"Osmanlı’nın pek alışık olmadığımız çevre tarihinde aktörler padişahlar, ordular veya savaşlardan ziyade köylüler, su kanalları, alüvyon, mikroplar, volkanlar ve mandalar..."
07 Nisan 2020 21:47
Erken dönem Müslüman dünya, Osmanlı İmparatorluğu ve Mısır tarihçisi ve Ortadoğu çevre tarihinin öncü araştırmacılarından Yale Üniversitesi tarih profesörü Alan Mikhail’in University of Chicago Press tarafından 2017’de yayımlanan Under Osman’s Tree: The Ottoman Empire, Egypt and Environmental History, 2019’un son aylarında Seda Özdil tarafından Türkçeye çevrildi. Osman’ın Ağacı Altında: Osmanlı İmparatorluğu, Mısır ve Çevre Tarihi başlığıyla İş Bankası Kültür yayınlarından çıkan kitabında Mikhail, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde doğa ve iktidar arasındaki bağı inceliyor ve bunun için de Ortadoğu’nun nüfusu en yoğun ve Osmanlı’ya en çok kazanç getiren bölgesi Mısır’a odaklanıyor. Akdeniz, Kızıldeniz, ve Hint Okyanusu’nda hakimiyet kurmak için hayati rolü oynayan, imparatorluğun en büyük tedarikçisi Mısır’ı 1517’de fethedilmesinden 1882’de İngiliz güçlerine kaybedilmesine kadar olan süreç içerisinde ele alıyor. Osmanlı’nın pek alışık olmadığımız çevre tarihinde aktörler padişahlar, ordular veya savaşlardan ziyade köylüler, su kanalları, alüvyon, mikroplar, volkanlar ve mandalar...
“Osmanlı İmparatorluğu bir ağacın altında başlamıştır. Geçen bin yılda, Ortadoğu’nun en uzun süreli ve en önemli ve siyasi iktidarının en çok kabul gören kuruluş mitine göre, imparatorluğun kurucusu sayılan Osman, Ay’ın göğüs kafesine girdiği, göbek deliğinden bir ağacın filizlendiği bir rüya görür. Filizlenen bu ağacın gölgesi çok geçmeden tüm dünyayı sarar. Gölgesindeki dağların eteklerinden rızık ve hayat veren dereler akar. Kimileri bu derelerden içer, kimileri bahçelerini sular, kimileri de çeşmeler yapar.” (s. XI)
Mikhail, dini ve dünyevi bir güç birliği anlatısının hanedan soyunun evlilik politikalarının ilk adımları ve bölgesel ihtirasların beyanı gibi farklı açılardan ele alındığını ama bariz bir gerçeğin atlandığını öne sürüyor: Doğal kaynakların gücü üzerinden siyasi iktidarın şekillenmesi. İmparatorluğun siyasi gücünün kaynağı doğadadır. O halde imparatorluğu bir ekosistem olarak incelemek önemlidir. Braudel’in Akdeniz’i uzun erim (longue durée) yaklaşımıyla ele alması gibi Mikhail de Ortadoğu’nun uzun vadeli çevresel eğilimlerini incelemeye girişiyor.
Mikhail’e göre Mısır siyasette ekolojinin, ekolojide siyasetin rolünü anlamada mükemmel bir vaka çalışması çünkü Nil’e bağımlılığı, zengin tarımsal geçmişi ve iki deniz ve iki kıta arasındaki coğrafi konumu nedeniyle Mısır’ı yönetmek doğal kaynakları yönetmekten geçiyor. Ortadoğu’nun çevre tarihi çalışmalarının azlığına sebep gösterilen yeterli kaynak olmaması görüşüne karşı çıkan yazar, aksine dünyanın başka bölgelerine nazaran benzersiz zenginlikte ve derinlikte kaynaklar olduğunu öne sürüyor ve Osmanlı arşivlerindeki arazi etütlerine, altyapı projeleri kayıtlarına, kırsal mülkiyete ilişkin hukuki ihtilaflara ve salgın raporlarına başvuruyor.
Suyu yöneten Mısır’ı yönetir
Kitap dört bölümden oluşuyor: Su, İşgücü, Hayvan ve Temel Öğeler. Su başlıklı birinci bölümün ana fikri Osmanlı Mısırı’nda sulamanın literatürdeki baskın eğilimin tersine Doğu despotizmine yol açmadığı, aksine yerel topluluklara bir nevi özerklik ve güç sağladığı şeklinde. Osmanlı Mısır’ında sulama politikası ve ekonomisinde en önemli aktörler köylülerdir ve imparatorluğun idari yapısınca teşvik edilirler. Mısır, binlerce yerel topluluğa yetki devreden bir yerelliğin işbirliğine dayanan düzenlemeler sayesinde sulanabilmiştir.
“Su idaresini anlamak, Mısır’ın siyasi, toplumsal ve ekonomik tarihini anlamak açısından son derece önemlidir. Mısır tarihinde tek başına en uzun süreli dönemlerinden biri olan Osmanlı hakimiyeti (1517-1882) süresince su idaresinin en belirgin özelliği kırsal toplulukların su kaynakları üzerindeki yerel denetimi olmuştur.” (s. 21)
Yazar kendi tabiriyle Osmanlı yönetimine Sultan’ın İstanbul’daki tahtından değil Mısır’daki sulama kanalının çamurundan bakıyor. Mısır’da suyun yönetimi için özel, yöreye özgü bilgi gerekliydi ve Osmanlı bu yüzden köylerdeki kanallar, set kapakları, bentler ve su idaresine dair diğer işlerle ilgili yöredekilerle görüşmeler yaparak bilgi edinmek için imparatorluk temsilcilerini taşraya gönderdi. Amaç kırsalın su haritasını çıkararak bölgenin ekim alanlarında tarımsal verimliliği ve kârlılığı en üst seviyeye taşımaktı. Osmanlı yönetimi sulama kanallarının bakım ve onarımına kaynak ayıracaktı, köylüler de istikrar ve ödeme gücüne erişecek ve verimlilik artacaktı. Osmanlı’nın Mısır kırsalındaki su işlerini yerel topluluklara devretmesi devletin bir lütfu değil, karmaşık sulama sistemini idare etmenin en makul, en verimli, en etkili yolu oluşundandı.
