Anlam yüklediğimiz mekânlara, ördüğümüz duvarlara, yeri geldiğinde türlü felakete kör kalma yetimize rağmen, varlığımız hâlâ kırılgan ama mezarların üzerine inşa ettiğimiz ya da mezara çevirdiğimiz mekânlarımızın gölgesinde sımsıkı tutunuyoruz...
07 Eylül 2017 14:25
“İnsan bir rüya ülkesinde yaşamayı sever.”1
Mesken tuttuğumuz bu dünyadaki kozmolojik anlatılarının pek çoğu, bir başlangıç noktasını esas alır: “Önce söz vardı,” “önce ışık vardı,” “önceleri her şey bir toz bulutundan ibaretti…” İnançlar ve kültürel aidiyet uyarınca anlatılar değişse de kendi hikâyemizin temelinde yatan müşterek bir başlangıçta anlaşabileceğimizi sanıyorum: “Önce mekân vardı.” Önce mekân vardı ve insanî faaliyetin tohumları orada atıldı. Kim olduğumuz sorusunun cevabı mesken tuttuğumuz yerler ile, mesken tuttuğumuz yerlerin çehreleri bizim kim olduğumuzla zaman içinde iç içe geçti, bizler yerleştikçe mekân, -insan hayatını dönüştürür ve insan tarafından dönüştürülürken- pek çok hikâyeye zemin olageldi. Hafızanın kırılganlığına kafa tutmak ve kendi varlığımızı meşru ya da anlamlı kılacak yer/ mekân anlatıları yaratmak, biz insanlara özgüydü ve mağara resimlerinden yazıtlara, sokak isimlerinin yazılı olduğu tabelalardan anıtlara değin insanın elinin değdiği her yere, bu anlatıların gölgesi düşüyordu. İnsan, ayaklarını basacağı sağlam bir yere muhtaç olduğu kadar anlatacağı ve dinleyeceği hikâyelere de muhtaçtı.
“… Zamana gelince, zaman sonsuza dek azalmaktadır.”2
Mekân çatıyı ve iskeleti, zaman zemini ve atmosferi örer, insan da kapıyı açıp içeri girerek anlam üretmeye dair faaliyete koyulur. Mekânın pek çok çehresi, pek çok hikâyesi vardır, oysa biz, yalnızca kendi varlığımızın sınırları dâhilinde olup bitene tanıklık edebilir, geçmişe ancak tarih anlatıları ile uzanıp geleceği en çok hayal edebiliriz. Dilersek, Paul Auster’ın, Auggie Wren’in Noel Öyküsü’nde karşımıza çıkardığı kahraman misali, zamanın dönüştüren elinin okşayışına maruz kalan bir sokak köşesini fotoğraflayarak dondurabilir, zamanın yıkıcı deviniminin burayı nasıl işlediğini belgelemeye çalışabiliriz ama en fazla bir arpa boyu yol gidebiliriz, çünkü kendi bitimli yaşamlarımız süresince ne zamanın akışını ne de mekânın organik yaşamını tam anlamıyla kavramayı başarabiliriz. Bu dünyadaki günleri sayılı olan biz ölümlüler, belki tam da bu nedenle zamanı ufak, daha ufak parçalara bölüp içlerini olabildiğince doldurmaya,3 eninde sonunda göçüp gideceğimiz bu yerde bir iz bırakmaya çabalamaktan vazgeçmeyiz. Ayak bastığımız yerlerin bizden önce neler görüp geçirdiği, mekânın icadı ve yeniden üretimine yönelik anlatıların da temelinde yer alır; “zira yer deneyimi zamana bağlıdır ve hafızayla ilintilidir.”4 Özellikle modern kentler söz konusu olduğunda iktidar söylemleri, tarih anlatıları üretirken mekânı bu bağlamda yeniden kurgulamaya, "burası" denen yerin geçmişteki anlam ve önemini vurgulamaya yatkındır. Sanatçı Braco Dimitrijevic, bu eğilime cevaben, This Could Be a Place of Historical Importance (Burası Tarihî Önem Taşıyan Bir Yer Olabilir) adını taşıyan işi kapsamında Londra’dan Köln’e çeşitli şehirlerin sokaklarına kendi mermer levhalarını yerleştirmiş ve geleneksel kent anlatılarının yüceltip altını çizdiği hükümlere mekânın sınırsız potansiyeliyle karşı çıkmıştır.5
