Okur ve yazar olarak Nurdan Gürbilek

"Okurluk yeteneği Nurdan Gürbilek’in yazı sırlarının kalbidir. Bu yeteneğin ondaki yaşantısı şöyle bir şeydir: 'Yapıtın, ancak onun buyruğuna girene fısıldadığı biricik soruyla, onu dünya gözüyle görenin soracağı büyük soruyla' karşılaşmaya hazır olabilmek."

18 Kasım 2021 19:00

Montaigne, pek beğendiğimiz uygar aklın aslında bakarkörlükten kurtulamadığına dair bir örnek vermişti. Şaşırma, yadırgama yeteneğini yitirdiğimize dair… Örnek şu: O dönemde Fransa’ya getirilen üç Brezilya yerlisine burada en çok neden etkilendiklerini soruyorlar. Özellikle iki şeye çok şaşırdıklarını söylüyor yerliler. (“Aslında üç şeymiş de, üçüncüyü unuttum” diyor Montaigne). Birincisi: “Sakallı, güçlü kuvvetli, silahlı bir sürü adamın çocuk yaşındaki bir krala (XII. Louis’ye) uşaklık etmeleri.” Bu adamların kendi içlerinden birini niçin kral seçmediklerine çok şaşırmaktaymışlar. İkincisi daha da vahim: “İnsanlardan kimileri neden bolluk, rahatlık içinde keyif sürüp de birçokları dilenciler gibi açlık, perişanlık içinde yaşıyorlar?” Şunu da eklemiş yerliler: “Bu fukaralar nasıl olup da diğerlerinin boğazlarına yapışmıyorlar, şaşırıyoruz.”

Nurdan Gürbilek, Montaigne’in hatırlattığı şaşırma, yadırgama yeteneğini kaybetmemiş olan, gelişen başka yabancılaşma hallerini de irdeleyen, çığır açıcı denemeci kuşakların soyundan. Montaigne onun edebi atalarından yalnızca biri. Gürbilek’ten de bakarkörlüğe dair de bir örnek vermeliyim: 12 Eylül sonrasında Boğaziçi Üniversitesi’nde filoloji okudu Gürbilek. O yıllarda Rumelihisarı’nda bir antikacı vitrininde 19. yüzyıldan kalma bazı ibrikler gördüğünden söz ediyor. Bu ibrikler zamanında defolu sayıldıkları için pazarlanmamış, bir köşeye atılmışlar. Defoları şu: Meslek hastalığına yakalanmış veremli işçilerin cama şekil vermek için üflerken nefeslerinden damlayan kan damlaları. Şimdi vitrini parlatan bu ibrikler altın fiyatına satılmakta. “Ama şurası da aynı oranda can yakıcı değil mi?” diyor Gürbilek: “Acıyı vitrine çıkaranlar her zaman öteki olmayabilir. Acı çekenlerin kendileri de artık yaşadıklarını seyirlik kılabiliyorlar.”

İlk kitabı Vitrinde Yaşamak, devlet şiddetiyle kurulmuş piyasa ortamında doğan kültürel iklime dairdi. Tüketim hırsından mahrumiyete, dışlanıp bastırılandan onun tekinsiz dönüşüne, söz patlamasından gürültüye, müzikten sahnelere, toplumda kaynaşan yeni ideolojik yaşantıların irdelenmesi üzerineydi. Bir kaos çözümlemesiydi adeta. Her doğrunun karşıtı tarafından sakatlanarak yarım doğruya dönüşen biçimsiz haline, her birinin ayrı ayrı yalana varmasına dair ısrarlı vurgularına bu yapıtında başlamıştı. Bugün sayısı dokuza ulaşan yapıtları kültürün ve edebiyatın geniş bir panoramasına, yapıtların ve olguların analitik çözümlemesine dair eşsiz bir birikime dönüşmüş durumda.


“Okuma ahlakı”

Nedir Nurdan Gürbilek’in yazarlığındaki asıl özellikler? Burada bunların ancak bazılarına işaret edebilirim. Kılı kırk yaran, özenli gerekçesiyle daha da kıymetli hale gelen bu ödülün Nurdan Gürbilek’e veriliş nedenlerinden biriyle başlayalım. En başlarda kendine şunu sormuştu Gürbilek: “Gerçekten ne yapıyoruz bir kitabı okurken?” Herkesin az ya da çok yaşadığı bir okuma deneyiminden söz ediyordu: Kapıldığımız kitap bizde bir aydınlanma ânı içeriyor olmalı ki, okuyoruz. O kitap bizi kendimizden alıyor, kendi dünyasının içine çekiyor, orada yaşatıyor bir süre. İşte o ilk etkilenme sürecinde “kıskançça sahiplendiğimiz, şükranla bağlandığımız” kitaplarla aramızdaki “sınırlar erimiş, mesafe kapanmış” gibidir nerdeyse. O yapıt tarafından kuşatılmıştır adeta bilincimiz. Ama biz o kitaba “tekrar ve tekrar dönmemişsek”, zamanla o etkinin eriyip gidişini de yaşamışızdır. Belki geriye gri bir resim, belirsiz bir duygu, silik bir imge kalabilirse...

