Doğa, yok olmakta olan bir arka plan. Her zaman orada olmuş, ama yakın bir gelecekte orada olmama ihtimali var
07 Mart 2019 11:00
Bu dünya, içinde ağaçları da barındıran dünyamız değil.
Bu, insanların az önce vardığı, ağaçların dünyası.” [1]
Richard Powers'ın geçen yıl yayımlanan ve Man Booker Ödülü'ne de aday olan The Overstory adlı kitabında, savaş uçağından ağaca düşerek kurtulan bir kabin görevlisi, bir kestane ağacının yıllar boyu çekilen fotoğraflarını miras alan bir sanatçı, intihar eden bir üniversite öğrencisi, ağaçların birbirleriyle iletişim kurduğunu keşfeden bir bilim insanı ve hepsi ağaçlar tarafından farklı bir şekilde yargılanan diğer karakterler aracılığıyla son kalan ormanları kurtarmak için bir araya geliyor. Powers, insan ve insan olmayan arasındaki ilişkiyi, kurguladığı farklı durumlar aracılığıyla şiirsel bir şekilde ele alıyor. Dünyaya, üzerinde beraber varolduğumuz ama neredeyse hiç dikkate almadığımız diğerlerinin perspektifinden bakabilmenin öneminin oldukça zarif bir şekilde altını çiziyor.
Son dönemde insan olmayanlarla ilişkilenme biçimlerimiz sosyal bilimler kapsamında da yoğun olarak tartışılıyor. Örneğin, felsefe alanında nesne-yönelimli ontoloji teorisi (İngilizce literatürde Object-Oriented Ontology, OOO olarak anılıyor) insan olan ve olmayan şeyleri beraber düşünerek insan merkezci bir yaklaşımdan uzaklaşmayı hedefliyor. Bu yaklaşımın güncel sanatta da belirgin yansımalarını görebiliyoruz. Doğanın kapsamındaki şeyleri de bu anlamda değerlendirebiliriz. Doğaya dair ögelerin, yani ağaçların, güncel sanat nesnesi olarak karşımıza çıkmasını da nesne-yönelimli ontoloji bakış açısıyla okumak mümkün.
Doğa, yok olmakta olan bir arka plan. Her zaman orada olmuş, ama yakın bir gelecekte orada olmama ihtimali var. Sanat tarihçi Giovanni Aloi’ye göre, sanat tarihinin karşılaştığı en yakın tarihli güçlüklerden biri, aynı kavramın iki farklı yüzü: insan merkezcilik (antroposentrizm) ve doğa.[2] Sanat tarihi hâlâ merkeze insanı koyan narsist bir yaklaşıma eğilimli; son dönemin nesneler arası ilişkilere odaklanan ontolojik yaklaşımları yeterince egemen olabilmiş değil. Örneğin, edebiyat profesörü Mark Payne de “Before the law: Imagining crimes against trees” (Hukukun önünde: Ağaçlara karşı suçları düşlemek) makalesinde türlerarası bir siyasetten bahsediyor ve ağaçları hukukun öznesi olarak düşünmek mümkün olabilir mi diye soruyor.[3]
Bu noktada doğa ve kültür ilişkisini düşünmek ve bu ikiliğin güncel sanat işlerinde nasıl ele alındığına bakmak da yararlı olabilir. Antropolog Philippe Descola Doğa ve Kültürün Ötesinde kitabında insan olmayanlar ile kurduğumuz ilişkiyi, yaptığı kültürlerarası radikal karşılaştırmalar üzerinden yeniden okuyor; Batı’nın doğa ile kültür arasında kurduğu karşıtlığın başka toplumlarda bu şekilde olmadığını öneriyor.[4] Doğaya dair ögelerin güncel sanat nesnesi olarak karşımıza çıkması, elbette doğa-kültür karşılaştırmalarından bahsedebileceğimiz bir platform da oluşturuyor.