Mekâna dair, kaydı düşülmüş ya da Dimitrijevic’in dikkat çektiği üzere potansiyelden ibaret nice hikâye, zamanın koynunda sonsuzluğa uzanır. Soralım öyleyse: Mesela burası, durduğumuz bu yer, bu nokta bizden önce neler görmüş geçirmiştir ve biz bakmazken neler görecektir? Bu sorudan yola çıkan çizer Richard McGuire, Here (Burası) adlı grafik romanında kendi oturma odasının bir köşesini ele alarak zamanın katmanlarını aralıyor ve derinliğiyle şaşkınlık uyandırıcı bir anlatı yaratıyor. McGuire, bu grafik romanda mekânın tüm olasılıklarını işliyor, zamanın katmanlarını bir soğanın kabuğu gibi soyarak iki boyutlu sayfa düzlemini bir tavşan deliği hâline getiriyor: Oturma odasındaki köşeden hareketle dinozorlara, uzay roketlerine, yerlilere, savaşlara ve televizyonun karşısında ailecek geçirilen akşamlara aynı anda uzanan bir tavşan deliği. Öyle bir delik ki bu, sıradan bir köşeyi iki boyutlu bir düzleme indirgiyor ve sonra, zamanın açtığı pencerelerle anlatıyı, sayfanın uzamında tarih öncesine ve binlerce yıl sonrasına kadar götürüyor. McGuire’ın tahayyülünde mekân, geri plan olmaktan çıkıp başrolü kapıyor ve gelecekteki tüm anılarını, tıpkı geçmiştekiler gibi üzerinde taşıyarak çoğalıyor. Evin alelade bir köşesinin harcına sayısız ihtimali yediriyor McGuire ve hem öncesinin hem de sonrasının eşzamanlı tahayyülüyle yeni baştan, yeni olasılıklara gebe bir mekân ortaya koyuyor: Yaşamla dolu, yaşayan bir mekân.
“Haritanın dışında en fazla kalan kimdir, yaşayanlar mı yoksa ölüler mi?6
Mekânın yaşamı onu yaratan ve kurgulayan insanınkinden ayrı, ondan bağımsız olabilir mi? Arundhati Roy, “Avunamayanlara” ithaf ettiği romanı Mutlak Mutluluk Bakanlığı’nda bir mezarlığa yerleşen bir kahraman çıkarıyor karşımıza: Encüm. Encüm mezarlığa ölmek için geliyor, ne ki bir kabrin etrafına bir kulübe inşa ederek, duvarları fuşyaya boyayarak, önce kendini bırakıp sonra toparlayarak bir ölüm ve ölüler diyarında yaşama yeniden demir atıyor. Roy, Encüm’ün mezarlıkta bir ağaç gibi yaşadığını söylüyor okura; her şeyin sonunda ve her şeyi göze almış, kemiklerden ve küllerden beslenerek büyüyen bir ağaç. Mezarlıkta yaşam, diriler için ölüleri ve ölümü göz ardı etmeyi gerektiriyor; tıpkı çağdaş kent yaşamının pratiğinde biçarelerin, sürüden ayrı gezen kural tanımazların görmezden gelindiği gibi mezarlıkta yaşam da ölüleri ve diğer hayaletleri görmezden gelmeyi şart koşuyor. Roy’un tahayyülünde Encüm ve şürekâsı, liminal nitelikli bu alana sahip çıkıp onu bir sığınağa çeviriyor ve dirilerce tanımlanmış alanlarda sürdüremedikleri varlık mücadelesini, ölülere adanmış bu düzlemde yeniden yapılandırıyor.