Okumak denen deneyimin bir yönü metni sahiplenmeye, onu kendi imgelerimize çevirmeye itiyorsa bizi,” diyor Gürbilek, “bir başka yönü de metnin kurduğu mesafeyi kabul etmeyi gerektirecektir. Çünkü ancak o zaman anlarız: Kendi imgelerimiz, içsel manzaralarımız dışında, (yapıtta) onlardan başka manzaralar, imgeler (de) vardır.” Demek bu düzeyde bir okurluğa ulaşmak ancak kendimizden çıkmakla, “okuma ahlakı” edinmekle mümkün olmalı. Ya da yeni bir tür okurluk yeteneği kazanmakla…

Okurluk yeteneği Nurdan Gürbilek’in yazı sırlarının kalbidir. Bu yeteneğin ondaki yaşantısı şöyle bir şeydir: “Yapıtın, ancak onun buyruğuna girene fısıldadığı biricik soruyla, onu dünya gözüyle görenin soracağı büyük soruyla” karşılaşmaya hazır olabilmek. Karşılaşma birincil koşul. Yapıtın nasıl bir dert taşıdığını anlamak için onun derdiyle dertlenmektir bu deneyim. En azından şunu bekleyecektir yapıt bizden: Nasıl yazıldığını duyabilmek için ritmine kapılmak. Bir müziği sevmek için de değil, dinleyebilmek için gerekli ilk koşul gibi. Bu tutum, yapıtı kendi önyargılarımızdan korumaktır bir bakıma. Onun biricikliğine saygı duymak, o hakkı kendi bencilliğimize karşı kollamaktır. Yapıtın sesini, biricikliğini, tekilliğini duyarak okumanın hazzı da ancak o vakit eşsiz olacaktır. İlk kez gördüğümüz bir kentin, bir manzaranın içinde yaşamak gibi.

Eleştiri adaleti

Gürbilek için okuma-yazma eylemi birbirinin içine giren, üç bölümlü bir süreçtir. İlkine okuma ahlakı ya da yeteneği demiştik. Özetle, yapıtı dönüştürme arzumuzu zapt etmek, yapıtın bizi dönüştürmesine izin vermek, onun gösterdiği yöne bakmaya özenmek.

Eleştiri ikincil süreçtir; kuşkusuz çok yönlü ve yoğun bir emek gerektirir. Yapıtın taşıdığı her neyse, o şey, Mevlana’nın deyişiyle “fih-i mafih”tir; yani “içindeki içindedir”. Onu ancak başka bir şeyle karşılaştırarak anlamayı deneyebiliriz. Çünkü başka araçlarla, edebi alanın içindeki ya da dışındaki disiplinlerin sorularıyla sınama çabasıdır eleştiri. Gürbilek için bunlar sosyoloji, psikanaliz, felsefe, tarihsel maddecilik, eleştirel teori, dilbilim, göstergebilim, antropoloji ve daha birçok disiplindir. Her biri yeri geldikçe konuya davet edilmeyi bekleyen bir yazma süreci.

Ama hepsinden öncesi şurasıdır: O yapıta “benden önce bir başkası” ne demişse, ona nasıl yaklaşmışsa, onu bilmek ve anlamak. Nietzsche’nin ok benzetmesini anar Gürbilek. Nietzsche, “düşünürü, doğanın gerdiği bir oka benzetir. Belli bir hedefi olmayan, ama sonunda bir yere saplanacağı umulan bir ok. Bir yapıtı sonraki yıllara taşıma dediğiniz şey de biraz böyle. Eleştirmen ya da değil. Biri o oka yakalanır; sonra da oku alır, başka bir yere doğru fırlatır”.

Gürbilek için oku devralmaya cesaret ederken uymak zorunda olduğu temel ilke “yalansızlık”tır. Başka deyişle doğruluk arayışı. Kendi ahlak kaymalarında kendisini de tehdit eden bir silah olacaktır bu ilke. Nietzsche’nin dediği türden bir oku tutmak, dahası onu ileri fırlatmak demek, içinde korku, endişe, mahcubiyet, acz gibi yakıcı duyguların kaynaştığı bir girdapta yaşamak demektir. Özneyle nesnenin, tikelle genelin durmadan uzaklaşıp yaklaşan mesafesinde dönen girdaba kendini sakınmadan bırakmak demektir. Şöyle diyor Gürbilek: “Başkasının hakkını yemediğini bilmek; artık olmayana, henüz olmayana, şimdi ve burada olmayana yer açabildiğini görmek, ancak bilgiyi mutlu edebilir. Işık yalnız aklı değil hakikati, hakikatin gölgesini değil kendisini vaat eder.”