Ağaçların güncel sanat ile ilişkisini üç alt başlık altında ele alabiliriz. Ağacın doğal ortamından alınıp sanat alanında bir yerleştirmenin parçası hâline gelmesi, ağacın kendisinin değil temsilinin (resim, heykel veya dijital olarak) sergilenmesi ve ağacın doğal ortamında bir yapıta dönüşmesi. Bu üç başlık altında ele alacağım örnekler üzerinden sanat nesnesine dönüşen ağaçların doğa-kültür ve insan ile olmayan arasındaki ilişkiler hakkında ne gibi açılımları olabileceğini daha detaylı açıklamaya çalışacağım.
Ağacın doğadan alınıp bir yerleştirmenin parçası hâline geldiği örnekler çok yaygın. Bu başlık altında Yoko Ono, Anya Gallacio, Shinji Turner Yamamoto, Sibel Horada, Pipilotti Rist, Pierre Huyghe, Ahmet Doğu İpek ve Merijn Bolink’in işlerinden bahsedeceğim.
Yoko Ono, Ex It, 1997-2007
Yoko Ono’nun 2016 yılında İstanbul Modern’de gerçekleşen Yok Olmadan sergisinde gösterilen ve Müze’nin koleksiyonuna alınan Ex It (1997–2007) adlı yerleştirmesi, gerçek zeytin ağaçları ve tabutlardan oluşuyordu. Doğadan alınan ve sergi süresince de mekânda yaşatılan bu zeytin ağaçları, tabutların güçlü ölüm çağrışımına karşın yaşama ve geleceğe dair bir umut kaynağına dönüşmüştü. Kuş sesleri ve sanatçının kendi sesini de içeren yerleştirme, gerçekten de serginin her anlamda yaşayan bir bölümü olmuş ve karamsar iklim değişikliği senaryolarına rağmen umudumuzu kaybetmemeye çalıştığımız bu dönemin de bir nevi temsili hâline gelmişti. Zeytin ağaçları, sergi sonrasında TEMA Vakfı işbirliğiyle Ayvalık’ta yeniden toprağa ekildi.
Anya Gallacio, that open space within, 2008
Anya Gallacio, organik maddelerle çalışan ve mekâna özgü minimalist yerleştirmeleriyle bilinen İngiliz bir sanatçı. 2008 yılında Camden galerisinde, Londra’da bulunan bir parkta ölen devasa bir kestane ağacını sergiledi. Bu ölü ağaç, ne yazık ki kendi başına ayakta duramadığından dallarından mekânın çeşitli yerlerine bağlanmış ve tüm alanı kaplayan etkileyici bir yerleştirmeye dönüşmüştü. Gallacio’nun yerleştirmesi, gerçek bir ağacın galeride serginin bir parçası haâine geldiği bir örnek olsa da, ağacın artık yaşamıyor oluşu, yerleştirmeyi gerçek ve temsil arasında belirsiz bir alana götürüyor. Dışarıyı içeriye taşıyan sanatçı, pencereden görünen şehir manzarasına karşın, tuhaf bir şekilde içeride daha “doğal” bir görsellik elde etmeyi de başarıyor. Gallacio, Camden’daki sergisinden önce de, 2002 yılında Tate Britain’da açılan sergisinde ağaçları kullanmıştı. İngiltere’nin emperyalist geçmişine de gönderme yaparak, 18’inci yüzyılda deniz kuvvetleri tarafından gemi yapımında kullanılan meşe ağaçlarının gövdelerini yanlarına yerleştirdiği şeker levhaları ile beraber sergilemişti. İmparatorluğun genişlemesinde ve bugün sahip olduğu gücü elde etmesinde önemli bir rol oynayan meşe ağaçlarını Tate Britain’da baş aşağı ve budanmış bir şekilde sergileyen Gallacio, insanın doğa ile ilişkilenme biçiminin çarpıklığını da çıplak bir şekilde ortaya koymuştu.
