Sizin kitaplarınızı ne zaman okusam edebiyatın hikâyeyi alıp bir yerlere götürmesindeki sonsuz ihtimaller üzerine düşüncelere kaptırıyorum kendimi. Bir hikâyenin edebiyat yoluyla aktarımının muazzam ihtimalleri, seçenekleri üzerine konuşarak başlarsak eğer, neler söylemek istersiniz?
Sonsuz ihtimaller denizi, sanırım hayat için de çok yerinde bir tanım. Tabii ihtimallerin sonsuzluğu, yanında belirsizliği ve de garip bir şekilde umudu da getiriyor. Bizler de genelde o umut ve belirsizlikle yazıyor, o umut ve belirsizlikle okuyoruz. Bir cümlenin ortasında ya da bir paragrafın sonunda, “acaba” derken buluyoruz mesela kendimizi. Acaba bu böyle olmasaydı, o şöyle demeseydi ya da hayatımın bir noktasında ben oraya gitmeseydim ya da yazar şunu söylemeseydi, her şey daha farklı olabilir miydi? Elbette olabilirdi. Ancak o farklılık da dönüp dolaşıp başka iyiliklerin, güzelliklerin, ölümlerin, kötülüklerin kapısını açardı. Sonu yok ihtimallerin, iyi ki de yok.
Yedi yıl aradan sonra ikinci öykü kitabınız Mutedil Dalgalı geldi. Bu arada Kum Tefrikalarıromanınızı okuduk. İlk öykü kitabınız Muhtelif Evhamlar Kitabı bittiğinde Mutedil Dalgalı’daki öyküleri yazmak var mıydı kafanızda? Her iki öykü kitabınızdaki toplam 24 öykü bir bütünsellik oluşturuyor, bu bütünsel yapıyı uzun sayılabilecek bir süreçte yakalayabilmek gerçekten çalışma gerektiren bir iş. Yedi yıla rağmen bu istikrarlı ve bütünsel yapı nasıl oluştu?
Hiçbir yerde net bir şekilde açıklamamış olmamla birlikte, Muhtelif Evhamlar Kitabı’nın dünyasında, sadece aşırı sarhoşların ve de Alzheimer hastalarının uykusunda gittiği ve de dolayısıyla kimseye anlatamadığı, varlığını kimsenin bilmediği bir başka dünya, bir başka boyut var. Muhtelif Evhamlar Kitabı’nın son öyküsünde birazına şahit oluyoruz bu ayrı dünyanın. Mutedil Dalgalı’da yer alan “Yarım Rüyalar Oteli’nde 818 Gün” adlı öykü de bu dünyanın bir başka yansıması. Muhtelif Evhamlar’ı yazdığım sırada, kitabı çok uzatacağını ve biraz da karmaşık hale getireceğini düşünerek çıkartmıştım bu uzun öyküyü. Emel’in öyküsünü ise daha sonra yazdım.
Daha genel bir cevapla toparlamam gerekirse: Anlattığım hikâyelerde yer alan karakterler asla tam olarak terk etmiyor beni, o nedenle yazdığım metinlere de bir şekilde sızıyorlar.
Yapısal ve tematik anlamda kitaplarınız arasındaki katmanlarda ne nitelikte farklar yaratmak istediniz? En çok hangi kavramlar üzerine düşündünüz mesela ya da hangi davranış biçimleri, hangi duygular?
Sadece yazıyorum, bundan başka amacım yok. Refleks gibi daha çok… O nedenle ne anlatayım, nelere değineyim, bu sefer neler farklı olsun diye düşünmüyorum, düşünemiyorum; düşündüğüm noktada metnin akışı da sekteye uğrayıp başka bir şeye dönüşüyor, hikâyeyi eksiltiyor. Sonuç olarak, hikâyenin öncesinde yazarın bir amacının ya da bir mesajının olması fazlasıyla sahte geliyor bana. En azından benim için durum böyle. Sonuçta reklam filmi ya da propaganda metni yazmıyorum; iyi kötü, kırık dökük, hayatı taklit ediyorum o kadar. Hayat da her ihtimale açık ve de ölesiye belirsiz; durmadan akıyor, akıyor, akıyor…
“İçler Dışlar Çarpımı” öykünüzden “Ve Emel…” öyküsüne birçok metniniz Katalan mimar Antoni Gaudi’nin mimari eserlerini aklıma getiriyor, o derece son derece özgün bir yapıdalar. Öykü türü bu fark katmanlarını yaratmak için daha mı elverişli?
