Bir yaşam ustası olan yazar ve nörobilimci Oliver Sacks, ölürken bile yaşamı olumluyordu...
03 Eylül 2015 15:00
Eserlerinin çoğu Türkçeleştirilen ve ülkemizde en çok Uyanışlar ve Karısını Şapka Sanan Adam adlı kitaplarıyla tanınan beyinbilimci ve yazar Oliver Sacks, Pazar günü 82 yaşında hayata veda etti.
Uzun süredir kanserle mücadele eden Sacks, bu sene Şubat ayında gözündeki melanomanın karaciğerine sıçradığını ve artık hastalığının son evresinde olduğunu açıklamıştı. Nadir rastlanan nörolojik rahatsızlıklarla ilgili birçok kitabın yazarı olan Sacks’in Uyanışlar adlı eseri sinemaya da uyarlanmış; Robin Williams ve Robert de Niro’nun oynadığı film En İyi Film kategorisi de dâhil üç dalda Oscar’a aday gösterilmişti.
Yaklaşık üç hafta önce The New York Times’da yayımlanan “Sabbath” (Sept Günü) başlıklı veda yazısında, Ortodoks Yahudi ailesiyle geçirdiği çocukluk ve ilk gençlik yıllarından ve “durmuş bir dünya, zamanın dışında bir zaman” olarak tanımladığı Sept Günü kültüründen bahseden Sacks şunları demişti: “Şimdi, zorlukla nefes alabildiğim ve bir zamanlar sert olan kaslarımın kanserin ellerinde eridiği bu günlerde düşüncelerimin gittikçe manevi ya da doğaüstü olan üzerine değil de, güzel ve anlamlı bir hayat yaşamanın- kendi içinde bir huzur elde etmenin- ne demek olduğu üzerine yoğunlaştığını görüyorum. Düşüncelerimi, dinlenme günü olan Sept Günü’ne; haftanın yedinci gününe; belki de insanın yaşamında yapacaklarını tamamladığını hissettiği ve rahat rahat dinlenebileceği hayatın yedinci gününe kayarken buluyorum.”
Eserlerinde sanat, felsefe ve birçok disiplini nörolojiyle buluşturan Sacks’in hayatının son evresini iç rahatlığıyla dinlenebileceği bir yedinci gün gibi görmesi, geride bıraktığı eserler ve insanlığa kazandırdıkları düşünülürse, şaşırtıcı değil.
Bir nörolog olarak Sacks’ten başlayacak olursak; tıbbın giderek ticarileştiği, sağlığın bir meta hâline geldiği, doktorların bizim ve sevdiklerimizin bedenlerine fabrikadan çıkmış makinalar gibi davrandığı, vücutlarımıza karşı gittikçe sertleşen bu dünyada, Sacks’in hastalarına gösterdiği insancıl yaklaşım, belki de onun en dokunaklı yanlarından biri.
Sacks’in hem otobiyografik çalışmalarında hem akademik eserlerinde kendi içine sığdıramadığı ve çağımız tıbbında artık bir anakronizm olan hümanizminin, hastalarını “insanlaştırdığı” da öne sürülebilir. Örneğin, Mayıs ayında The Guardian için Sacks’in hatıralarını yazdığı ikinci kitabı On the Move’u değerlendiren yazar Lisa Appignanesi şöyle yazmıştı: “Tüm açıkları ve kayıplarına (ya da tıpçıların dediği gibi ‘eksik’lerine) rağmen, Sacks’in kahramanlarında 19. yüzyıla özgü geniş bir insanlık var. Hızlı hareketlerle bir kâğıda karalanmış klinik olaylar, ya da mesleki dergilerde çıkan makalelerin özneleri olmayan bu ‘hastalar,’ (Sacks’in) ilgisi, merhamet duyan bakışı ve trajedinin ortasında iyimser olabilme yeteneği sayesinde kendi koşullarını aşabilen büyük karakterlere dönüşüyor.”
Kendi hayatını da aynı insancıllıkla ve oldukça detaylı bir biçimde kaleme alan Oliver Sacks, Türkçede yayımlanmış olan ve çocukluğunu anlattığı Tungsten Dayı ve henüz dilimize kazandırılmamış olan- homoseksüelliğini ilk defa doğrudan ele aldığı- On the Move’da okurlarına ve tüm dünyaya yüreğini açıyordu.
“Başka hiçbir şeye benzemeyen bir zevk” olarak tarif ettiği yazma tutkusu, bilim insanlığı, felsefeci yanı, edebiyatçılığı ile başka pek kimseye benzemeyen bir yazardı Sacks. Dünyadaki son günlerinde hayat üzerine yazdıklarıyla- yani geride kalan bizler için “hayatının yedinci gününde” yaptıklarıyla- ölüme yaklaşırken bile yaşamı olumlayarak, kendi mirasını güçlendirdi.