Shinji Turner Yamamoto, Global Tree Project Hanging Garden, 2010
Mekâna özgü yerleştirmelerinde ağaçlar, fosiller ve minerallerden faydalanan bir başka sanatçı Shinji Turner Yamamoto’nun bir gün ormanda topraktan sökülmüş bir meşe ağacına rastlamasıyla başlayan Küresel Ağaç Projesi, farklı şehirlerde yaptığı mekâna özgü yerleştirmelerle devam ediyor. 2016 yılında Ortaköy’de bulunan Yahudi Yetimhanesi'nde gerçekleşen sergi projesinde de bir versiyonu gösterilmişti. Yamamoto, projeyi açıklarken, insan ve ağaç ilişkisini doğumda ayrılan ikizlere benzetiyor. Bu ayrılığın üstesinden gelmek adına doğayla yeniden bir bağ kurmayı ve yeni bir gözle bakmayı öneriyor.[5] Yamamoto’nun genellikle tarihî mekânlara yerleştirdiği kökleri görünür ağaçlar, insanı merkeze oturtan bakış açısını da değiştirmeyi deniyor.
Sibel Horada, Orman, 2017
Sibel Horada, 2017 yılında Galerist’te gerçekleşen Dark Deep Darkness and Splendor sergisinde gösterilen Orman'da (2017) Shou Sugi Ban adlı Japonya’da geliştirilen bir tekniğe gönderme yaparak yakılmış kayın ağaçlarından bir orman kurguluyor. Bu teknik ile odunu yakarak etrafında karbondan bir katman oluşturuluyor ve bu sayede odun hava şartları sebebiyle olası bir çürümeye ve ateşe çok daha dayanıklı hâle geliyor. Horada, yerleştirmeyi yalnızlık, tamir ve toplu direniş ile ilişkilendiriyor. Ahşabı daha dayanıklı hâle getiren bu teknik, belki de doğal malzemelerin bir nevi evcilleştirilmesi sürecinde önem kazanırken, Horada tavandan sarkan ve yere de izlerini ve kalıntılarını bırakan bu tuhaf orman ile iç mekanda karanlık ve vahşi bir ortam yaratıyor.
Ahmet Doğu İpek, Kök, 2017
Ahmet Doğu İpek ise geçen yıl Galata Rum Okulu’nda gerçekleşen Günler sergisinde yer alan Kök (2017) yerleştirmesinde buluntu bir ceviz ağacının kökünü ahşap bir sehpa ile bir araya getirmişti. Bu yerleştirme, ham ve işlenmişi, doğaya dair olanla kültüre dair olanı üst üste bindirerek aralarındaki sınırları muğlaklaştırıyor. Belki de mobilyacıların, ceviz sehpa, meşe sandalye, maun şifonyer gibi ağacın türünü sıfat olarak kullanmasına çocukluğumdan beri alışamadığımdan, yerleştirmenin bu dilsel ilişkiyi doğrudan bir görsellikle kurması, günlük hayatımızda pek çok formda gördüğümüz ve kullandığımız ahşabın doğayla bağlantısını hatırlatıyor.
Pipilotti Rist, Apple Tree, 2012
Çoğunlukla video yerleştirmelerinde sürreal bir görsellik yaratan İsviçreli sanatçı Pipilotti Rist’in video yerleştirmesi Apple Tree [Elma Ağacı] (2012), teknolojinin ve dijitalin doğa ile ilişkisine odaklanıyor. Rist’in yerleştirmelerinde yarattığı masalsı dünya, bu yerleştirmede de karşımıza çıkıyor. Alandaki projeksiyonun yanı sıra içerideki elma ağacı ve tavandan asılan plastik parçalar, Rist’in kurgusunu güçlendiriyor. Elma ağacı ile doğrudan bir cennet bahçesi göndermesi yaparken, bir yandan “kültür temsili” olarak okuyabileceğimiz dijital ilerlemeler ile doğayı beraber kurgulayarak insan merkezci duruştan uzağa bir adım atıyor.