Tempoyu ve hacmi konu dışında tutarsam, katmanları yaratma anlamında, öykü ile roman arasında çok da büyük bir fark yok aslında. Birinde bölümler ya da uzun paragraflar aracılığıyla kurabileceğiniz bir yapıyı, diğerinde farklı farklı öyküler üzerinden kurabilirsiniz; yeter ki anlatılmak istenen hikâye buna elverişli olsun. Bu açıdan, roman ile öykü özünde aynı sayılır diyebilirim; nihayetinde edebi türler sadece birer araçtır, aslolan hikâyenin kendisidir. Nitekim “Kum Tefrikaları”nda da yer yer iç içe geçmiş, yer yer paralel ilerleyen pek çok hikâyeyi bir arada kullanmıştım.
Kısacası hepsi mümkün. Tabii yine de çok katmanlı ve detaylı bir anlatım için romanın bir parça daha elverişli olduğunu düşünüyorum. Zira bütün bu oyunları yaparken, öyküde metnin hantallaşmasına, daha doğru bir ifadeyle metnin sarkmasına sebep olmak çok daha kolay. Pat diye gidebilir her şey, ne kurgu kalır geriye ne de hikâye… Sonuçta daha rafine olması gereken bir tür öykü – daha kırılgan, daha az hata kaldırır... Ama yine de mümkün, hepsi mümkün; edebiyat bu, yıktıkça, yıkıldıkça, yok oldukça çoğalır.
Mutedil Dalgalı’da bize ilk görünen halleriyle naif öykülerle karşı karşıyayız yine. Gerçekte ne olduğunu ilk başta anlamadığımız, ürkütücü bir duygunun içimize dalga dalga yayıldığı, tedirginlik veren ikinci bir hafızanın, ikinci bir benliğin/bilincin üstlere doğru sinsice tırmandığı öyküler bunlar. Yazarken kendiliğinden oluşan bir durumun yansıması mı bu dalgalanmalar, yoksa kitapta birkaç yerde geçen “Bu kadar şey boşuna yaşanıyor olamaz” cümlesinin gerçek, düşünülmüş sonucu olarak mı yazıldılar?
Bahsettiğiniz dalgalanmalar, yazdığım sırada kendiliğinden ortaya çıkan, benim de biraz yabancısı olduğum şeyler. O nedenle ne gibi enkazlar vurur kıyıya ya da ben neleri toplarım, onlardan neler yaparım, hangisini atar, hangisini bir yerlerde saklarım çok da kestiremiyorum. Bir çeşit lodosçuluk yaptığım, bir çeşit hurdacılık…
Bazen dönüp bakıyorum geriye, neler toplamışım, nelerden bahsetmişim diye; mesela geçen gün şunu fark ettim: Üç kitabımda da mutlaka bir papağan var, bunu özellikle yapmadım ama öyle olmuş, öyle denk gelmiş, neden kedi değil de papağan bilmiyorum, kendini tekrar ettiği için mi, konuşsa da konuştuğunu bilmediği için mi, uçtuğu için mi, rengârenk olduğu için mi, gerçekten bilmiyorum. Belki daha ilerde onu da çözerim, ya da çözemem ya da bir ihtimal çoktan çözmüşümdür, bu kadarcıktır hepsi, bu bilinmezliktir. “Hayat sadece geriye doğru bakarak anlaşılabilir, ama ileriye doğru yaşanmak zorundadır” demiş ya Kierkegaard; edebiyat ve her türlü hikâye anlatıcılığı için de bunun geçerli olduğunu düşünüyorum.
