Çevirmen çeviriyi bitirdikten sonra, editör kitabı yayına hazırlarken ellerinden geldiğince hata avlıyorlar ama onlar da beşer şaşar türünden olduğu için bazen hataları düzeltmeye çalışırken metne yeni hatalar ekleyebiliyorlar
03 Eylül 2015 15:00
Başka dillerden Türkçeye yapılan çevirilerin editörlüğü için, bence en doğru, ideal yaklaşım, editör ve çevirmenin, elele, “yazar bu metni Türkçe yazsaydı nasıl bir metin ortaya çıkardı” sorusunu ellerinden geldiğince cevaplamaya çalışmaları—Yahya Kemal’in Hayyam tercümesi üzerine rubaisinde dediği gibi, “Hayyam onu Türkîde nasıl söylerse”.
Çağdaş Anglo-Sakson metin editörlüğü kuramı bu ilkeye dayanıyor; buna göre, bir metni yayına hazırlarken, önce olabildiğince metnin asıl, bozulmamış haline en yakın kaynak kopyayı “copy-text” olarak saptamak; sonra, bu ilk metnin biçimsel özelliklerini (noktalamasını, bölüm düzenini...) esas alarak, metnin tarih içinde gördüğü değişiklikler arasından, gerçekten yazarın niyetine uygun olarak yapılmış olduğu saptanan değişiklikleri eklemek gerekiyor.
Yazarın niyetinin ne olduğunu kritik düşünce yöntemleriyle bulmaya çalışıp bunu esas almak, paradoksal bir yaklaşım gerektiriyor: Bunu yapabilmek için, editörün ve çevirmenin kendi egolarını, tercihlerini rafa kaldırmaları, kitabın ne anlatması gerektiğiyle ilgili kendi fikirlerini kendilerine saklamaları; zamanlarını, yazarın zihninde ne olduğunu, kitabın meramının ne olduğunu bulmaya harcamaları gerek... Bunu yaparken tüm bilgilerini, araştırma güçlerini, muhakemelerini kullanmaları gerekiyor. Paradoksu işte bu durum yaratıyor: Ortaya çıkan metin, kendi tercihlerini rafa kaldırmış olsalar da, yine bizzat kendi zihinlerinin “bu kitabın meramı neydi” sorusuna verdiği cevap olmak zorunda.
Bu çabada, çevirmen ve editörün rol ayrımının sınırlarını (kabaca da olsa) çizmek gerek. Ben, üslupla ilgili meselelerin (sözdizimi, noktalama, kelime seçimi...), yoruma açık yerlerdeki tercihlerin daha çok çevirmene bırakılması gerektiğini düşünüyorum. Editörün ise metni yalnızca Türkçe yazı standartları ve okunaklılık açısından değerlendirmekle kalmaması, metni bir kez daha özgün metinle cümle cümle karşılaştırması gerekiyor. Böylece çevirideki anlam hatalarını, eksik-fazla unsurları yakalamaya çalışması, kitabı ve yazarı iyi tanıyan birinin göreceği göndermelerin, sembolizmlerin, biçimsel özelliklerin Türkçeye yansıyıp yansımadığını kontrol etmesi bence en doğrusu. Bu ideal içinde, çevirmen ve editör, “kim görecek, kim anlayacak ki” diye değil; tersine, kendi bildikleri her şeyi ve biraz daha fazlasını bilen bir “ideal okur”u hedef alarak çalışmalı, şüpheyi hiç elden bırakmamalı: İngilizcenin meşhur klasik sözlüğünün yazarı Samuel Johnson, hazırladığı Shakespeare edisyonunun önsözünde editoryal kararlar için “tahmin yöntemini daha çok tatbik ettikçe, ona daha az güvenmeyi öğrendim” demiş.
Bunu yapmadan, yalnızca erek metni okuyarak yapılan editörlük çalışmaları (görebildiğim kadarıyla, artık kural olarak bununla yetiniliyor) bu açılardan yetersiz olmaya, “yazarın meramını” ararken çevirmenin gözden kaçırmış olabileceği noktaları yakalama çabasında eksik kalmaya mahkumlar.
