Meltem Gürle, Ölülerle Konuşmak adlı çalışmasında Tutunamayanlar’ı dünya edebiyatıyla konuşturma, hatta tartıştırma arayışına girişiyor. Çünkü Tutunamayanlar, sadece Tutunamayanlar’dan ibaret bir roman değil...
Nurdan Gürbilek’in, bundan birkaç yıl önce yayımlanan kitabı Benden Önce Bir Başkası’nı hatırlayanlar olacaktır. Gürbilek çalışmasında, bir yazarı bir başkasının ışığında okuduğu denemelerini bir araya getirmişti. Kitapta; “Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını Kafka’nın Dönüşüm’üyle, Kafka’nın Babama Mektup’unu Oğuz Atay’ın Babama Mektup’uyla, Tanpınar’ın Günlükler’ini Dostoyevski’nin Yer Altından Notlar’ıyla, Benjamin’in Pasajlar’ını Tanpınar’ın Beş Şehir’iyle birlikte ele alan çapraz okumalar” yer alıyordu. Bunun yanında; “Peyami Safa’nın Şark Nedir?’ini Cemil Meriç’in Bu Ülke’siyle, Cemil Meriç’in Bu Ülke’sini Edward Said’in Şarkiyatçılık’ıyla birlikte okuyan, bir ikili okuma perspektifine bağlanan karşılaştırmalı denemeler” de yazarın yarattığı okuma dünyasının içinde kendine sayfa açıyordu.
Yani Gürbilek bir anlamda “metinlerarası” bir yolculuğa davet etmişti okurlarını bu kitabında. Bu metinlerarası yolculukla yapmak istediklerini ve metinlerarasılık kavramının ne olduğunu ise kitabın giriş yazısında şöyle açıklamıştı: “Edebiyat metinleri kendi kendini harekete geçiren bir yaratıcının ürünü değildir,’ diyordu kuramcılar; böyle el değmemiş bir süreç yok burada, bütün metinler kendilerinden önce üretilmiş metinlerle konuşarak dokunmuştur.” Bir adım sonrasında kavramın bugün ne anlam ifade ettiğini de yine kendine has cümleleriyle açıklamıştı: “Artık ‘metinlerarasılık’ denince, bir yazarın kendinden öncekilere şapka çıkarmasını, sonra da kaldığı yerden yoluna devam etmesini anlıyoruz.”
Bunları açıkladıktan sonra Gürbilek’in yola çıkış felsefesini anlamlandırmak ise epey kolaylaşmıştı: “(…) Hiçbir yapıt boşluğa doğmaz; akan nehre sonradan eklenir.”
Ulaşılmak istenen amaca dair Gürbilek’ten küçük bir not daha: “(…) Bir yazarı daha iyi anlayabilmek için, ona bir başkasının bakışını değdirmekten kaçınmayalım.”
Nurdan Gürbilek’in, öne çıkmış çalışmalarından Benden Önce Bir Başkası’nda ortaya koyduğu bakış önemli. Önemli fakat hâlâ algılanıp içselleştirildiğini düşünmüyorum. Bir yandan da nasıl içselleştirilsin diye sormak gerekir. Nedeni; tabularımız. Daha doğrusu, sevilen, kült haline getirilen hiçbir “şey”e dokunumama hastalığımız. Bu siyasetle ilgili de olsa durum değişmiyor, edebiyatla ilgili de olsa aynı. Yaşamı, sosyal hayatı, siyaseti cenahlar üzerinden algılayışımız gibi edebiyatı da bu gözlerle okumaya çalışıyoruz. Tam da bu nedenle Tanpınar üzerine yığınla çalışma yapılsa da Gürbilek’in deyimiyle hangi “akmakta olan nehre” eklendiği sorusuna geldiğimizde; soruya soruyla karşılık veriyoruz: Sahi, hangi nehir?