Öykülerinizdeki kişiler için “bir amaca ihtiyaç duyan”, ihtiyaç duydukları amacı bulan ama çeşitli sebeplerle amaçlarını koruyamayarak dağılan karakterler diyebilir miyiz?
Amaçlar ve planlar genelde yarım kalır, hayatın özü böyledir. Milyon tane spermden biri varır bir yere; bize de hep o bir yere varanın hikâyesini anlatırlar. Halbuki bir yere varamamak da başlı başına bir hikâyedir. Bence herkes ve her şey ve hepsi ve her dakika ve her saniye ve her saçma ve de sapan şey anlatılmayı hak ediyor. Birisi kalkar yarım kalmış bir hayat der, hikâye ise “izle ve utan” dercesine koskoca bir tur atar o sırada. Bütün bunlar biraz da ondan. O nedenle –okunan öyküye göre– hepsi tam ve de hepsi yarım karakterlerin.
Zamanda geriye ve zamanda ileriye doğru dalgalanmalar Mutedil Dalgalı’da artık çok belirgin. Olaylar, amaçlar, başa gelenler, yaşananlar ortada ama zamanda dalgalanma bir hikâyeyi anlatmada ve katmanlandırmada önemli bir unsur sizin için, ne dersiniz?
Zaman çoğu zaman algılarımızın ötesine geçen, göreli bir kavram. Biz genelde A noktasından B noktasına doğru sabit bir hızda aktığını kabul edip rahatlıyoruz. Yoksa ötesi kara kara delikler… Konuyu sadece zaman açısından ele alırsam: Hepimiz gündelik hayatımızda, önceden kabul ettiğimiz bütün o sınırlar çerçevesinde yaşıyoruz. Kurmacada ise zamana dair bu sınırları zorlamak, onlarla oynamak mümkün. Ben de anlattığım çoğu hikâyede, zamanı anlatının önemli bir parçası olarak kullanmayı seviyorum.
Öyküler içerisindeki ve öyküler arasındaki ifade bulan belirgin sesler, hikâyeyi katmanlandıran çok önemli nesneler (bir fotoğraf makinesi mesela ya da atkı) hafızamızı harekete geçirmek, dikkatimizi çekmek, odaklanmamızı sağlamak, hatırlatmak için varlar sanki. Yazdıklarınızda sesler ve nesnelerle olay örgüsünün ilişkisine dair neler söylersiniz?
Kimi insan renklerle, kadrajlarla görür, öyle kaydeder dünyayı. Bense daha çok sesler ve tonlar üzerinden kayda alıyorum hayatı. Önce sesler, sonra görüntüler ve kokular… Genellikle bu sırayla. Yüz hafızam kötüdür mesela, sesleriyse kolay kolay kaçırmam. Yazarken de kamerayı bir yere sabitleyip –yine bu sırayla– kulak misafiri oluyorum karakterler arasında yaşananlara.
Nesnelere gelecek olursam, arkasında yeterli güçte bir hikâyesi olursa her eşyanın hayattaki ağırlığı artar. Her eşya, sadece bir eşya olmanın ötesine geçer. Yerine göre bir kırık kol saati, on farklı hikâyeyi sürükler peşinde, hangisini yakalarsak onu anlatırız. Genel olarak düşüncelerim bunlar.