Pierre Huyghe, A Forest of Lines, 2008
Serginin kendisini bir nesne olarak ele alma eğiliminde olan Fransız sanatçı Pierre Huyghe, 16. Sidney Bienali için Sidney Opera Binası’nı 24 saatliğine bir ormana dönüştürdü. A Forest of Lines [Çizgilerden Orman] (2008) adlı performans ve yerleştirme için Huyghe yaklaşık bin adet ağaç kullandı. Dünyanın önemli mimarî yapılarından ve kültür ile özdeşleşmiş bir kuruma ev sahipliği yapan Sidney Opera Binası kültürün oldukça steril bir temsiliyken, içeriyi dönüştürdüğü büyüleyici orman ile sanatçı, gerçek ve kurgu/temsil ile doğal ve yapay gibi ikilemleri barındıran bir görsellik sunuyordu.
Merijn Bolink, Nature Sucks, 2006
Son olarak kamusal alan heykelleri ve yerleştirmeleri ile de bilinen Hollandalı sanatçı Merijn Bolink, baş aşağı duran söğüt ağacı dallarından geometrik şekiller oluşturduğu ve “nature sucks” (doğa berbat) yazdığı yerleştirmesinde, doğa politikalarına ironik bir yaklaşım sergiliyor. Bolink, bu yerleştirmesinde doğa ile ilintili aktivizmlerin sınırlarını deniyor.
Yerleştirmelerde ağacın kendisini değil resim, heykel veya dijital olanağında temsilini kullanan sanatçılar arasında Jennifer Steinkamp, Yaşam Şaşmazer, Giuseppe Penone, Çağrı Saray, Elif Çelebi ve Michael Craig-Martin’in işlerinden bahsedeceğim.
Jennifer Steinkamp, Shimmering Tree, 2007-12
Jennifer Steinkamp’ın Shimmering Tree [Işıldayan Ağaç] (2007-12) adlı dijital işi, 11 dakikada bir ağacın yıl boyu mevsim gereği geçirdiği değişiklikleri yansıtıyor. Steinkamp bu ağaca kendisinin de öğretmeni olmuş sanatçı Mike Kelly’nin adını veriyor. Steinkamp için bu ağaç Mike Kelly’nin portresi, onun bir temsili; sanatçı, ağaç ile insan ömrü arasında kültürel olarak kurduğumuz bağlantıları kişisel hikâyesi üzerinden ele alıyor. Etkileyici bir görselliğe sahip bu dijital iş, aynı zamanda doğa ve kültür arasındaki ikiliği de hatırlatıyor. Aslında ağaçlar, ilk başlık altında da bahsettiğim gibi, pek çok yerleştirmede kullanılıyor olmalarına rağmen, belki de kültür bağlamında daha “doğal” olan, bir sanat alanında ağaç temsilini dijital bir platform aracılığıyla sunmak.
Yaşam Şaşmazer, Untitled (F. H.), 2016
Yaşam Şaşmazer’in Untitled (F. H.) (2016) başlıklı heykelinde ise doğanın ele geçirdiği bir insan bedeninden, derinin uzantısıymış gibi görünen mantarlar çıkıyor. Yüzü bir ağaç gövdesine dönüşmüş bu büst, insan ve ağaç arasında bir yerde, ikisinin de belli özelliklerini taşıyor. Bu ikilik heykelin hangisine yakın durduğunu sorgulatırken izleyeni yoksunluklar üzerinden bir tanım yaparak anlamaya yöneltiyor.