Eleştiri süreci yüzlerce teorik araç gerecin işe koyulması demekse, burada tehlikeli bir durum yok mudur? Kavramlar hiç de masum araçlar değillerdir; bazen taş gibi katı, bazen jilet gibi keskindirler. Gaston Bachelard’ın dediği gibi, bazen gülü gübreyle açıklarlar. Bazı durumlarda insansız hava araçlarına  bile benzetilebilir kavramlar. Yeryüzünde sünnet düğünü için toplanmış kalabalığı, isyan için hazırlanan bir terör grubu sandırabilirler, gökten bakana. Oysa yeryüzünde, Benjamin’in deyişiyle, ancak yürürken görebileceğimiz ve daha kavrama girmemiş sayısız şeyler vardır. Melih Cevdet Anday’ın “daha yan yana gelmemiş sözcükler var” deyişi gibi… Cıvıltılı yaşantıların, capcanlı olguların, belki de ilk kez beliren anlamların hazır kavramlar içinde eritilmesi, “aslında hep bir vahşet sahnesidir” diyordu Gürbilek. Evet, ama insanı bilinmez güçlerin kucağından koruyan da yine o vahşeti icra eden kavramın kendisidir de, diyecektir. Yapıtın hazır algılara sığmayan hakikatine varabilmek için gene de düşüncenin içinden geçmekten başka yol var mıdır? Yapıt asıl sırrını, asıl verimini bu süreçte verecektir: Onun biricikliğini ihlal etmediğimizde, kavramların vahşetine karşı canını teslim etmediğimizde sırrını verecektir bize. Gürbilek’in biricikliğini sağlayan şeylerden biri işte budur: Orhan Koçak’ın deyişiyle, “teorilerin aç kurtlarına yapıtı parçalatmak istememiş” olması.

Az çok tanımlamaya çalıştığımız okuma ve eleştiri sürecini bütünleyen üçüncü aşamada yeni bir Gürbilek buluruz: Okuduğu yapıtlarda öteden beri kodlanmış, mühürlenmiş, damgalanmış, adlandırılmış sorunları yeniden sorgulayan ve yeniden adlandıran bir tür yapı-sökücü. Baskın çıkmış yargıların, aşinalık kazanmış algıların karşısında yadırgatıcı bakışıyla yeni bir “cesaret hamlesi” geliştiren yazardır bu yapı-sökücü.

Denemenin Gürbilek yaylası

Deneme, adının çağrıştırdığı mütevazılığa hiç de uymayan, asi bir tür oldu bugüne kadar. Montaigne için kendi zihnini özgürce teşhir etmekti deneme. Lukacs’a göreyse, somut bir olgudan hareketle tüm dünyayı kuşatma arzusuyla yazılan şey. Bu zapt edilmez arzusundan dolayı hem kibirli hem de kırılgan bir yazı türü sayıldı deneme. Ama sonuçta, Adorno’nun eleştirdiği biçimde, sanki üzerinde anlaşma sağlanmış “iyi, doğru, güzel” gibi muğlak kavramlarla, alışılmış klişelerle dolup taşar hale bile geldi bu tür. Piyasa kültürünün pazar tellalına bile dönüştü. Gürbilek bu tür denemeciliğin sonunu ilan edenlerden biridir. Onun yazı haritası klasikten moderne, eskiden bugüne geniş bir dünyayı kuşatacak enginliğe, vazgeçmediği yazma disipliniyle ulaştı. Hangi konuyu işlemişse, düşünceyi “bin yayla”ya taşımıştır. Onun yazı coğrafyası, üzerinden uzun yıllar geçilecek, geniş bir yayladır.

Anmayı her zaman önemsediğim bir özelliği de şu: Nurdan Gürbilek’i okuma hazzı. İki türlüdür. Yazarları Gürbilek’in gözünden okuduğumuzda bunları yeniden okumaya ilişkin o kamaştırıcı haz; bir de kendi yazı ritminin hazzı var. Nurdan Gürbilek okurlarının tiryakiliğidir bu. Yazının akışında yazarın bütün duyuş ve düşünüş damarlarının da görüldüğü, o hem müzikal hem de berrak akış. Türkçenin başına gelmiş büyük şanslarından biridir. Onunla aynı zamanda yaşıyor, şimdi de aynı mekânda buluşuyor olmanın ayrıcalığı da bizimdir.

  

NOT:

Bu yazı, 14 yıldır verilen Mersin Kent Edebiyat Ödülü’nün bu yıl Nurdan Gürbilek’e verilmesi dolayısıyla, 12 Kasım 2021’deki ödül töreninde yazarın yaptığı konuşmanın metnidir.