıştım: Taliplerim beni değil falancanın kızını görüyorlardı karşılarında. Çok param olmasa da, bunlar mevki sahibi olmak için babamın nüfuzuna umut bağlamışlardı. Lafın kısası, söz konusu adamların bana şahsımın sunduğu hususiyetler adına değil, daha ziyade ihtiraslarının tesiriyle ve hatta palavralarla yaltaklanan insanlar olduğunu görmeye çok küçük yaştan alışmıştım. Lakin bunlar sıradan şeylerdir ve benim konumumda bulunan genç kızlar bunlara çabucak aşina hale gelir.”[7]
Yani Adrine çok erken bir yaştan itibaren toplumsal hiyerarşinin farkındadır. Ve bu hiyerarşinin getirdiği sahteliklere mesafe koymuş, hatta bunlarda “bir nevi eğlence bularak”[8] insanların bu davranışlarıyla dalga geçer hâle gelmiştir. Yine de etrafındaki erkekler Adrine’nin dikkatini çekmeye devam eder, özellikle de içlerinden biri, Mikayel, Adrine’nin özel ilgisine mazhar olacaktır. Peki, Mikayel’i diğer erkeklerden farklı kılan nedir?
Adrine, ciddiyeti, ketumluğu, hatta kimi zaman asık suratlı oluşuyla öne çıkan Mikayel’i şöyle betimler:
“O hakiki bir adamdı. Ancak kadınlar bilir ki, hakiki bir adam nadirattandır. Etrafımızda dolananların kahir ekseriyeti, adam görünüşlülerdir, adamlar değil.”[9]
Etrafındaki erkeklerin samimiyetsizliğinden sıkılan Adrine için, Mikayel’in “hakiki bir adam oluşu”, uzun yıllar boyunca Adrine ona ilgi göstermemesine rağmen aşkından vazgeçmemiş olması onunla evlenmesine sebep olacaktır. Adrine Mikayel’i sevmemesine rağmen, onun “korkunç kudreti”nin[10] kendisinde yarattığı bir tür kafa karışıklığı; korku ve hiddet hissinin yanı sıra “keskin ve acılı ihtiras”[11] hissiyle bu evliliği gerçekleştirecektir.
Kısaca, bu evlilik bir aşk evliliği değildir, dolayısıyla Adrine’nin böyle bir evlilikte mutlu olmayacağını öngörmek de zor değildir. Mikayel iyiliğine rağmen kıskançlığıyla Adrine’yi sık sık bunaltır, karı-koca arasında hiçbir zaman samimi bir ilişki kurulamaz. Adrine bu durumu şöyle açıklar:
“Mikayel hakiki bir adamdı, lakin kasvetli ve kederli ruhu benimkiyle uzlaşabilir değildi ve sonuna kadar da öyle kaldı. Evlendik, çocuklarımız oldu. Hayatın taleplerine büyük ölçüde riayet ederek uzun seneler beraber yaşadık, lakin ruhlarımız sadece birbirine yabancı kalmakla yetinmedi, sanki birbirlerinden kaçtılar da. Ruhum hep yabancı ve yalnızdı.”[12]
Başka bir deyişle, Adrine için evlilik sürekli bir şeylerden kaçmak zorunda kaldığı bir tür ruhsal hapishane gibidir.
İşte Adrine yabancılık ve yalnızlık çeker, bir yandan da hayat akıp giderken karşısına bu mektup/ günlüğü yazdığı sevgilisi çıkar. Adrine sık sık sevgilisiyle ruhlarının birbirlerini hissettiğinden bahseder. Öyle ki, yıllarca kocasından kaçan Adrine’ye göre “ruhu sıkı sıkıya kapalı ve hariçle ilişkisi kesilmiş halde”[13] sevgilisini bekliyor gibidir. Adrine, sevgilisine duyduğu aşkı şöyle tarif eder:
“Sen böyle seçilmişlerdensin sevgilim, Tanrı’nın dokunuşunu kabul etmişlerdensin. Ruhum ruhunu hissetti, onunla kardeş oldu ve onun içindir ki seni bu kadar derin, bu kadar beklenmedik bir hal ile sevdim.”[14]
Adrine’yi sevgilisi için bu denli biricik kılan, kalabalık içinde olsalar dahi ruhlarının konuştuğuna inanmasıdır. Samimiyetsiz bulduğu kalabalıklara inat, o ve sevgilisi “halihazırdaki sözlerin ortalama manasının altında, ruhların hakiki dilini konuşmayı bilir.”[15]
Yani Adrine, yıllarca aradığı ruhsal bir yoldaşlığı sevgilisi sayesinde bulmuştur. Kitabın bir tür aldatma itirafı niteliğinde okunabileceğini belirtmiştik. Peki Adrine’nin kocasını aldattığı için vicdan azabı çektiğini ve bunu itiraf etme ihtiyacı hissettiğini söylemek ne kadar mümkündür? Yoksa böyle bir şey iddia etmek, genel ahlaktan beslenen belli birtakım toplumsal ön kabullerimizle ilgili olabilir mi?