Giuseppe Penone, Tree of 12 meters, 1980
Giuseppe Penone de ağaç temsilini yerleştirmelerinde sıklıkla kullanmış bir sanatçı. İşleri genelde sembolik bir temsilden ziyade daha karmaşık biyolojik-politik okumalara açık. Penone’nin Tree of 12 meters [12 metrelik ağaç] (1980) yerleştirmesinde kullandığı ağaç, oldukça dayanıklı bir tür. Endüstriyel bir süreçten geçen ve işlenen ağaçlar, alışkın olduğumuz romantik orman tasvirlerini kapitalist olanla değiştiriyor. Yaşayan bir ağacın mobilyaya dönüşmesinin altını çizerek, ağacı metalaştıran mobilya sektörünü ve etrafında genişleyen kapitalist kültürü ifşa ediyor. İnsanlar gündelik ihtiyaçları için doğayı değiştirip tüketiyor ve bunu egemenliğini ilan ettiği ilişki ile rasyonel bir biçimde sunuyor. Penone’nin bu süreçte ilgisini çeken, yeni bir ağaç keşfetmek ve her defasında yeni bir hikâyeye ulaşmak. Her kapı, masa, pencere veya tahtanın, geçmişlerine dair hayal kurmaya izin veren özelliği. Sanatçıya göre bu malzemelerin her biri bir ağaç imgesi taşıyor, bu durum da işlerinde tekrar eder gibi görünen yeni maceraların arkasındaki motivasyon ve aciliyeti açıklıyor.[6]
Elif Çelebi ve Çağrı Saray, Prevantoryum, 2018
Elif Çelebi ve Çağrı Saray’ın geçen yıl Kasa Galeri’de sergiledikleri ortak çalışmaları Prevantoryum, birinci derece doğal koruma alanı olan Validebağ Korusu üzerinden bu alanla ilgili ekolojik bir farkındalık yaratmak adına önemli bir projeydi. Validebağ Korusu’nun kentin endüstriyelleşen kimliğinin bir parçası olarak geçirdiği değişim ve dönüşüme odaklanan sergide Saray, korunun tarihindeki kamusal müdahaleler ve iktidarın bu alan üzerinden gücünü artırma hedeflerini ele alırken, Çelebi ise Koru’nun doğal süreçlerine eğilerek ekosistemine yakından bakmıştı. Bir araştırma, düşünme, paylaşım alanı şeklinde kurgulanan Prevantoryum, görsel olarak farklı biçimde ağaç temsillerine yer vermiş, fakat asla ağacı sembolik bir düzleme oturtmamıştı. Bu anlamda, insan merkezli düşünce biçiminden uzaklaşma potansiyelini ve doğa ile eşit perspektiften konuşabilme olasılıklarını araştırıyor ve gündeme getiriyorlardı.
Michael Craig, An Oak Tree, 1973
Britanyalı Genç Sanatçılar kuşağını yetiştirmiş ve kavramsal işleri ile bilinen Michael Craig-Martin, An Oak Tree [Bir Meşe Ağacı] (1973) yerleştirmesinde cam bir rafa bir bardak su yerleştirmiş ve bu yerleştirmeye eşlik eden birtakım sorular sorup cevaplamıştı. İlk olarak 1974 yılında Londra’da sergilenen bu yerleştirmede sanatçının soru-cevaplarından bazıları şöyleydi:
S: Bu bir bardak suya basitçe meşe ağacı demiyor musunuz? Bu durumda meşe ağacı yalnızca düşüncede varolabiliyor.
C: Gerçek meşe ağacı fiziksel olarak burada, ama bir bardak su formunda. Algılanamaz olduğu gibi kavranılamaz da.
Kavramsal düşünce biçiminin temelinde yatan, bir objenin fiziksel görünümünden başka bir şeyi ifade etme potansiyeli üzerine inşa edilen bu yapıt, ağacın rastladığım en kavramsal temsili. Sanat yapıtının en temel özelliği, onun sanatçının söylediği şey olduğuna dair izleyici inancı diyen Craig-Martin, bu yapıtıyla doğa temsili ve sanat ilişkisi üzerine sorular da soruyor.
Galeri veya müzelere bir yerleştirmenin parçası olarak giren ağaçlar ve farklı biçimlerde karşımıza çıkan ağaç temsillerinin ardından, ağacın doğada, olduğu yerde, bir sanat nesnesine dönüştüğü örneklerden de bahsedeceğim. Bu başlık altında Joseph Beuys, Christo ve Jean-Claude, Ana Medieta, Wolfgang Tillmans ve Marinus Boezem’in projelerinden örnekler yer alıyor.
