Olimpiyatlı kitaplar – ve bir film

"Sessiz Şampiyon’un kahramanı Ahmet Bilek, adı üstünde, sessiz sakin, mütevazı, sebatkâr bir adam. Kitabın alt başlığının bildirdiği gibi, bir Köy Enstitülü! Olimpiyat şampiyonu bir Köy Enstitülü. Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde okumuş; köyüne gidip gelirken, sporcu çantasının yanında muhakkak Enstitüler’in alâmet-i farikalarından mandolinini de taşırmış."

31 Temmuz 2021 16:53

1912 Stockholm Olimpiyatlarında ABD’den Walter Winans, iki dalda madalya kazanmıştı: Tabanca atış yarışmasında gümüş madalya, “Amerikalı at arabası yarışçısı” adlı küçük eseriyle heykel dalında altın madalya.  Winans ayrıca 1908 Londra Olimpiyatlarında atıcılıkta altın madalya kazanmış… ve dokuzu atıcılık üzerine, birisi hayvan heykelleri üzerine olmak üzere on kitap yazmış.

1912’den 1948’e kadar, olimpiyatlarda şiir, rölyef, grafik tasarım, marş bestesi gibi 18 dalda sanat “yarışmaları” yapılıyordu. Sanat ve edebiyatın sporla antik çağa uzanan kökteşliğinin kadrini bilen bir anlayışa dayanıyordu bu uygulama. Sporcuların kendi sınırlarını zorlayan üstün gayretini, beden ve ruh yücelişini methetmek, güzellemek, sanatın-edebiyatın güçlü kaynaklarından olmuştur zira. (Meraklısı için lafın uzunu: "82 kiloda şairimiz...")

Walter Winans'a 1912 Olimpiyatlarında altına madalyayı getiren heykel: “Amerikalı at arabası yarışçısı.

2012 Tokyo Oimpiyatları vesilesiyle, spor ile okuma yazma ve temaşa zevkini yan yana getirmeyi deneyelim. Edebiyatı geniş kavramıyla, literatür/“yazın” çerçevesinde düşünerek, olimpiyatlı birkaç kitaptan ve bir filmden söz edeceğim.

Bir “başalan”

Kemal Ateş’in Sessiz Şampiyon kitabı, güreşçi Ahmet Bilek’in 1960 Roma olimpiyatlarında altın madalya kazanmasıyla finaline varan spor kariyerini anlatan bir dokü-drama. Tanıklıklara ve araştırmaya dayanan ayrıntılı bilgiyi romanlaştırarak anlatıyor.

Roma Olimpiyatları, Türkiye’nin güreşte “süper güç” olduğu dönemin zirvesi ve sonudur. 1948 Londra Olimpiyatlarındaki 6 altın madalyalık rekor, Roma’da yinelenmiştir. İki altın nesil. Türkiye ondan sonra güreşte 1964 Tokyo ve 1968 Mexico City’de ikişer altın aldıktan sonra, bu branşta bir daha birincilik alabilmek için 1992 Barcelona’yı bekleyecek. (1990’lardan beri Türkiye’nin olimpiyatlardaki birinci sporları halter ve tekvandodur.)

İşte, 1960’ta 52 kilo serbest stilde Olimpiyat şampiyonu olan Ahmet Bilek, o ikinci altın neslin bir mensubudur. Kitap, sporculara dünyayı unutturan olimpiyata katılma tutkusunu, olimpiyat kadrosuna seçilme rekabetini, kulisleri, çekemezlikleri, tartıda kilo tutturma gerginliğini ve olimpiyat atmosferini capcanlı tasvir ediyor.

1948 Londra’ya damgasını vuran önceki altın nesil, gazoz şişesinin kapağını başparmağıyla şöyle bir dokunarak püskürten Yaşar Doğu’gillerin acı kuvvetine dair reel-mitoslarla biliniyor. 1960 nesli ise, teknikte ustalaşarak temayüz etmiş. Müsabaka anlatımlarında,  “kafakol,” “alttan sarma,” “bravle” gibi bilinenler yanında “danabağı,” “yanbaş oyunu,” “yılan dolaması” veya “Hasan Gemici oyunu” gibi özel teknikler sıralanıyor.