Genel kanının aksine, Adrine sevgilisiyle olan ilişkisinden hiç de suçluluk duyuyor gibi değildir. Hatta bu ilişkiyi bir tür zafer olarak niteleyen Adrine, kendisini şöyle açıklar:
“Evvela, kendimi haklı çıkarmak için bir sebep görmüyorum. Hissiyatımın derinleri öyle temiz, öyle berrak ki, herkes onu bir bakışta görebilir. Hissiyatım güneş gibi ışıldamaya ve hatta sıcaklığı ve parlaklığıyla yücelmeye muktedir. Haklı olduğunu ortaya koymak için utanmak gerekir ve utanç ancak ve ancak bulanık ve itiraf edilememiş dahili hislerden ileri gelebilir. Hem ben neden bir zaferden utanayım? Nihayetinde en büyük zafer insanın şahsi saadetini bulması değil midir?”[16]
Öyleyse karşımızda yaşadığı aşktan utanç duyan, suçluluk içinde, mutsuz bir kadın değil, aksine bu deneyimi ruhunun ferahlaması olarak gören, aşkına cesaretle sahip çıkan bir kadın vardır. Fakat, Adrine’nin suçluluk hissettiği bir an hiç mi olmamıştır?
Metnin ortalarına doğru, Adrine birden mutsuz evliliğini ve sevgilisine duyduğu aşkı anlatmaya ara vererek, vakti zamanında yaşadığı bir başka aşkı anlatmaya başlar. Adrine kocasından uzaklaşmak, kederini hafifletmek için Üsküdar tepelerinde çıktığı yürüyüşlerin birinde, çocukluğundan beri tanıdığı bir Türk subaya rastlar ve ona âşık olur. Her ne kadar subaya hislerinden hiç bahsetmese de, Adrine için bu bir türlü içinden çıkamadığı, onu altüst eden bir deneyimdir. Savaşın tırmandığı, Türk ve Ermeni halklarının birbirinden iyice uzaklaşmaya başladığı bir dönemde, Adrine böyle bir aşkın imkânsızlığının elbet farkındadır. Bu toplumsal koşulların hislerine etkisini şöyle betimler Adrine:
“Ürkütücü yeni hadiseler beni korku ve tiksinti ile galeyana getiriyordu. Boyun eğmez ve acımasız şartlar bizi birbirimizden ayırıyordu. Aramızda deniz olmuş kan selleri vardı. Ağzımdan kendiliğinden çıkan o asla, altüst olmuş varlığımın geri döndürülemez aslasıydı.”[17]
Metindeki hikâyenin hangi yıllarda geçtiğine dair kesin bir tarih verilmese de, kitabın bir yerinde Adrine Balkan Savaşı yılları olduğunu söyler. Dolayısıyla 1909 Kilikya Katliamı’ndan sonra, 1915 Ermeni Soykırımı’na adım adım yaklaşılırken, Yesayan, Ermeni bir kadının Türk bir subaya duyduğu aşkı yazmaktan hiç çekinmez. Ayrıca Son Kadeh’in Soykırım’dan hemen sonra, 1916’da yazıldığını tekrar hatırlamakta da fayda var. Yani Yesayan toplumun kutsal addettiği evlilik kurumuna çomak sokmakla yetinmeyerek, büyük bir kırımın ardından bir Ermeni ile bir Türk’ün birbirine duyduğu aşkı anlatısının merkezine alır. Fakat, bu aşk asla edimselleşmez. Ayrıca Adrine, Ermeni sevgilisiyle yaşadığı aşktan hiçbir pişmanlık duymaz, vicdan azabı çekmezken, Türk subaya duyduğu aşk onu yiyip bitirir:
“Bu ıstırap, bu gizli ve derin ıstırap beni başkaları hakkında müsamahakâr kılıyordu. Zira ne yapsalar ve ne düşünseler de içlerinde benimki kadar günakhâr hisler taşıyamazlardı. Ben kendimin haşin yargıcıydım, merhametten yoksun haşin bir yargıç.”[18]
Öyleyse Adrine’nin utanç duymasına sebep olan şey, aşkından ziyade bu aşkın yöneldiği kişidir. Adrine Türk subayı unutmak; “onu varlığından söküp atmak”[19] için çok çabalasa da, subayı son görüşünün üzerinden yıllar geçmesine rağmen onu bir türlü aklından çıkaramaz. Yani bu aşk, Adrine’nin ruhunda büyük bir iç çatışmaya sebep olur. Bir gün eve gelen misafirlerden subayın Balkan Savaşları’nda öldüğünü öğrenen Adrine, bu ölümü de yine benzeri bir iç çatışmayla karşılar:
“Sanki kurşun darbeleriyle kollarımın kuvveti kesildi ve saksı elimden düştü. Baş dönmesi içinde aceleyle oradan uzaklaştım ve odama çekildim. Hayır, gözyaşı dökemedim, figan edemedim, lakin ölümcül bir soğukluk sardı beni. Ve sonra işte birdenbire bir memnuniyet, uğursuz ve canavarca bir memnuniyet hissi öne çıktı içimde. Yani artık o yoktu, yoktu, yoktu... Artık bu dünyanın üzerinde onun kanlı canlı sureti yitmişti ve onunla bir gün bir yerde tesadüfen karşılaşabileceğim korkusu da ebediyen kayıplara karışmıştı...”[20]
Yani Adrine, bir yandan aşkının ölümünden büyük bir ızdırap çekerken, bir yandan da “günah işleme” ihtimalinin kaybolmasından dolayı bir tür ferahlık duyar. Adrine bu duyguyu şöyle dile getirir:
“Ondan sonra yeniden seneler geçti. Hatırası bende hep aynı sızıyı, hep aynı acı ve takat bırakmayan hissi uyandırarak sık sık geri dönüyordu. Sadece ayıp kaybolmuştu. Ölüm her şeye kutsiyet veriyor.”[21]
Adrine’nin evlilik kurumunun kutsallığına, çeşitli toplumsal ayrışmalara –ve dolayısıyla tırmanan savaş çığırtkanlığına, militarizme isyan ettiğini, tüm bunlara kendince bir direniş gösterdiğini söyleyebiliriz. Ama, Adrine’nin direnişi yalnızca toplumsal boyutta kalmaz. O, aynı zamanda, kendiyle de mücadele etmekten hiç vazgeçmeyen bir kadındır.