Cenah ve dokunulmazlık kaygılarını bir yana bıraktığımızda ise ortaya tıpkı Nurdan Gürbilek’in okumalarında olduğu gibi zihin açan çalışmalar çıkıyor. Yani bir anlamda dokundukça dünyamız da, edebiyatımız da güzelleşiyor. Dahası; dokundukça bazı noktalarda dünyadan örnekleri yakaladığımız, hatta geride bıraktığımız da ortaya çıkıyor.
Bunun en çarpıcı örneklerinden birini ise geçenlerde yayımlanan çalışması Ölülerle Konuşmak ile Meltem Gürle verdi. Gürle’nin doktora tezinin yan çalışmalarla genişlemiş hali Ölülerle Konuşmak. Gürle, kitabında, tıpkı Nurdan Gürbilek’in izlediği yoldan giderek Oğuz Atay’ın romanı Tutunamayanlar’ı dünya edebiyatıyla konuşturma, hatta tartıştırma arayışına girişiyor. Gürle bu arayışını kitap boyunca dallandırıp budaklandırıp devam ederken ise Tutunamayanlar’ın bir anlamda dünya edebiyatındaki yerini de belirginleştiriyor.
Bir fiil olarak “ölülerle konuşabilme” üzerine düşünürken bile; hâlihazırda dünya edebiyatının dev yapıtları ve dahi kendi dilimizin önemli basamakları önümüzde görkemli bir dağ gibi dikilirken, dahası hâlâ üzerlerine çalışmalar yapılıp yazdıklarından yeni anlamlara, saptamalara ulaşılırken alacağımız çok mesafe, aşacağımız çok engel olduğu fikri gelip yapışıyor yakamıza. Bu sadece bizimle ilgili bir durum değil ayrıca. Edebiyatın genel meselelerinden biri olarak da epey ilgi görüyor. İşin okur yanı bir kenara ama yazar tarafından bakıldığında meselenin daha bir dallı budaklı hale geldiği, içinden çıkılmaz değil ama en azından dert çektiren bir zorluk olarak vücut bulduğu âşikar.
Fakat tam da bu noktada Nurdan Gürbilek’e tekrar kulak vermekte yarar var.
“Hiçbir yapıt boşluğa doğmaz; akan nehre sonradan eklenir.”
Bu doğrultuda mesele biraz da Edip Cansever’in ünlü dizesindeki gibi yürür aslında: “(...) karanfil elden ele.” Fakat Cemal Süreya, Meltem Gürle’nin çalışmasının özetini veriyor bize âdeta: “beni öp, sonra doğur beni.”
Buradan yola çıkarak Meltem Gürle, Tutunamayanlar’ın, Shakespeare’den Joyce’un yazdıklarına kadar “öpüştüğü” metinlerin, Oğuz Atay’ın selam durduğu, bazen sohbet ettiği yazarların arasında bir yolculuğa çıkıyor. Fakat Ölülerle Konuşmak sadece bununla yetinen bir çalışma değil. Gürle, kendi okurluk deneyimini işin içine katarak da pek çok şey söyleme arayışına girişiyor.
Meltem Gürle, ilk okuma deneyiminden yola çıkarak Tutunamayanlar’ın, “kişisel tarihimin en önemli kitaplarından biri olacağının farkında değildim,” diyor ve bu deneyiminin ışığında hissettiklerini, yaşadıklarını anlatıyor.
Aslında Tutunamayanlar ile ilk kez karşılaşan hemen herkesinkine benzer bir hikâye Meltem Gürle’nin başından geçen de...
Kalabalık sayılabilecek üniversite öğrencilerinin kaldığı bir yurt odasında, loş ışık altında...
Pek çok kitabı nerede başlayıp nerede bitirdiğimiz sorusu bizi çok ilgilendirmez ama Tutunamayanlar daha ilk sayfasından başlayarak okurunu öyle bir dünyanın içine alır ki o an zihne bir şekilde kazınır. Pek çok kimseden dinlemişimdir bunu. Bu bir tesadüf mü bilinmez fakat konumuz değil. Konu; Tutunamayanlar’ın dünyasına ilk kez dalan hemen herkesin aynı hislere yöneliyor olması.