Kitaplarınızın isimlerini siz mi belirliyorsunuz, yoksa bu konuda güvendiğiniz biri mi var diye merak ediyorum. Yalnızca kitap isimleri değil, öykülerin isimleri de son derece ilginç: “Mahcubiyet Birahanesi”, “Meskende Masun” gibi…
Evet, isimleri ben belirliyorum ama her zaman kolay seçemiyorum. Kitap isimleri için arkadaşlarım arasında oylama yaptığım oluyor. Uzun bir liste yolluyorum onlara, onlar da beni kırmıyor, hepsini okuyorlar sağ olsunlar. Muhtelif Evhamlar Kitabı için böyle yapmıştım mesela, aklımda en az elli tane isim vardı. Kum Tefrikaları’nda ise iki isim arasında çok gittim geldim; sonunda o ikinci ismi de kitabın iç kapağında kullandım, vazgeçemedim ondan. Mutedil Dalgalı ismi ise çok daha genel bir çatı olduğu için ta Kum Tefrikaları’nı yazdığım dönemde bile belliydi. O isimle açmıştım öykü klasörünü, öyle de kaldı. İsimleriyle açılmış birkaç klasörüm daha var, birisi ta 2006 senesinden, ben de bilmiyorum nereye varacak…
Ömür İklim Demir
Edebiyatla ilgili bir hayaliniz var mı? Kısa bir roman düşüncesi mesela… Ya da bir ödül almak diyeceğim ama halihazırda aldığınız ödüller var. Edebiyat dışı bir hayaliniz de olabilir elbet.
Edebiyatla ilgili bir roman, bir de novella planım var; plan diyorum, çünkü bunları gerçekleştirebilmem tamamıyla bana bağlı; olur olmaz, orası başka. Hayal olarak gördüğüm şeyse bir çizgi roman ya da grafik roman çıkartmak. Bu fikrimi hayal statüsünde tutan şeyse, bu işi birlikte yapabileceğim bir çizerin henüz olmaması. Ben de iyi kötü bir şeyler çiziyorum ama kendimi yeterli bulmuyorum. Çizgi roman için gerçekten iyi çizen, kendi tarzını oluşturmuş birisiyle çalışmak gerekiyor.
Çizmek demişken, Kum Tefrikaları için başından beri düşündüğüm fakat zaman darlığı sebebiyle gerçekleştiremediğim bölüm başı çizimleri vardı; şu sıralar o çizimlerle meşgulüm. Eski gazetelerde, tefrikalarda kullandıkları türden çizimler… Bir sonraki baskıya yetiştirebilirim umarım.
Gerisi hayat…
Biraz güneş, biraz deniz…
Dört duvar, bir masa, birkaç kahkaha…
Öyle şeyler.
Güzel geçsin, güzel anılsın yeter.
Pandemi dönemi alışkanlıklarınızda bir değişikliğe yol açtı mı? Yoğun kaygılı bir dönem olduğu için okumaya odaklanabildiniz mi mesela? Olmadıysa eğer neler okudunuz, neleri, hangi yazarların kitaplarını okumayı tercih ettiniz?
Pandemi döneminde şunu fark ettim: Bütün dünyanın karantina dediği şey, aslında benim normal hayatımmış; özellikle de kış mevsiminde. O nedenle pandemi döneminde dışarıda yapılacak hiçbir şey olmaması, içimdeki bir şeyleri kaçırıyor olma hissini de aldı götürdü.
Çok mu dolu geçti peki günlerim? Tabii ki hayır. Ben de herkes gibi bir şeyler izledim, bir şeyler okudum, Zoom toplantılarına katıldım, hepsi o. Ha, biraz da spor yaptım, ormana gittim, kumsala gittim, koştum, yürüdüm, öyle geçti.
Bir de filmlerde değil ama kitaplarda ben biraz geriden geliyorum, keşfettiğim yeni bir yazar olmadı o dönemde, önceden bildiğim yazarlarla vakit geçirdim daha çok. Hemingway’in bütün öykülerinin olduğu kalın bir kitap vardı elimde, onu bitirdim. Suat Derviş’in birkaç romanına daldım çıktım. Son aylarda ise Şükran Yiğit’den Burası Radyo Şarampol’ü, Eyüp Aygün Tayşir’den 4 Hane 1 Teslim’i ve Herman Koch’dan da Hendek’i okudum. Bu arada kitap yazan arkadaşlarım da oldu, o vesileyle de Ata Egemen Çakıl’dan Ben Değiştim Biliyorum’u ve Göktuğ Canbaba’dan Çatlaklar’ı okudum.