Medya öncesi çağın iki süper yıldızı sayılabilecek Yaşar Doğu ve Celal Atik’in 1950’lerde kazandıkları müthiş şöhret ve itibarın şemsiyesi altında, güreşin bir sınıf atlama yolu olarak işlediğini de gösteriyor kitap. Güreşçi yetiştirmenin ekonomisini, toplumsal ilişki ağını tasvir ediyor. Ankara’da bir hatırşinasın bu işe tahsis ettiği bir spor salonunun 1964’te kapanmasından sonra Celal Atik, Ahmet Ayık, Mustafa Dağıstanlı, Tevfik Kış gibi şampiyonlarla beraber Ahmet Bilek’in de katıldığı, “salon istiyoruz” sloganıyla yapılan “pehlivan yürüyüşünü” de öğreniyoruz.

Sessiz Şampiyon’un kahramanı Ahmet Bilek, adı üstünde, sessiz sakin, mütevazı, sebatkâr bir adam. Kitabın alt başlığının bildirdiği gibi, bir Köy Enstitülü! Olimpiyat şampiyonu bir Köy Enstitülü. Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde okumuş; köyüne gidip gelirken, sporcu çantasının yanında muhakkak Enstitüler’in alâmet-i farikalarından mandolinini de taşırmış. Kızılçullu’dan sonra Gazi Eğitim Enstitüsü’nde de okumuş “başalan”ımız – Enstitüler’de öz Türkçecilik çığırı içinde şampiyon yerine “başalan” derlermiş.

Mülteci takımı

Yine gerçek bir hikâyenin dramatizasyonuna geçelim. Reinhard Kleist’ın eseri Olimpiyat Rüyası, bir grafik roman (çeviren bu satırların yazarıdır).

Müthiş sür’ati ve yeteneğiyle küçücükten parıldayan Somalili atlet Samiye Yusuf Ömer, 2008 Pekin Olimpiyatlarında ülkesini temsil eden iki atletten biri olmuş ama dereceye girememiş. 2012 Londra Olimpiyatlarına, bu defa daha iyisini yapabilmek için azimle hazırlanıyor. Fakat şartlar berbat: açlığa, yoksulluğa ilaveten, kadınların ortalıkta görünmesini istemeyen cihatçı tedhişinin tehdidi altında gizli gizli antrenman yapmanın gerginliği var. Samiye Yusuf Ömer, olimpiyat rüyasından vazgeçmiyor, Avrupa’ya kaçarak profesyonel şartlarda çalışıp hazırlanmak istiyor. Gerisi beter, gerisi malûm… Akdeniz’de batırılan kaçakçı teknesinde boğularak ölen mültecilerden biri oluyor, Samiye.

Olimpiyat Rüyası, olimpiyat cezbesiyle iç içe, mülteci kırımını anlatan bir grafik roman. Uluslararası Olimpiyat Komitesi, geçen oyunlarda, 2016 Rio de Janeiro’da, bu vahim global meseleye dikkat çekmek için bir “Refugee Olympic Team” ihdas etmişti: Mülteciler Olimpiyat Takımı. Müstakil bir ülke gibi, olimpiyat bayrağıyla resmigeçide katıldılar. Rio’da dört ayrı ülke kökenli on mülteci sporcudan müteşekkil olan Mülteciler Takımı, Tokyo Olimpiyatlarına daha geniş bir kadroyla, 11 ülkeden 29 sporcuyla katıldı.

Rose Lokonyen Nathike Mülteciler Olimpiyat Takımının bayrağını taşıyor. Rio Olimpiyatlarının açılış töreni, 2016.

Onlardan biri, Berlin’de yaşayan Suriyeli yüzücü Yusra Mardini Samiye Yusuf Ömer’in hikâyesindeki gibi, rüyadan bahsetmiş: “Benim rüyam artık sadece bana ait bir rüya değil. Dünya üzerinde birçok insana umutlarını kaybetmemeleri ve pes etmemeleri için ilham verebileceğimizi umuyoruz.” Kuşkusuz, Olimpiyat Komitesi gibi kağşamış bürokratik yapılar söz konusu olunca, bu tür sembolik girişimlerde bir yapaylık tadı illâ oluyor. Yine de, biraz olsun silkindirir, hassasiyeti uyarırsa, ne âlâ.

Yusra Mardini

Türkiye’de yıllardır statüsü belirsiz koşullarda barındırılan yüz binlerce Suriyeli, Afgan ve başka mülteciler arasından olimpiyatlık bir sporcu, iki üç sporcu çıkar mı, bir gün? Çıkarsa, bunların ulusal takımda yer almasını yadırgayanlar olur mu? (Olur, değil mi?) Çıkarsa, yadırganırsa; sözgelimi “devşirme” sporculardan daha mı yadırgatıcıdır sizce, spor ruhu-ahlâkı açısından? Daha az mı “doğaldır”? (“Devşirmeler,” uluslararası yarışmalarda madalya alma hedefiyle çeşitli ülkelerden “transfer” edilip uyrukluk verilen yetenekli sporculardır. 2016 Rio de Janeiro Olimpiyatlarında Türkiye adına 17 ülkeden 29 “devşirme” sporcu yarıştı. Tokyo’da saptayabildiğim kadarıyla böyle 7 sporcu var.)