Joseph Beuys, 7000 Oak Trees, 1982
Kassel’de gerçekleşen Documenta VII için Joseph Beuys şehre 7000 adet meşe dikmeyi projelendirdi ve her bir ağacı bir bazalt taşı ile eşleştirdi. Bu taşlar Fridericanum Müzesi’nin önüne yerleştirildi. Her bir ağaç dikildiğinde, müzenin önündeki taş yığınından bir tane eksiltiliyordu. Projenin tamamlanması beş yıl sürdü ve buradan başka şehirlere de yayıldı. 1980’lerde yeşil partiyle de çalışmalarına devam eden Beuys’a göre, bu yalnızca doğayı koruma sorunu değil, doğayı yaratmakla da ilgiliydi. “7000 Meşe, toplum nezdinde insan yaşamını yeniden şekillendirme girişimimin sembolik bir başlangıcı ve bu bağlamda pozitif bir gelecek için hazırlık.”[7] Üç milyon Alman markına mal olan projeyi desteklemek için Beuys, Rus çarının tacını altından döktürüp barışı sembolize eden bir heykele dönüştürmüş, bu projeden kazandığı para ile 7000 Oaks projesini desteklemişti. 1987 yılında bir sonraki Documenta’da projenin son ağacı, oğlu tarafından dikildi; ne yazık ki Beuys projenin tamamlandığını göremedi. Beuys’un toplumsal heykel olarak adlandırdığı projeleriyle de yakından ilişkili olan 7000 Meşe projesi, bu alanda gerçekten ses getiren ve ağaç imgesinden ziyade ekosistemine odaklanan bir girişim.
Ana Mendieta, Tree of Life, 1976
Yeryüzü-beden (earth-body) heykelleriyle bilinen, ağırlıklı olarak performans ve video alanlarında çalışan Kübalı sanatçı Ana Mendieta, 1970’lerde bedenini ateş, toprak ve su gibi elementlerle beraber kullanarak birtakım performanslar ve yeryüzü-beden heykelleriyle yaşam-ölüm döngüsü üzerine işler üretti. Tree of Life [Hayat Ağacı] (1976) serisinde sanatçı kendini çamura sıvayarak bir ağacın gövdesinin dibinde duruyor. Bedeni ağaçla bir olurken hem şiirsel bir görsellik hem de insan ve olmayan ilişkisinin çok doğal bir temsili ortaya çıkıyor.
Wolfgang Tillmans, Lutz & Alex sitting in the trees, 1992
Fotoğraf sanatçısı Wolfgang Tillmans’ın Lutz & Alex sitting in the trees [Lutz ve Alex ağaçlarda oturuyor] (1992) fotoğrafında ise iki genci bir ağacın dallarında otururken görüyoruz. İkisi de üzerlerindeki uzun ceketler dışında çıplak. Fotoğrafta tüm doğallığıyla ortada olan bedenler ve dokunulmamış bir doğa görselliğini ikilinin üzerlerindeki kumaşlar kırıyor. Çıplak bedenlerinin üzerinde tuhaf duran parlak kırmızı ve plastik hissi veren bir trençkot ve yine doğa ile tam olarak uyum sağlamayan yeşil renkli parka, endüstriyel olan ile doğal arasında sıkışmış gibi görünen iki kişiyi konu ediniyor.
Christo and Jeanne-Claude, Wrapped Trees, 1997-98 Photo: Wolfgang Volz © 1998 Christo
Arazi Sanatı (Land Art) projeleriyle bilinen sanatçılar Christo ve Jeanne-Claude, 1998’de İsviçre’de bulunan Fondation Beyeler’in önündeki parkta bulunan 178 ağacı polyester bir kumaşla kapladı. Bu kumaş Japonya’da her kış ağaçları don ve ağır kar yağışından korumak için kullanılıyordu. Ağaçların kaplanması yaklaşık 10 gün sürdü. Her zaman olduğu gibi sanatçılar projenin tüm masraflarını diğer satışları üzerinden karşıladı ve herhangi bir sponsorluk kabul etmediler. Ağaçlar yaklaşık bir ay süreyle kaplı kaldı ve ardından kumaş geri dönüştürüldü. Christo ve Jeanne-Claude 1966’dan beri çeşitli yerlerde bu projeyi gerçekleştirmek istemiş, fakat gerekli izinleri alamamışlardı. Paketlenmiş ağaçların dalları, üzerlerindeki transparan kumaşı iterek birtakım ışık ve gölge oyunlarıyla değişik formlar ve yüzeyler yaratırken, ağaçların bir ay süreyle hava şartlarından korunmaları da sağlanmış oldu.