Mutlak Mutluluk Bakanlığı’nda kurmaca gerçekliğinin bir parçası olan mezarlıkta yaşam, nüfusla beraber şiştikçe şişen altyapı fukarası şehirlerin gerçekliğinde rağbet gören bir tercih aslında; öyle ki, Hindistan’da, Pakistan’da, Filipinler’de pek çok topluluk, buralardaki mezarlıklarda kabirleri eve, lahitleri yuvaya çevirmiş. Kahire’nin meşhur mezarlık yerleşimi Ölüler Şehri,7 bugün lahitlerin içinde 50 bin, mezarların arasında 500 bin kişiyle bu yerleşimlerin en kalabalığı olarak anılıyor. Manila’da yer alan bir başka büyük mezarlık yerleşimi olan Kuzey Mezarlığı ise, ölülerin ve yaşayan sakinlerinin daha yakın olması ile diğerlerinden ayrılıyor; zira burada yaşayan Katolikler, ölü komşularına karşı belli bir suçluluk ya da sorumluluk duygusu da taşıyarak mezarların bakımını da üstleniyor. Mezarlıkların esasen ölülere ve onların yasını tutan ziyaretçilere ait olduğu, yerleşim niteliklerini sonradan edindikleri söylense de, pratikte ölülerle dirilerin birbirlerinin yoluna çıkmadan yaşadığı iki eş-yerleşim söz konusu; aynı yeri paylaşan iki mekân: biri ölülere, diğeri dirilere ait iki mekân. Gül gibi geçinip gitmenin sırrı çoğu kalabalık metropolde ne ise burada, mezarlıkta da aynı: Ötekini, ötekinin hikâyesini görmezden gelmek, onu unutuşa terk etmek.8
Mesken ister mezarlık, ister rezidans olsun, sonunda dünya kalır, insan göçer; yaşamı boyunca her ne yaparsa yapsın, insanın tek kişilik medeniyeti eninde sonunda çöker. Ölülerle bir arada yaşamak zorunda olanlar bir yana, ölüm fikrinin gölgesinde yaşamını kendi kutsal vitrinine, mabedine çevirenlerin çağıdır bu aynı zamanda. Bir zamanların "Günü Yaşa" sloganının büründüğü son kisve örneğin, şimdilerde kişinin fani varlığına dair bilinci vurgular nitelikte ve çağa özgü birey kültünün temelini oluşturuyor: “Yalnızca bir defalığına yaşıyorsun.”9 Öyle bir kült ki bu, internetin sağladığı erişim ve ânında iletişim olanaklarıyla kişiyi yaptığı her şey ile, gittiği her yer ile yüceltiyor, kendi yayını/aygıtı vasıtasıyla dünyanın merkezine oturtuyor. Yaşadığımız zamanları tek bir nesne ile yansıtacak olsak bu, bir selfie çubuğu olabilir pekâlâ - kişinin kendini fotoğraflayıp ortamını paylaşma arzusu öylesine baskın ki, ortamın dayattığı/ aşıladığı ortak bir ruh hâlinden bahsetmek güç; insanlar, cenazelerde tabut başında gülümseyerek poz veriyor ya da selfie çekmek uğruna yaşamlarını tehlikeye atabiliyor.10 Manevi açıdan cehenneme giden yolun selfie çubuklarıyla döşeli olduğu görüşüne ister katılın ister katılmayın, akıllı telefonlarımız elimizdeyken bizlerin her ânımızı paylaşmaya açık, her türlü şeyi de yüce varlığımız için geri plandan ibaret kılmaya hazır durumda olduğu gerçeği yadsınacak gibi değil. Sanatçı Shahak Shapira’nın epey ses getiren son işlerinden biri de işte bu kültü, “yalnızca bir defalığına yaşadıkları için” sınır tanımaksızın, her türlü ortamı tüketime açanları mercek altına alıyor. Shapira, bahis konusu işinde, Berlin’deki Katledilmiş Avrupa Yahudileri