Bu beklentinin, yayın dünyasının gerçekliklerini, para-zaman-emek kısıtlarını hesaba katınca ütopik olduğunun farkındayım. Yayıncılık sektörü, dünya ölçeğinde büyük bir değişimin içinden geçiyor. Pek çok kitap için bu türden bir ilgi ve sabrı göstermenin giderek olanaksızlaştığını, seyrekleştiğini; bu yaklaşımın ancak işin genel iktisadi mantığının marjlarında yaşam alanları bulabildiğini biliyoruz. İki kitapta Gülden Hatipoğlu ile çalışabilmiş olmayı bu açıdan büyük bir talih olarak görüyorum.
Beşer şaşıyor ama şaşmayı sevmiyor. İnsanlık tarihine, kendi hayat hikâyelerimize bakarken, sürekli olarak bir şeylerin daha iyisini bulduğumuz, daha az hata yaptığımız bir ilerleme hikâyesi görmeye meyilliyiz. Oysa, hayata daha gerçekçi bakınca insanlığın asıl halinin sürekli olarak deneme-yanılma içinde olmak olduğunu görüyoruz. Uygarlık ilerlediği gibi gerileyebiliyor da defalarca gerilediğini biliyoruz. Hatıralarımız bize hep bir şeylerin doğrusunu bulmamızı hatırlatıyorsa da, aslında, hayatta sürekli olarak büyük ya da küçük hataları tekrar tekrar yaparak ilerliyoruz.
Çevirmen çeviriyi bitirdikten sonra, editör kitabı yayına hazırlarken ellerinden geldiğince hata avlıyorlar ama onlar da beşer şaşar türünden olduğu için bazen hataları düzeltmeye çalışırken metne yeni hatalar ekleyebiliyorlar. (Hollandacanın rekreasyonel dilbilim-kelime oyunları klasiği “Opperlans!”ın ikinci edisyonunun kapağında “baştan sona gözden geçirilmiş, genişletilmiş, sistematize edilmiş, yepyeni hatalarla donatılmış, kesinlikle en son ve internet edisyondur, size kolaylık olsun diye 676 adet basılı sayfaya download edilmiştir” yazar.)
Bunun çaresi, tekrar tekrar, hatta metne yabancılaşmaya çalışarak okumak (çünkü metni tanıdıkça hatalar görünmez olmaya başlayabiliyor). Bu türden hataları yakalayabilmenin sınırını, sonuçta, kitaba ayırabildiğiniz zaman ve dikkat çiziyor.
Asıl tehlikeli hatalar, Donald Rumsfeld’in meşhur deyişiyle “bilinmeyen bilinmeyenler”. “Bilinen bilinmeyenler”de, durumum farkındayız; çevirmen, bir deyişin anlamını bilmediğini bildiği zaman, bu anlamı çözene kadar değişik kaynaklara (sözlüklere, başka metinlere, kitabın başka çevirilerine) başvurarak yazarın meramına ulaşabilir; çevirmenin gözünden kaçmışsa yukarıda andığım ideal editör bu türden hataları yakalayabilir.
Asıl, bilmediğimizi bilmediğimiz, bildiğimizi sandığımız durumlarda tökezliyoruz. Örneğin, “clock” kelimesinin bildiğimiz “saat” anlamı yanında bir de “bokböceği” anlamı varmış. Ağaca Tüneyen Sweeny’yi hazırlarken, sonlardaki mahkeme sahnesinde yer alan bu kelimenin saat değil bokböceği anlamında kullanılmış olması gerektiğine, yayına hazırlık çalışmalarının epey sonlarına doğru uyanmıştık: ilk okumalarda “saat” çevirisi gayet aşikâr ve sorunsuz, metnin genel absürd havası içinde gayet olası görünüyordu. Ancak kitabı ve çevirisini defalarca okuyup cümle cümle karşılaştırdıkça, bu sayede giderek Flann O’Brien gibi düşünmeye, O’Brien’ın saçmalık katmanlarını hangi yöntemle kurduğunu hissetmeye başlayınca, içimden bir ses o cümlede bu türden bir saçmalığın kitabın genel saçmalık mantığına uymadığını söyledi bana. O’Brien, saçmalıkları kendi içinde tutarlı ama birbiriyle tutarsız durumları arka arkaya dizerek ya da içiçe geçirerek kuruyordu. Bu kelime ise o anlatı parçacığının içinde bir saçmalıktı. Shorter Oxford English Dictionary’yi açıp “clock” kelimesinin anlamlarını tekrar gözden geçirince, en sonlarda paragrafın iç tutarlılığı için çok daha geçerli olan “bokböceği” karşılığını gördüm.