Bu ilk karşılaşma genelde yaşamı, yaşamdaki itiraz noktalarımızı yeni yeni keşfetmeye başladığımız dönemler olur çoklukla. Muhalefetin sistematik olmasa da bir şuur halinde benliğe işlediği zamanları işaret eder Tutunamayanlar’ı ilk okuma deneyimi. Yaşadığımız ülkeyi de yeni yeni tanıyıp siyasetini sorgulamaya başlamışızdır ve bu siyasetin derinlerinde yatan çarpık bir şeyler olduğunu seziyoruzdur alttan alta. Adını koyamamışızdır belki ama Atay’ın romanı “sakat bir şey var”ı fısıldamıştır. Aynı şey duyulur en azından yaşadığı topluma karşı biraz da olsa sorumluluk duymaya başlayan kulaklarda. Tam da bu nedenle ortak bir ses verir Atay’ın romanı “biz”e.
Tutunamayanlar’ın dünyasına ilk kez adım atıldığında duyulan bir hissi, ete kemiğe büründürüp içini doldurmakla uğraşıyor Gürle aslında tüm bir kitap boyunca. Çok kişiden duyduğum gibi kişisel Tutunamayanlar maceramda da, çağlayan bir özgünlük içindeki tanıdık seslerin nereden geldiğiydi akılda ilk uyanan soru. Meltem Gürle de bu soruların peşinden giderek yaklaşıyor Tutunamayanlar’a.
Hem sapına kadar “dünyalı” hem de isyankâr; isyankâr olduğu kadar da bilinçli bir Türkiyeli metni Tutunamayanlar. Cumhuriyet’le beraber yaşamlara dahil olan “modernite” algısının sakatlığı, bu modernite algısı sakatlığının dünya edebiyatlarındaki farklı yansımalarıyla beraber konuşturuluyor Gürle’nin çalışmasında. Yazar, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşuna ve sonrasında “modernleşme” ataklarının aslında ne kadar sakat bir zeminde yükseldiğine dair hemen tüm bilgiyi, Oğuz Atay’ın o kendine has Jale Parla’nın deyişiyle “dil romanında” bulabiliriz savının, dünya edebiyatından farklı yansımalarıyla aktarıyor.
Her ne kadar bu toprakların modernite eleştirisinden doğmuş bir kitap da olsa Tutunamayanlar’ın, evrensel meseleleri kendine dert ettiğini unutmamak gerek. Gürle’nin çalışması da Atay’ın metninin bir yandan alabildiğine yerli kaynaklardan beslendiğine fakat diğer ve en az yerelliği kadar güçlü damarıyla evrensel dertleri kendine dert edindiğine değinmek istiyor.
Bu bağlamda Fredric Jameson’ın yazdıkları ise Gürle’nin temel itiraz noktasını meydana getiriyor. Jameson’ın bir makalesinde dile getirdiği “üçüncü dünya ülkeleri” edebiyatlarında var olmaya ve onları değersizleştirmeye mahkûm “ulusal alegori” sınıflamasının Tutunamayanlar’ın dünyasına dahil edilip edilemeyeceği meselesi, Gürle’nin bir karşı çıkış olarak ele aldğı merkez haline geliyor. Gürle, Jameson’ın bu fikrine kitabın pek çok bölümünde öne sürdüğü argümanlarla itirazını dile getiriyor. Bu itirazlarının temel dayanağını ise Tutunamayanlar’ın dünya edebiyatındaki diğer metinlerler ve yazarla nasıl konuştuğu, sadece dilsel bazda değil dert edindikleriyle de onlarla aynı düzlemde yürüdüğü şekillendiriyor.
Sonuç: Oğuz Atay’ın everensel bir meseleyi Gürle’nin deyimiyle “çok Türkiyeli” bir şekilde ele alması onu ancak bir başka eleştirmen Franco Moretti’nin deyişiyle “modern epik” haline getirir. Jameson’ın dediği gibi “ulusal alegori” değil.