Koşu

Yine koşu sporu ve olimpiyatlar etrafında gezen bir başka kitaptan, bu defa namlı bir yazarın, Siegfried Lenz’in Ekmek ve Oyunlar romanından kısaca söz edelim (çev. Ayşe Sarısayın, Can Yayınları). Romanda bir 10 bin metre koşucusu, yaklaşan Olimpiyatlar için en iddialı adaydır ama sakatlanır, hayalleri yıkılır. Kaderden intikamını, yerine geçen rakibini sakatlayarak alır. Lenz, “en birinci” olmaya yani olimpiyata gözünü dikmiş atletlerin zihnine girip, uzun mesafe koşusunun “poetikasını” yazmıştır adeta. “Ha gayret kalbim… Ne olun beni bırakmayın, ciğerlerim…” Kitabın gölge kahramanı, 4 olimpiyat altını almış efsanevî Çek uzun mesafeci Emil Zatopek’tir. Lenz, Zatopek’in “zaman cellâdının kılıcı sallanıyormuş gibi koştuğunu” yazar.

Zatopek’in trajik hayatını romanlaştıran Jean Echenoz’un Koşmak’ını (çev. Mehmet Emin Özcan, Helikopter Yayınları) da zikredelim bu vesileyle. (Meraklısı için daha ayrıntılısı: "Ha gayret kalbim, bir yokuş daha!")

 

Olimpiyat ve cinayet

2012 Londra Olimpiyatları, İngilizce konuşulan dünyada, çoksatar roman yazarlarını olimpiyat dekoru önünde geçen kitaplar yazmaya teşvik etmişti. Bunlardan ikisi, Türkçeye de çevrildi. Biri, James Patterson’ın Private Games’idir. Türkçesi Oyun adıyla Bülent Toksöz çevirisiyle çıktı (Nemesis, 2015). Londra Olimpiyatları’nın güvenlik işini üstlenen bir firmanın usta dedektifinin, tam oyunlar öncesi bir Olimpiyat Komitesi üyesinin kafası kesilerek öldürülmesi üzerine kolları sıvamasıyla start alan bir maceradır.

İkincisi, Chris Cleave’in Gold’udur. Türkçesi: Altın, İrem Sağlamer çevirisi (Nemesis Kitap, 2014). Bu romanın kahramanları, çok iyi arkadaş olan iki İngiliz bisikletçi genç kadındır. Ancak olimpiyatlara bu branşta her ülkeden sadece bir sporcunun katılabileceğine dair bir düzenleme getirilince, birbirlerinin rakibesine dönüşürler. Sporda performans baskısının ve hırsının yol açtığı arızalar yanında, arkadaşlığın iniş ve yokuşları üzerine bir hikâyedir.

İki de Türkçeye çevrilmemiş popüler edebiyat eserinden bahsedeyim. David Albert’in yine Londra Olimpiyatları’na “yetiştirdiği” Chameleon 2012 (Tentacle) (Bukalemun 2012 -Dokunaç), bilim kurgu dalında yarışıyor. “Plot” şu: Dokunaç adlı deli bir tedhiş örgütü, yüzme yarışlarının yapıldığı havuzlara siyah sporcuları beyaza çevirecek bir virüs sızdırarak olimpiyatları darmaduman etmeyi planlamıştır…

Bu fasılda son anacağım kitap muhtemelen bir yıl içinde Türkçede yayımlanacak. Volker Kutscher’in, İletişim Yayınları’nın Gülçin Wilhelm ve Cem Sey çevirileriyle yayımladığı siyasî polisiye kitapları dizisinin sekizinci kitabı: Olympia –Olimpiyat. (Dünya çapında pek beğenilen Babylon Berlin TV dizisi, bu romanlara dayanıyor.)