Anıtı’nda çekilmiş selfie’lerin arka planlarına toplama kamplarından görüntüler yerleştirmiş ve böylelikle, son yüzyılın en büyük toplu katliamına yönelik bir anıtta türlü şaklabanlık pozuyla kendi imgesini paylaşanları ifşa etmiş. Potsdamer Platz’da yer alan anıt, ziyaretçinin konfor algısını sarsma amaçlı inşa edilmiş farklı ebatlardaki 2.711 beton bloktan oluşuyor, 19 bin metrekarelik labirentimsi bir alana yayılıyor ve -eğer blokların üzerinde hoplayıp zıplarken, ördek dudak pozları verirken fotoğraf çektiğiniz için temsil ettiği şeyi ıskalamıyorsanız- altı milyon insanın hunharca ve sistematik bir biçimde yok edilişini simgeliyor. Shapira’nın “Yolocaust!” adını verdiği işi çağın duyarsızlığını mekân ruhuyla karşı karşıya getirerek sert bir mesaj ortaya koyuyor. Çıkış noktası açısından benzeşmeseler de McGuire’ın Here’ini (Burası) andıran bir yanı olan Yolocaust kışkırtıcı, düşündürücü; çünkü kendimizin içine düşmeyi bırakıp mekâna ve mekânın ağırlığına odaklanacak, geçmişini ya da temsil ettiği şeyi düşünecek11 olduğumuzda karşı karşıya kalacağımız vahim manzarayı gözler önüne seriyor.
“Yazar, sessizlikleri ve boşlukları tanzim eden kişidir.”12
Eskide kalmış, dünyanın keşfinin henüz gerçekleşmemiş olduğu yıllarda çıkarılan haritalarda, haritacıların henüz ayak basmadığı boş yerlerde, “Burada ejderhalar var”13 gibi uyarıların bulunduğu vakidir; bunu, bilinmeyen yerlerin bağrında sakladığına inanılan tehlikelere ya da zihnin meçhule atfettiklerine yormak mümkün olsa gerek. Herhangi bir kentte herhangi bir sokağa uydu, internet vs. vasıtasıyla göz atabildiğiniz, her köşesini sandalyenizden dahi kalkmadan, bilgisayar ekranı vasıtasıyla karış karış gezebileceğiniz günümüz dünyasında ise yer, barındırdığı tehlikelerden ziyade potansiyeliyle, insanın eliyle neye dönüşebileceği, dönüştürebileceğine dair olasılıklarla değerlendiriliyor. Mülk kavramına karşı çıkan sanatçı Gordon Matta-Clark’ın, insan denen heyulanın icatlarına kafa tutmaktan, mekânın bir rant alanı olarak kurgusuna karşı çıkmaktan ibaret olan ve ölümüyle yarım kalan Fake Estates (Sahte Mülkler) isimli işi ise, bu anlayışa zıtlığı ile öne çıkıyor ve uzamın manasını sorguluyor. Matta- Clark’ın New York binalarının arasında kalan ve planlama süreci artıkları sayılacak birkaç metrekarelik, üzerinde herhangi bir şey bulunmayan, birer boşluk olarak kalmanın haricinde de hiçbir potansiyel taşımayan toprak parçalarını satın alması ve bunlar üzerinden hem mülkiyeti hem de kent boşluklarını tartışmaya açması, kentsel mekânların kurgusuna yönelik bir eleştiri getiriyor. Günümüz sanatçıları, Gordon Matta- Clark’ın gutter space boşluklarına yanıt olarak Odd Lots (Tuhaf Alanlar) adlı proje kapsamında buraları yeniden kurguladılar; ama boşluğun gerçekleşmemiş olasılıkları, herhangi bir icattan daha cazip olabilir: Hayal gücünü kamçılayacak bir boşluk, kalabalık şehrin bunaltıcı gerçekliğinde herhangi bir yapıdan daha davetkâr, işlevden yoksun bir terrain vague.
