‘80'lerden beri yoksulluktan bahis açmak “fakirlik edebiyatı yapmak”; daha ince deyişle, aşırı toplumcu olup, “sanat için sanat”ın, edebiyatın zevklerinden ve inceliklerinden feragât etmek ya da zaten hiç anlamamak oldu...
05 Temmuz 2018 14:40
Yoksulluk tanık olduğum bir şeydi. Anneannemler Ankara Kalesi eteklerinde bir gecekondu mahallesinde yaşarlar; ben de yarıyıl ve yaz tatillerinin tamamını onların yanında geçirirdim.
Gecekondu büyülü ve korkutucu bir yerdi. Kar yağan gecelerde buz gibi bir mavi ışık küçücük pencereden sızar; upuzun çarşafların kurusun diye asılı durduğu, yer yataklarının serildiği odayı tılsımla doldururdu. O zaman ben, üşümeyeyim diye dört bir yandan sıkıştırılmış yün yorganın ağırlığıyla sersemlemiş hâlde boncuk boncuk terlerken, anneannemin şefkatle, dedemin şevkle anlattığı dev ve şehzade masalları ile vampir hikâyelerini düşünür, dışarıdan gelen silah seslerini dinler (sene ‘70’lerdi) ve aşağı kattaki tuvalete gitmenin ne kadar riskli olabileceğini hesap etmeye çalışırdım (Gecekondumuz iki göz odalı, ama dubleksti).
Fakat hepsi bu kadar değil elbette. Aynı zamanda eğlenceli bir yerdi mahalle. Yazları âdeta bir park gibi oluverirdi bir anda. Ankara’nın cayır cayır güneşinin biraz (sadece birazcık) söndüğü akşamüstlerinde, herkes kapının önüne çıkar, deli gibi çekirdek çitlenir, daracık sokağa bir ip gerilir, mahallenin gençleri ve akşamları sokaklarda çatışan abiler beraber “valeybol” oynarlardı (Sokağın adı İşçi Sokak’tı).
Ama sonunda 12 Eylül gelip çattı ve bir sonraki yaz mahalleye gittiğimde o abilerin, ablaların hiçbiri artık orada değildi. Onlarla beraber mahallenin neşesi de buharlaşıp gitmişti: Şenlik bitmişti ve yaz akşamüstleri artık, sadece sıcak ve tozluydu.
Ama hepsi bu kadar değil gene. Orada tanık olduğum daha öyle başka yoksulluklar vardı ki insanı serseme çevirirdi. Annemin (elbette valeybol maçında) çıkan kolunu yerine takan, ama gene de tüm ısrarlara rağmen para almayı kabul etmeyen çok yaşlı teyzenin evinde, nemli ahşap ve bok kokusundan oluşan ağır havanın ve paçavraların dışında, hiçbir şey ama hiçbir şey yoktu; kadın, yanında kalan torununun buraya hiç yakışmayan kıpırtılı canlılığı ve neşesi ile keskin bir tezat içinde, masal kitaplarımdaki cadılara benziyordu.
Bizim gecekondunun karşısındaki büyük evin bahçesinde, Ankara’nın cayır cayır sıcağında, öylece kuruyup ölen kedi yavrularında cisimleşen bir şeydi bu sonsuz yoksulluk: Çaresizlik demekti. Asıl kadınlar vazgeçtiklerinde ortaya çıkan, çöl gibi bir çaresizlik. İçine sokulan çocuk neşesi ve gençlik umudunun ancak daha da fazla derinleştirdiği bir çaresizlik. Hiç çözümü yoktu sanki. Ama gene de o abiler, o ablalar yoksul evlerinin ortasına şefkatle sokulup bir umut oluyor, o çaresizliğin ağır havasını dağıtıyorlardı.
Yıllar sonra başka ağır yoksulluklar da gördüm, evet. Çok yakın bir akrabamın irinli ve çarpık çurpuk ayağını hatırlıyorum oradan. Gecekondu mahallelerinden çıkmış, derme çatma apartmanlara sığınmıştı şimdi yoksullar. Umudun kırıntısı dahi yoktu artık ortalıkta. Şenlikten, neşeden eser kalmamıştı. Sadece öfke vardı. Keskin, zalim bir öfke. Çürüyen uzuvlar gibi umutsuz bir çaresizliğin öfkesi. Öyle ki kadınlar da (onlar bile) vazgeçmişti sanki artık. Masal anlatan falan kalmamıştı. Bir kadının çocuğunu acımasızca dövüşünü hatırlıyorum mesela.