Yesayan’ın yapıtının hem dilsel açıdan, hem de başka tür bir kadınlık temsilinin yaratılmış olması bakımından edebiyat kanonundan ayrı bir yerde durduğunu söylemek yanlış olmaz. Fakat, Son Kadeh’te tüm bunları aşan, ve belki de eserin en can alıcı noktasını oluşturan bir çatışma daha olduğunu görmek mümkün: Ruh ve toplum çatışması. Adrine daha ilk anlardan itibaren, sürekli olarak ruhundan bahseder. Öyle ki, bu mektup/ günlüğü yazmasının temel sebebi, sevgilisinin onun ruhunu tanımak istemesidir.
Adrine’ye göre insanın ruhu kalabalıklara karıştıkça “büzülür, bir köşede saklanır ve ortaya çıkmaya cesaret edemez.”[22]
Adrine’nin etrafındaki kalabalığı sahte bulmasının esas nedeni de budur: İnsanlar ruhlarını dinlemek, hayattan keyif almak yerine, toplumun onlara dayattığı rolleri oynamayı tercih ederler. Kimi “seçilmişler” ise, topluma rağmen, Yesayan’ın ifadesiyle, uyanır ve kendi ruhlarını bulurlar. Adrine’nin kendi ruhunu bulduğu, aktığı, çoğaldığı, evliliğin ve toplumun dayatmalarından özgürleştiği yer aşktır. Bu özgürleşme alanı ise, tüm toplumsal çatışmaları aşan, cinsiyetler üstü bir yer olarak kurgulanmıştır. Adrine’nin doğada tek başına yürüyüşlere çıkarak, kendini evdeki kalabalıktan soyutlayarak korumaya çalıştığı ruhu, ancak sevgilisinin varlığıyla huzur bulur. Adrine’nin buradan aldığı güç o kadar kuvvetlidir ki, sık sık yaşadığını ifade ettiği ruh ve beden çatışması ancak sevgilisiyle birlikteyken bir harmoniye kavuşuyor gibidir.
Öyleyse, Son Kadeh’i yalnızca kadın-erkek ikiliği üzerinden okumanın eksik kalacağını söyleyebiliriz. Zira gördüğümüz üzere Yesayan, elbet kendi politik kimliğinin de etkisiyle, çeşitli toplumsal eşitsizlikleri dert edinse de, çeşit çeşit katmandan oluşan bir anlatı kurgulamıştır. Burada vurgulamak istediğim bir başka mesele ise, yazarın hayatının sanat eserini etkileyip etkilemediğine dair sıkça dillendirilen tartışmadır. Bana kalırsa, sanat eseri, yazar ve yapıtı arasında kurulan ikiliği aşarak yazarın yaşamı da dahil olmak üzere birçok şeyden beslenir. Tüm bu sebeplerle de Yesayan hem edebiyat kanonunun dayatmalarına ve genel ahlaka direnmekte, hem de dayatılan ikilikleri reddederek kendine ait bir dil kurgulamaktadır.
Bitirmeden evvel, Adrine’nin hikâyesinin akıllara kolaylıkla Emma Bovary veya Anna Karenina gibi kadın karakterleri getirebileceğini düşünebiliriz. Fakat, Emma Bovary ve Anna Karenina’nın erkek yaratıcılarından farklı olarak, Yesayan, kendi karakterini öldürmez, kitap görece daha “ılımlı” bir şekilde sonlanır. Bunun yazarların cinsiyetleriyle bir ilgisi olup olmadığını, ya da söz gelimi Yesayan’ın yazarlığıyla cinsiyetinin bir arada anılmasından hoşnut olup olmayacağını elbet bilemeyiz. Yine de, aile kurumuna çomak sokan kadın karakterlerin sonlarının, kadın ve erkek yazarlar tarafından bu denli farklı biçimde kurgulanmış olmasını Irzık ve Parla’nın yürüttüğü tartışma bağlamında kıymetli buluyorum.