“Burası… bize kalan tüm alan bu kadar.”14
Antropolog Marc Augé, üstmodernlik çatısı altında betimlediği çağ manzarasında yok-yerlerden bahsediyor ve global dünyada “uzaklardan kalkıp bilmediği bir ülkeye gelmiş bir kimsenin kendisini en az yabancı hissedeceği yerleri”15 şöyle sıralıyor: havalimanları, süpermarketler, otoyollar, uluslararası zincirlerin büyük otelleri. Augé, bu mekânları, inşa edilmiş oldukları “yer”den bağımsız ve kopuk olmaları dolayısıyla, transit bölgeler olarak görüyor. Ona göre buralar “yok- yerler;” haritada bulunsalar da insan ilişkileri vasıtasıyla dönüştürülmeye açık değiller ve inşa edildikleri yerlerin karakteristik özelliklerine nüfuz edemiyorlar. Bu bağlamda bir yok- yer, her yerde bulunabiliyor ve hiçbir yer ile bağ kurmak zorunda kalmıyor; insanları kapsamıyor, anonimi benimsiyor. Koordinatları ne olursa olsun çehresi aşağı yukarı aynı kalan, zemine kök salmaktan aciz, ahir zaman mekânları bunlar; çağ manzarasının vazgeçilmezleri.
Çağ manzarası sadece yok- yerlerden ya da kendi içine düşenlerden ibaret değil; katliamlar, felaketler, soykırımlar ve savaşlar da, bunların arasında savrulan insanlar da ona dâhil. Svetlana Aleksiyeviç, Çernobil Duası’nda Pripyat’ın nükleer felaket sonrası tahliyesi sırasında her şeylerini geride bırakıp gitmeye zorlananlardan birinin tanıklığı16 dâhilinde, aile gelenekleri uyarınca hem çocukların boylarının işaretlendiği hem de ölülerin dünyadaki son gecelerinde üzerinde yatırıldığı sokak kapısını söküp yanında götüren bir adama dair feci bir hikâye aktarıyor mesela: Adam, nihayetinde, yedi yaşındaki küçük kızının faciayı kaldıramayan bedenini terke zorlandığı evden söküp aldığı kapısının üzerinde yatırır; zira tüm yaşamları altüst olsa da aile gelenekleri böyle gerektirmektedir. Kapı… Doğanın kaosuna karşı inşa edilen sığınağın dış dünyayla temas noktası; burada ise hem yaşayanların gelişiminin hem de ölülerin vadesinin doluşunun şahidi; evden ya da fonksiyonundan kopuk hâldeyken bile yuvayı temsil eden, her ne kadar faciayla savrulmuş olursa olsun ev halkını dünyadaki yerlerine sabitleyen demir. Bugün Pripyat nükleer felaketin, yağmanın, yıkımın ardından doğanın tekeli altına girmiş bir boşluk alanı; vadesini faciayla doldurmuş ama yavaş yavaş diriliyor gibi: İnsanların arasında kendilerine yer bulamayan hayvanlar, burayı, toksik unsurlara rağmen yeniden mesken tutmaya başlamış. Dünyanın üzerindeyse nükleer felaket bir yana savaşlar, kıyımlar ve devlet politikaları yüzünden yerinden edilen, sadece hayatlarını değil hayatlarının inşa edilmiş olduğu temelleri yitiren, anlatılarına sahne olmuş mekânları terke zorlanan milyonlarca insan var; kayda geçen ya da geçmeyen, ölmeye, kalmaya ve arada kalmaya dair sayısız anlatı... Anlam yüklediğimiz mekânlara, ördüğümüz duvarlara, yeri geldiğinde türlü felakete kör kalma yetimize rağmen varlığımız hâlâ kırılgan ama mezarların üzerine inşa ettiğimiz ya da mezara çevirdiğimiz mekânlarımızın gölgesinde sımsıkı tutunuyoruz kapılarımıza yine de.
Burası böyle: Poz ver, gülümse.