Meltem Gürle Tutunamayanlar için, “Türk toplumunun ‘hakiki bir ansiklopedisi,’ temel bilgisinin deposu sayılır,” derken de tam olarak bu durumun yansımasından bahsediyor işte.
Bir başka bölümde şöyle devam ediyor Gürle: “Tutunamayanlar modernist bir metinle ilk karşılaşmamdı. En önemli kaşılaşmalarımdan biri olarak da kaldı. Amerikalı bir okuyucunun Faulkner’la, bir İrlandalının Joyce’la ya da bir İtalyanın Italo Svevo ile ilk kez karşılaşması gibiydi bu.”
Gürle’nin Atay ve romanıyla karşılaşmasını dünya edebiyatından örneklerle açıklamasının başka anlamları da var. Sadece basit bir örnekleme yapmak için kaleme getirmemiş bunları. Yazar, Atay ve romanının kanondaki yerini vurgulamak adına bunu yapıyor ve bu bağlamda uzandığı; bahsettiği, ele aldığı tüm yazarların “modernlik fantezisine şüpheyle bakıyor” olması. Bu aynı zamanda Atay’ın dünya edebiyatındaki yerinin vurgusu. Bir diğer anlamıyla da tescili. Nasıl ki dünya edebiyatı yazarları kendi kültürlerini içselleştirip adımlarını öyle atıyorsa daha büyük bir evrene, Atay’ın da aynı şekilde hareket ettiğini, yazdıklarının, özellikle de Tutunamayanlar’ın, Jameson’ın dediği gibi basit bir “ulusal alegori” sınıfına sokulamayacağını dile getiriyor Gürle.
Meltem Gürle, Jameson’ın öne sürdüğü bu savı kitap boyunca pek çok kez farklı bağlamlarıyla ele alıyor. Dönüp dolaşıp ileri sürdüklerini bağladığı yer ise Atay ve Tutunamayanlar’ın dünya edebiyatının aynı kalibrede sayılabilecek diğer verimlerinden hiç de aşağı kalır bir yanının olmadığı, hatta zaman zaman dünyasına aldıklarıyla onları aştığı.
Buradan devam ederek Tutunamayanlar’ın dünya edebiyatındaki yerine geldiğimizde ise Gürle’nin çalışmasında ulaşmak istediği nihai sonuca doğru da yol alındığı da görülmeye başlıyor. “Tutunamayanlar kendinden önce gelen edebi gelenekle diyalog halinde olduğu için ‘zamansız’ bir metindir,” diyor Gürle. “Tam da bu nedenle Oğuz Atay, ‘edebi akrabaları’ olan Cervantes, Shakespeare, Goethe, Dostoyevski ve Joyce ile konuşmaya devam ederken, hem onların eserlerini hem de kendi romanını yeni okumalara açar ve insanın dünya üzerindeki tecrübesinin çetelesini tuttuğu gibi, yazının tükenmeyen olanaklarını da cömertçe önümüze koyar.”
Tüm bunları kaleme getirirken Gürle, aslında neden Oğuz Atay’dan bahsederken sadece Oğuz Atay’dan bahsedemeyeceğimizin cevabını da veriyor. Aynı şey Tutunamayanlar için de geçerli elbette. Tutunamayanlar, sadece Tutunamayanlar’dan ibaret bir roman değildir.
Nasıl ki insanların birbiriyle konuşmaya ihtiyacı varsa metinler, yazarlar da aynı ihtiyacı hissederler. Tam da bu nedenle birbiriyle konuşur eserler. İhtiyaçtan... Ve tam da bu nedenle selam durur birbirine yazarlar.
Önemli olan Meltem Gürle’nin yaptığı gibi “ölülerle konuşmayı” ya da “ölüleri konuşturabilmeyi” becerebilmek. Fakat o da epey uğraş istiyor. Öncelikle de dokunulmazlara dokunmak gibi sıkıntılı bir meseleyi aşmayı...