Marinus Boezem, The Green Cathedral, 1987
Bir başka Arazi Sanatı projesi ise Marinus Boezem tarafından 1987’de Hollanda’da, Flevoland’in güneyine ekilen 178 ağaçtan oluşan The Green Cathedral [Yeşil Katedral] (1987). Notre-Dame Katedrali’nin şeklini taklit eden 150 metre uzunluğunda ve 75 metre genişliğindeki bu katedral çoğunlukla kayın ağaçlarından oluşuyor. Bugün düğün ve cenaze gibi etkinliklere de ev sahipliği yapan bu alan, Arazi Sanatı kapsamında ses getiren projelerden biri.
terra 0
Son olarak, bahsetmiş olduğum farklı temsil başlıklarının dışında kalan heyecan verici bir dijital proje ile bitireceğim: terra0. Blockchain üzerinde varolan bu kavramsal proje ile amaç artırılmış gerçeklik üzerinden, kendi kendine sahip olabilecek bir orman yaratmak. Bu orman kaynaklarını pazarlayarak ve lisans satarak büyüyüp, en sonunda kendini projenin sahiplerinden satın alacak ve hâkimiyet alanını genişletecek. Projenin yaratıcıları Paul Seidler, Paul Kolling ve Max Hampshirethe’e göre, proje insan olmayanların mülk sahibi olabilmesi adına önemli bir örnek teşkil ediyor ve insan-sonrası (post-human) geleceklere doğru bir adım anlamına da geliyor.[8]
Ağaçlar, tarih boyu uzun ömürlü olmaları ve dikey formları sebebiyle insan ömrü, güç, dayanıklılık, koruma, maneviyat, yas veya cömertlik gibi pek çok kavramı sembolize eden metaforlar hâline gelmiş.[9] Bahsettiğim örneklerde görüldüğü gibi, sanatta da bu özellikleri ve sembolik güçleri sebebiyle çok yaygın bir kullanımları var. Fakat ağaçların perspektifinden bakacak olursak, aslında onların insanları korumakla veya maneviyatla ilgilendikleri söylenemez. İnsanların ağaçlara bir şeyler kazıması, onlara sarılması, etraflarında dans etmesi, dallarına tırmanıp vakit geçirmeleri ağaçlar için bir şey ifade etmiyor. Sanatın benimsediği bu sembolizm, aslında insanı merkeze alan bir bakış açısının ürünü. Bugün Antroposen dediğimiz, insanın doğa üzerindeki tahrip edici etkisinin gücü sebebiyle kavramsallaşan ve konuşulmaya başlanan bu çağda, ağaçları birer sembol olarak kullanmaktansa bir arada nasıl var olabileceğimize ve onlarla nasıl ilişkilendiğimize odaklanan işler üretilmesi çok daha değerli.
[1] Richard Powers, The Overstory, New York: W.W. Norton & Company, 2018.
[2] Giovanni Aloi, “Trees: Upside Down, Inside-Out, and Moving,” içinde, Why Look at Plants?, Leiden: BRILL, 2018.
[3] Mark Payne, “Before the law: Imagining crimes against trees,” içinde, Fatal Fictions: Crime and Investigation in Law and Literature, ed. Richard McAdams, Alison LaCroix ve Martha Nussbaum, Oxford: Oxford University Press, 2017, s. 241-58.
[4] Philippe Descola, Doğa ve Kültürün Ötesinde, çev. İsmail Yergüz, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2013.
[5] http://www.turneryamamoto.net/hanging_garden.html
[6] Germano Celant, Giuseppe Penone, sergi kataloğu, Bristol: Arnolfini Gallery, 1989, s. 55.
[7] Allan Antliff, Josephy Beuys, Londra: Phaidon, 2014, s. 125.
[9] Giovanni Aloi, “Trees: Upside Down, Inside-Out, and Moving,” içinde, Why Look at Plants?, Leiden: BRILL, 2018.