İnternet, bilgiye ulaşırken, uçsuz bucaksız metin yığınlarında bir ifadeyi doğrudan arayıp bulmamızı sağlayarak önceki kuşakların hayal edemeyecekleri kolaylıklar sunuyor bize. Bu yüzden, çevirmen ve editörlerin bir cümlenin meramını ararken yapması gereken araştırmalar, internet sayesinde tümden nitelik değiştirdi. Eskiden “bilinen bilinmeyenler”le karşılaştığınızda yapabileceğiniz araştırma, ulaşabildiğiniz fiziksel kitaplarla, kütüphanelerle, bu samanlıklarda iğne aramaya ayırabileceğiniz zamanla sınırlıydı. Şimdi sayısız sözlük, kitap, gazete arşivi, akademik makale elimizin altında. Bunlarda bir ifadeyi kelimesi kelimesine arayıp yazarın tam tamına neyi kastettiğini, neye gönderme yaptığını oturduğumuz yerden, çok kısa süre içinde bulabiliyoruz. Bu türden araştırmalarla desteklenen bir çeviri anlayışı üzerine çalışmaların güzel bir örneği olarak Yiğit Yavuz’un Nabokov çevirileri etrafındaki araştırmalarının sonuçlarını derlediği blogunu öneririm (nabokovblog.blogspot.com).
Özellikle ilgili olduğum Joyce çevirilerinde, 1960’ların, 1980’lerin olanakları ve bilgi düzeyi içinde değerli çalışmalar olan Murat Belge (Dublinliler ve Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi) ve Kudret Emiroğlu (Sanatçının Mektupları) çevirilerinin yapılmasından bu yana çok şey değişti. Aradan geçen yıllarda, İngilizcede, Joyce metinlerinde “yazar niyeti”nin ne olduğu, sahih metnin ne olması gerektiği üzerine pek çok çalışma yapıldı, büyük tartışmalar yaşandı. Bunun yanında, Joyce metinlerinin içeriği, anlam yükleri ve Joyce’un hayatı ile ilişkisi hakkındaki bilgi birikiminde büyük bir artış oldu. Türkçede de Joyce’un metinlerinin çevirisi üzerine pek çok çalışma yapıldı; ayrıca, Richard Ellmann’ın Joyce’un hayatı ve kitapları arasındaki ilişkileri görmek açısından büyük önem taşıyan klasik biyografisinin çevirisi yayımlandı. Tüm bu birikimin yanısıra, internetin olanakları sayesinde, 1980’lerde kâğıt kalem ile çalışan bir çevirmenin ulaşamamasının çok anlaşılır olduğu anlam inceliklerine ulaşabilmeye başladık. 2012’de Joyce’un telif hakları serbest kalmasının ardından bu çeviriler tekrar yayımlanmaya başladı. Bence, tüm bu yeni bilgiler ışığında, bu çevirilerin de oldukları gibi ya da yalnızca Türkçe metin editörlüğü açısından gözden geçirilerek değil, çevirmenleriyle işbirliği içinde cümle cümle kaynak metinlerle karşılaştırılarak elden geçirilmeleri, artık “bilinen bilinmeyenler”e dönüşmüş bu türden anlam hatalarının düzeltilmesi çok daha doğru olacaktı.