Olympia, tarihin en meş’um olimpiyat organizasyonu olan 1936 Berlin Olimpiyatları esnasında geçiyor. Olimpiyat Köyü’nde bir cinayet işleniyor, Nazi yetkililer, derhal ve ezberden, “komünist komplosu” mührünü vuruyorlar. Cinayet şubesindeki dedektifimiz, “gerçeği” araştırmaya koyuluyor. Roman, Nazilerin olimpiyatları propaganda sahnesine dönüştürme gayretlerini ve Amerikalı siyah atletlerin onları ifrit eden başarılarını ince ince işliyor. Bir cümleyle:

“Almanya’nın Führer’i [önderi, başbuğu] siyah sporculara aşağılayarak bakıyor, siyah sporcular da bundan ötürü Führer’e aşağılayarak bakıyorlardı.”

Kelebek etkisi

Son olarak, taze bir olimpiyat filmi: Nadia, Butterfly – Kelebek Nadia. MUBI platformunda izlenebiliyor.

Kanada yapımı film 2019’da çekilmiş; salgının geleceğini ve erteleneceğini (tabii ki) bilmeden, 2020 Tokyo olimpiyatlarının sahiden 2020’de vuku bulduğu varsayılarak gibi çekilmiş; yani bir ütopya filmi olmuş! Ham manâsıyla ütopya: olmayan yer.  Cannes Festivali’ne seçilmiş ama festival fiziken yapılamadı biliyorsunuz.

Yönetmen Pascal Plante, 2008 olimpiyatlarına katılmak için yarışmış ama Kanada millî takımına seçilememiş bir eski yüzücü. Başrolünde de sahici bir üst düzey yüzücü olan Katerine Savard oynuyor. Film, dondurduğu tıp öğrenimine devam etmek üzere artık yarışmacı sporu bırakacak olan ve olimpiyatlarda son müsabakalarına çıkan bir genç kadın yüzücüyü anlatıyor. Kelebek dalında katıldığı bireysel yarışlarda madalyayı kaçırdıktan sonra 4 x 100 karışık takım yarışında bronz madalya kazanarak, fiyakalı bir final yapıyor.

Sporun kulisini ve “atletik emek sürecini,” yüceltmeden, kahramanlaştırmadan, hatta demistifiye ederek, sade bir dille anlatıyor film. Olimpiyatta madalya alma hırsını ve başarının sarhoş tatminini görüyoruz. O sarhoşluğun dibindeki manâsızlığa, boşluğa bakıyoruz. Üst düzey sporcuların o şaşaalı koşturmaca içinde ertelenen “başka” hayatlarıyla ilgili mahrumiyet hislerini ve acemiliklerini görüyoruz. Bu acemiliğin bir çehresi olarak, sporcu şapşallığını görüyoruz.

Kahramanımız Nadia, bir yerde, takım arkadaşlarını kızdırmak pahasına, takım yarışı da olsa yaptıkları işin bireysel spor olduğunu söylüyor; neticede tek başlarına ve kendi başlarına yarışıyorlardır. Bu bana, bütün sporların insanın ruhuna ve bedenine işlediği “insularite” hissinin, “adasallığın”, yani sanki bir adada tecrit edilmişçesine yalıtılmış olma duygusunun yüzmede doruğuna çıktığına dair naçiz kanaatimi hatırlattı. Yüzmede, suyun tecridi içinde dünyadan kopmak, “dalıp gitmek,” tam anlamıyla mecazdan fiile geçer. Meditasyonun hasıdır. Belki, cins ve fert olarak, sudan geldiğimiz için de, kutsî bir tatmin verir.

Şunu da ekleyelim: yüzmenin kültürel tarihini yazanlar, 1930’larda bir Amerikalı yüzme öğretmeninin kurbağalamadan türeterek geliştirdiği kelebek stilini, serbest stile (kravl) göre yüzmenin manevî istifadelerini eksik bırakan bir stil olarak görme eğilimindedirler. Kadim boğulma korkusu, sırtüstü, kurbağalama ve kelebekte hâlâ hükmünü sürüyordur onlara bakılırsa; bunlar kendini bırakmayan, “kasan” stillerdir. (Bu bahiste meraklısı için daha ayrıntılısı: Yüzmenin saadeti üzerine, Sokrates’in 5. sayısında yazmıştım.)

Sürmekte olan Tokyo Olimpiyatlarında 100 metre kadınlar kelebek yüzme yarışına altın madalyayı kim aldı dersiniz? Margaret MacNeil – Kanada! (Kanada’nın tarih boyunca bu dalda aldığı ilk olimpiyat altını. 2016’da gümüş almışlardı.) Nadia’nın kelebek etkisini görmez misiniz şimdi bu başarıda! Peki ya kadınlar 4 x 100 karışık yarışı diyeceksiniz.  Finali, bugün.