Ben bugünkü bakışımın tüm derinliğini, bu gördüklerimin içime yerleştirdiği şefkate borçluyum.[1] Ama burada önemli bir not düşmeli: Ben yoksul değildim, yoksul evlere girip çıkmışlığım vardı sadece. Dolayısıyla o çaresizliğe kendi küçük burjuva hayatımdan tanıklık ediyordum ancak; dönecek bir yerim, sığınacak bir limanım vardı sonuçta.
Fakat ben kendi yoksullukla karşılaşmalarımı asıl şunun için yazıyorum: (Sadece kentte ortaya çıkabilen; bir karşılaşma ve bu karşılaşmadan doğan bir karşılaştırma ile bağlantılı bir hâl olarak) Yoksulluk, bir şeye sahip olamamanın ötesinde, dışlanmanın, görülmemenin acısıyla malûldür. Ve dönemden döneme ve bakanın açısına göre değişen bin bir türlü hâli, bin bir türlü resmi, bin bir türlü ritmi vardır. Ve de edebiyat denilen o muazzam aynada çeşit çeşit yansıması.
Nurdan Gürbilek, Kemalettin Tuğcu’nun yoksul çocukları ile Orhan Kemal’inkileri karşılaştırdığı muhteşem yazısında[2] Tuğcu’nun babasız çocuklarının, yoksulluğu erdemleri sayesinde alt edişlerinin hikâyesini anlattığını dile getirir. Böylelikle yoksulluk bir toplumsal adalet meselesi olmaktan çıkıp bir kişisel talihsizliğe indirgenmiş olur. Bu hikâyeler, onları gözyaşları içinde okuyan orta sınıf çocuklarında (bir başka karşılaşma daha işte! Edebiyat hem de bir karşılaşma alanıdır çünkü…) önce yüreğe endişe salan bir ihtimali, “bir gün ben de yoksullaşabilirim” ihtimalini akla getirir; ama sonunda, çocuk sağ salim yetişkinleşmeyi başardığında, bir ferahlamayla bağlanır. Böylece merhamet uyanır okurun içinde. Henüz çalışkanlık, sebat gibi erdemlere inanan ve yoksullarla zenginlerin hakiki bir ilişki içinde karşılaşabildikleri bir Türkiye’de, henüz neoliberalizmin buldozeri üzerinden geçmemiş bir ülkede, eşitsiz dahi olsa, korkudan başka, hâlen insanca ilişkiyi çağıran bir histir merhamet.
Elbette son derece “yerli ve millî” bir koda, “fakir ama onurlu” denklemine yatırım yapmaktadır Tuğcu. Fakat bir yandan da o kaskatı kodun üzerinde, bir kez daha bir dönüşüm hikâyesi kurar: Türkçe anlatının, edebiyattan sinemaya uzanan en kadim sihirlerini kullanmaktadır yani.
Buna karşılık, Orhan Kemal’in yoksul çocukları, kişisel değil toplumsal bir dönüşüm çarkının içinde yoğrulmaktadır. Gürbilek’in sözleriyle, Orhan Kemal “Kapitalizm denilen büyük dönüşümün insanların iç dünyalarında yarattığı şiddetli depremin, imrendirme ve utandırma stratejisinin gerçekçi anlatıcısı”[3]dır. Tuğcu’nun kanaatkâr ve erdemli çocuklarının aksine, Orhan Kemal’in çocukları, başka bir dünyayı hayal edemeseler dahi, başka biri olmayı hayal etmekte; sinemadan, çizgi romandan aparttıkları hayalî dünyaların içine sığınmakta; mahalleye dönüp kendilerini imrendirenlerden, utandıranlardan intikam almayı düşlemektedirler. Aslında tüm bu rövanş düşlerinin nasıl da imkânsız olduğunun bilgisi ile donanmış okuru, yoksulluğun keskin çaresizliği ile yüz yüze bırakıverir böylece Orhan Kemal. Onun anlatıları boyunca, acıma duygusu insanın içini usul usul kanatan bir ağrı olarak hissedilir; sonunda ise ferahlama hissinin gölgesi bile yoktur ve ancak yenilip yutulamaz bir güçsüzlük hissi ile kalakalır okur: Hiçbir şey yapamıyor, hiçbir şey yapamayacak olmanın getirdiği uçsuz bucaksız bir güçsüzlük hissi.
