Bulunduğun alanla, orası sadece boşluk bile olsa bağlantı kurma, kendini konumlama tarifidir mekân...
07 Eylül 2017 14:29
Zaman ve mekân dediğimizde nasıl da devasa bir boyut canlanıyor değil mi gözümüzün önünde? Bulunduğun alanla, orası sadece boşluk bile olsa bağlantı kurma, kendini konumlama tarifidir mekân. Ama hani son dönemlerde arka arkaya çok gözde barlar, publar, kafeler hani pek popüler “mekânlar” açılıyor ya, işte o tanımıyla düşündüğümde içimden kopan cümle şu: Mekân çok, yer yok.
Yerim dar ne zamandır. Mekâna ait hissedemediğinde gelen duygudur bu. Bir kalp sıkışması, nefes darlığı olarak dayatır kendini. Sokağa atarsın huzursuz ruhunu mecburen, “dışarıda” olmanın bir çare olacağı bahanesine sığınarak. Ve ağzının payını alman çok da uzun sürmez; açık havada ferahlayamadığını, ne kadar derin nefes alsan da ciğerinin oksijenle dolmadığını fark etmen itiraf saatinin yaklaştığını gösterir: sürgünsündür işte. Dilini anladığın, sevdiklerinin yaşadığı, doğup büyüdüğün bu şehirde, bir zamanlar uzvun gibi hissettiğin evinden, mahallenden, kendi ruhundan, bedeninden sürgünsündür.
Bu sürgün duygusu geldiğinde en çok nereye ait hissettiğimi sorsalar, ağzımdan sadece tek bir kelime dökülür: “Vapura…” Vapur benim için bir süzülme hâli; zamanda, denizle gökyüzü, teslimiyetle isyan arasında kaymak. Arada olmak, orada kalmak. Çünkü başka kalabildiğim bir yer yok. Vapurun en ucuna gidip dalgaların köpüğüne dalmak var. Bir ayna gibi yansıyışını görmek mazinin. Ta ki yine bir yere varana, adı iskele olan bir yerden hayata karışana kadar.
Sokaklarda da durmak istiyorum. Öyle bir “mekâna” oturmadan, sadece kenara çekilerek durmak. Sanki oyundan çıkmış da gıyabında devam eden koşturmayı izleyen bir oyuncu gibi. Sanki bile değil, tam da böyle. Kaldırım kenarları, artık suyu bile akmayan bir çeşmenin geniş mermer kenarı, sahibi huysuz olmayan bir giriş katı sakininin iki üç basamaklık alanı bunun için var. Bir sigara eşliğinde konmaya. Normal taklidi yapacak hâle gelinceye kadar.
Sabahın erkeninde ve gecelerde öylece ortalıkta dolanırken, sokakta yaşayanlara bakıyorum uzun uzun. Üzerine yattıkları mukavvalara, yanlarındaki torba ve çantalara. Bir köşede kendi sokak döşeğimi yaptığımı görüyorum. Sokağın diğer müdavimleriyle bakışmamızı. Birbirimizin gözünde fark ettiğimiz ve tanıdığımız boşluğu. Söze hacet duymayan merhabalaşmamızı.
Sonra eve giriyorum. Kanepe, sehpa, yemek masası. Yazdığım, uzandığım mekânlar. Dünya üzerindeki yüzölçümüm, evin toplamından bile az. Bir kalem ve defter kadar sanırım aidiyetim. Sırt çantasına sığacak birkaç parça eşyamla her yerde olabilirim.
Ha “bu şehir arkamdan gelecekmiş.” Gelsin, geç bile kaldı kendinden kaçmakta. Açıkhava hapishanesi diyorum ona ne zamandır. Sevdiğim canlarım kapalı olanlarında rehin. Nicemiz anlam bulduğumuz, emek verdiğimiz mekânlardan sürüldük. Şehri terk edenler cabası. Saçıldık, dağıldık, kalan kadarımızla komün hayatı düşlüyoruz şimdilerde. Hayvan gibi birbirine sığınmadan yâr olabilecek bir mekân kalmamış zira. Her neresi olursa.
Acının, korkunun, öfkenin eşiği geçilmiş. Cersei Lannister’in yeşil ateşiyle havaya uçurulası yerler, insanlar çoğalmış. Elde kalan tek şey sana seni hatırlatanlara sığınmak. Mekân dediğin sığınak aynı zamanda. İnziva yeri. “Dibin dibinin dibine vuralım, elbet çıkmaya başlarız. Geçecek bu zaman” dediğimiz, güç ve umut devşirdiğimiz sabit nokta. Mahalleler, büyüdüğümüz evler, parklar, bahçeler yok edilirken, inat diye buluştuğumuz bir sofra. Bir yorgan altı, bir sofa. Balkon köşesi tabure. Bir fotoğraf albümü, kitabın önüne karalanmış birkaç satır, hatırası olan herhangi bir eşya.
Bunların yüzü suyu hürmetine dönüyor dünya.
Ürkütücü gökdelenlere, sunî kanallı, göletli, yalı, köşk, villa yapılarının kötü birer replikası iğreti binalara bakınca, sözlüye çıkmış öğrenci psikolojisi kaplamıştı içimi. Dahası sevdiğim her şey bir bir yok olurken, anladığım kadarıyla benim bu yeni kentte pek de yerim yoktu.