Fakirlerin onurla imtihanı da Orhan Kemal anlatısında, basitçe kurulan bir denklemin ötesinde, zorlu bir savaşımın alanıdır. Orhan Kemal, şenlikten dışlanmanın acısı bir yana, sadece küçük görülmemek için, yani haysiyet için sonuna dek mücadele edenlerin yanı sıra, bu savaşı kaybedenlerin de hikâyesini anlatır. Tuğcu’nun aksine, imrenme duygusunu arkada bırakmış olduklarından, bir erdem denizinde yüzdüklerinden değil, tam da imrenen, özenen varlıklar olduklarından bu imtihanla sınanır yoksullar; tam da çırılçıplak yoksunlukları yüzünden verirler haysiyet kavgasını. İyilikle kötülüğü, onurla onursuzluğu, kanaatkârlıkla haseti bazen farklı karakterlere bölüştürmüş olsa dahi, tüm iyi romancılar gibi Orhan Kemal de hünerini, bunları aynı karakterde birleştirebildiği anlarda gösterir asıl. Bereketli Topraklar Üzerinde’de iki arkadaş, Pehlivan Ali ile Yusuf, beraber yola çıktıkları Köse Hasan’ı bir bekâr odasında ölüme terk ederken, yine de Hasan’ın küçük kızına götürsünler diye verdiği bir toka ve tarağı[4] emanet alırken gözyaşlarını tutamazlar. Fabrikanın soğuğunda sancılanan Hasan’a zorlu helâ ziyaretinde de ıstırap dolu ölümünde de eşlik eden tek yoldaş da kumarbaz, tembel, amelenin harçlığı ile pişen tencereden yemek çalacak kadar düşkün Hidayet’in oğludur.[5]
Demek ki Orhan Kemal’in yoksulları, Tuğcu’nun karakterlerinin aksine, yoksulluk karşısında nihaî zafere odaklanan bir savaş açmaz, ancak hayatta kalmaya yönelik süregiden bir mücadelede ezilip durur ve yoksulluğun derin, keskin gerçekliği karşısında, öylece, çırılçıplak dikilirler. Yoksulluk karşısındaki bu iki farklı tutumu şöyle ifade eder Nurdan Gürbilek: “Tuğcu hikâyesi talihsizlikten talih, yokluktan kuvvet, kötülükten iyilik doğacağını müjdeler. Orhan Kemal hikâyesi bunca yokluğa rağmen insanlar nasıl iyi kalabiliyor diye sorar.”[6]
Vüsa’t O. Bener de Havva’da aynı soruyu, yine bir karşılaşma, evin çocuğu ile yanaşması arasındaki karşılaşma üzerinden anlatır. Fakat hikâyenin sonu, Orhan Kemal’in iyimserliğinden bir esinti dahi taşımaz; öyle ki kısacık bir hikâyeye, sanki tüm dünyanın sancısı sığıvermiştir: Ezilmelere eklenen başka ezilmeler; ezilenlerin bir alttaki talihsize, annelerin çocuklara, evin çocuğunun yanaşmaya yüklenmesi; kapalı perdelerin arkasındaki odalarda sıkışıp kalmış cinsellik (her yere sinen, küçücük kız çocuklarına dahi musallat olan; baş edilmez bir bela olarak kadınlık).
Orhan Kemal’e benzer biçimde Vüs’at O. Bener de (evin kızı ile annesindeki merhamet ve acımasızlık sarkacını görebilmesi gibi) yoksul çocuktaki haset ve arzu gerilimini de görebilir: Havva aynı zamanda imrenmenin, doyamamanın hikâyesidir. Hem de sahipsiz olmanın, aslında kimse için bir yuva olamayan bir evde dahi kimsesiz kalmanın hikâyesi. Böyle evlerde çocuk olamamanın, (bilhassa yoksulsan, sığıntıysan) çocuk olmaya hakkın olmayışının hikâyesi: “Annem, bu gün onu bir temiz dövdü. Tabi döver. Misafir odamızdaki güzelim halımızı kesmiş. Deli mi ne? Annem: ‘Kız niye kestin halıyı?’ dedi. O. ‘Kuş var halının içinde’, dedi ‘Beyaz kuş. Onu çıkartacaktım.’ Gördün işte kuşu. Bir ‘Tövbe tövbe ana’ bellemiş, onu söyler.”[7]
Ama bir de Metin Kaçan’ın yoksullarını düşünün:[8] Latife Tekin’deki şehre sonradan gelmenin sersemliğini bir yana bırakmış; kendilerini dışlayanların edebî imkânlarına tenezzül etmeyip kendi dokuz sekiz ritmini vuran; kendi arzulu estetiğini ve hatta tılsımlı dilini kuran; kendi raconunu kesen; şehirden intikam almaya her an hazır ve tam da bu sebeple kentin bağırsaklarındaki bir mahalleyi bir destan sahnesine, gazetelere ancak patetik yüzleriyle, birer canavar olarak yansıyan[9] kenar mahalle delikanlılarını kıvrak birer bedene, gözü kara efsane kahramanlarına dönüştürüveren; derme çatma evlerde bir saraydan daha çok trajik yapı saklandığını gösteren; daha önce hiç rastlanmadık bir edebî yapıyı, hiç duyulmadık cümlelerle kurar Kaçan. Apaçık bir sınır ihlalidir yaptığı. Sadece edebî açıdan değil; çok daha tehditkâr bir yerden, siyasal açıdan da sınırları ihlal eder aslında: Daha önce edebiyat dairesinde akla gelmedik, devrimden bile tehlikeli bir ihtimali, yoksulların, onları dışlayanlara inat, kendilerini kentin sahibi ilan etmeleri olasılığını, pekâlâ aynı düzenin içinden intikam alabilecek olduklarını, adaletin değil de tazminin peşinde olabileceklerini akla getirir. Kaçan’ın suça batmış yoksullarının yaşadığı maceralar, orta sınıf okurda tehlikeli hazlara davet ve taptaze bir şey okumanın heyecanı kadar korku da uyandırır.
Edebiyatın yoksulluktan bahseden hemen tüm yazarları, ona sadece tanık olmamışlar, öyle ya da böyle yoksulluğu tatmışlar: Orhan Kemal, Latife Tekin ya da Metin Kaçan, tamamı yoksul mahallelerden geliyorlar. Başka başka mahalleler ama bunlar. Önemli bir ayrım daha var: Bu yazarlardan kimileri (aynı Tuğcu’nun çocukları gibi) sonradan yoksulluğa düşmüş,[10] kimileri ise zaten yoksul doğmuş ve evet, edebiyat sayesinde (yani yine aynı Tuğcu’nun çocukları gibi, her zaman erdemleriyle olmasa dahi, kendi sebat ve becerileriyle) bu kaderi tersine çevirebilmişlerdir.
Ama tüm bu edebiyatçıların yoksullara bakışında önemli bir ayrım var aslında: Yoksulluğun olağanüstü bir sebat ya da kahramanlık hikâyesi olarak temsili ile olağan yoksulluğun, tüm gündelik pejmurdeliği, kararsızlığı, çaresizliği içinde temsili.
Edebiyat âleminde bu iki temsilin birleştiği çok sihirli bir an var elbette: Dostoyevski Suç ve Ceza’da, parlak zekâsı ve potansiyelleriyle beraber yoksulluk cenderesinde sıkışmış kalmış, hızla altlara doğru düşen Raskolnikov’un, kendini bu dünyada var etme ve hiç değilse kendi gözünde görünür kılma macerasını anlatır. Zira hayatının geri kalan tüm parçaları, giderek yoksullaşması ve daha da önemlisi haysiyetsizleşmesi karşısında aslında hiçleştiğini, varlığı ile yokluğu fark etmeyecek birine dönüştüğünü hatırlatmaktadır ona. Korkunç suçu ile Raskolnikov kendini görülenler değil de görenler, yargılananlar değil de yargılayanlar safında görmeyi arzular. Ama bir taraftan da vicdanı hâlen şu sıradan ama temel soruyu sorar: “Neden öldürdüm?” Cinayet yoluyla dahi olsa olağanüstü bir karakter olma arzusu ile derin suçluluk duygusu ve tam da olağan olduğunu bildiği derin çaresizliği içinde salınıp durur Raskolnikov. Ve yoksulluğun temsili[11] açısından tüm olasılıkları, trajik yazgısı etrafında birleştirir: “‘Trajik’ diyorum, çünkü orada haklı bir isyan kadar insanı içten içe zehirleyen bir hınç…aynı anda harekete geçmiştir”; yani “Havada uçuşan ‘yarım yamalak fikirler,’ kişinin kendi koyduğu yasayla kendini herkesten ayırma arzusu, nihayet şölenden payını alamamış olmanın doğurduğu, eylem kanalları tıkanmış öfke.”[12]
Raskolnikov’un trajik yazgısı, olağan sefaleti ve olağanüstü hıncı, yoksulluğun temsili ile ilgili bir başka can alıcı meseleye götürüyor bizi: Yoksulların her yoksunluğunda, her dışlanışlarında, yeniden ve yeniden kurulan bir toplumsal adalet meselesi, buradan da önce bir vicdan ve ahlak meselesi oluşu.[13] Tam da bu, yoksulluk üzerine yazılanları, şu kadim tartışmanın, “toplum için sanat & sanat için sanat” tartışmasının kalbine oturtur.[14] Öyleyse yoksulluğun edebiyatta temsili, aynı zamanda, okurların yoksulluğa bakışının edebiyatın da (buradaki dahi eki önemli) etkisi ile dönüşümüne ilişkin bir meseledir.
Fakat bizim onlara nasıl baktığımızdan öte bir şey daha var: Yoksulların kendini nasıl gördükleri asıl önemli olan. Oysa insan kendini bir aynada görür değil mi ancak? Peki ama şimdi, çatlak da olsa yoksulluğu gösterecek ayna kaldı mı ki?[15]
‘80’lerden beri yoksulluktan bahis açmak “fakirlik edebiyatı yapmak”; daha ince deyişle, aşırı toplumcu olup, “sanat için sanat”ın, edebiyatın zevklerinden ve inceliklerinden feragât etmek ya da zaten hiç anlamamak oldu.[16] Böylece ağır ağır, geçmişin “fakir ama onurlu” yoksulları, patrona “Sen mi büyüksün ben mi” diye haykırabilen haysiyetli yoksul tiplemeleri (bana kalırsa tam da böyle haykırabilme olasılığını zihinlerden silmek için) buharlaşıp gittiler romanlardan, filmlerden ve zihinsel haritalarımızdan.[17] Şimdilerde ise ancak bir sızıntı, bir gölge, bir yan karakter olarak giriyorlar edebiyata. Onların gerçekçi temsilleri diye bize sunulan hemen hemen tek şey, dizilerdeki mafya heveslisi gözü kara delikanlılar. Yoksullar arasında bu kadar çok mafyaya katılıp gözünü kırpmadan adam öldürebilen olamayacağına göre, milyonlarcası nerede, nasıl yaşarlar bilemiyoruz artık pek. Nereye gitti peki tüm sıradan yoksullar, tüm sıradan yoksulluklar?
Biz edebiyatını yapmıyoruz, filmini çekmiyoruz (dizilerde de sadece yükselme hırsıyla gözlerinin döndüğünü vurguluyoruz) diye buharlaşıp yok olmadılar elbette. Her yerdeler aslında: Trafik ışıklarında duran arabaların camlarını siliyor, çocuklarımıza bakıyor, her sabah çöp kutularımızı eşeliyorlar; madenlerde bazen onlarcası ölüyor, inşaatlarda birer birer kırılıyor ya da çocuklarını saç kurutma makinaları ile ısıtmaya çalışırken intihar ediyorlar.[18] Yanlarından sanki yoklarmış gibi geçip gidiverdiğimiz sokakları, gitgide başka diller konuşan yoksullar dolduruyor bir de.[19]
Doğru, yoksullara merhametle bakmakta gerçekten de kendini üstte gören bir tavır var. Fakat ya o bakışı da yitirmişsek şimdi? Çünkü merhamet, gene de bugünün, acıma ve sadaka denkleminden başka bir şey ve çünkü neoliberal düzen ve otoriter popülizm bizi fazla gerilerde bir yere, merhametten bile daha çorak bir sahraya savurdu.
Tam da bu yüzden tüm bu kategorileri aşmamız gerek: Merhameti de şefkati de. Adalet arayışımızın pimini çeken en temel ruhsal organımızla, vicdanımızla bakmalıyız yoksullara (ve yoksul çocuklara). Ancak böyle, isyanı da hıncı da (ve belki neden yoksunluğun, kapitalizm şöleninden dışlanmanın isyana değil de hınca yol açtığını) görebiliriz.
Yoksullukta iyi bir şey yok, kutsanacak bir şey de… Aç ve acı çeken çocuklarda, kendi edebiyat zevklerimiz için romantize edilecek hiçbir şey yok. Tam da birileri onun içinde yaşadığı için, ancak berbat bir gerçeklik yoksulluk. Ve çürüyen uzuvlarda, paramparça dünyalarda sadece irin, kan, kokuşma var. Fakat bizim o canavarın gözlerinin içine bakacak cesaretimiz de hevesimiz de kalmadı artık. Çünkü bir kere dahi bakmış olsa, insanın içine kolayca söküp atılamayacak bir vicdan yerleşiyor.
Ama o gözler, “yoksulların gözleri” bir de güçlü bir umut, herkesi ürküten; ne olursa olsun yok edilemeyen bir inat daha gizliyor içinde. Çünkü yaşamın çağrısının önüne geçilemez, değil mi? Çünkü (ne demişti Müslüm Baba): “Yakarsa Dünyayı Garipler Yakar!”
Ve şu aralar bir hınç mekaniğinin işliyor oluşu, romanlarda ve sokaklarda isyan makinasının sesini bir daha asla duyamayacağımız anlamına gelmez.