Mısır’ın tarihi biraz da Nil’in tarihidir. Nil’e yakınlık bir hiyerarşi oluşturuyordu:
“Bu hiyerarşinin en altında, Nil havzasının kenarlarındaki bataklıklar yer alıyordu. Bu bölgelere su ulaşıyor, ancak mahsul yetişmesi için yeterli olmuyordu. Bir üst seviyede son derece verimli tarım alanlarını sulayan bir hayli gelişmiş sulama ağlarına sahip, nehre çok yakın köyler yer alıyordu. Bu toplumsal hiyerarşinin en tepesinde ise Mısır’ın büyük kasabaları ve kentleri yer alıyordu.” (s. 42)
Nil Mısır kırsalının topoğrafyasını sürekli değiştiriyordu. Alçalıp yükseldikçe bentler çöküyor, kanallar temizleniyor, alüvyonlar birikiyor, su buharlaşıyor ve barajlar yıkılıyordu. Hukuki teamüller değişiyor, işgücü pratikleri etkileniyor, sayısız ihtilafı çözmek zorlaşıyordu.
Mısır Osmanlı’nın en büyük gıda tedarikçisiydi. Feyyum bölgesi gibi en kırsal köşelerde bile su yönetimi önemliydi çünkü bu toprakları sulayacak sular İstanbul’da, Kahire’de, Dobrovnik’te, Mekke’de ve Medine’de insanları doyuran gıdalara dönüşüyordu. Feyyum’un merkez ile ilişkisi sadece başkent İstanbul’a kaynak sağlamaya dayalı basit ve tek yönlü bir ilişki değildi. Merkez-çevre karşıtlığından çıkarak doğal kaynak yönetimine katılıp ve de çevreye dair bilgi sahibi olarak çeşitli imtiyazlar elde etmişti. Ayrıca Feyyum Hicaz ile bir tür çevre-çevre ilişkisi kurmuştu, ürettiği tahıllar Mekke ve Medine’de hac döneminin gıda ihtiyacını karşılıyordu. Feyyum’un sulama kanallarının onarımı için harcanan büyük miktardaki para ve emek, su tedarikinin imparatorluk için önemine işaret ediyordu.
Mısır kırsalını şekillendiren güçler
İşgücü başlıklı ikinci bölümde Mikhail, son beş yüzyılda işgücü ve çevre arasındaki ilişkinin değişimini açıklamaya girişiyor. 1517’den 18. yüzyıl sonuna kadar Mısır’ın kırsal çiftçileri, sulama ve doğal çevreye müdahaleye yönelik teknolojileri küçük ölçekli onarım ve altyapı projeleri aracılığıyla sürdürmeye çalıştı. İşbirliğine dayalı yerelleştirilmiş çalışma şekli 19. yüzyıl sonunda değişti çünkü büyük çaplı imar projelerinin ortaya çıkması ve ticarileşmiş tarım süreciyle birlikte yerelin ötesinde büyük bir işgücü ihtiyacı doğdu. Mısır’ın ekolojik zenginliğinde büyük öneme sahip tahıl depolarının tamiratında ve kanal yapım onarımlarında binlerce işçi çalışmaya başladı. 1810’da yapımına başlanan Mahmudiye kanalında 315 bin ila 360 bin işçinin çalıştığı, 100 bin kişinin de inşaat sırasında hayatını kaybettiği kaydedilecektir.
“Zorla çalıştırma, büyük çaplı ve çevreye zarar veren sömürü, dışlayıcı ekonomi ve nüfus hareketleri 19. ve 20 yüzyılda Mısır kırsalında işgücü ve çevre arasındaki ilişkileri şekillendirdi.” (s. 89)
Mısır’ın hem fiziki hem de siyasi çehresini değiştirecek imar ve su altyapı işleri amaçlarına bir noktaya kadar hizmet etseler de insani ekonomik ve çevresel maliyetleri hep yüksek olmuştur. 1850’lerde Süveyş Kanalı, 1890 ilk Asvan Barajı, 1960’lar büyük Asvan barajı örnekleri verilebilir. Mikhail işgücü başlığı altında 17. ve 18. yüzyıllarda Mısır kırsalında çevreye insan eliyle müdahalede kilit role sahip ve yerel topluluklarda Osmanlı idaresi arasında yapıcı ilişkiler gelişmesine yardımcı olan mühendislere de yakından bakıyor. Mühendisler kanallar, bentler, yollar, köprüler ve iskeleler gibi altyapı işlerinde bulunuyorlar.
Mısır’da başat tarımsal aktörlerden biri de hayvanlardır. Suyun kanallardan tarlalara ulaşmasında, tarlaların sürülmesinde, tahılların kentlere taşınmasında başroldeydiler. Fosil yakıt öncesi toplumda yük taşıma, enerji depolama ve uzun mesafe taşımacılığında vazgeçilmezdiler.
“Mısır’daki imparatorluk iktidarının ve tarımsal üretimi en üst seviyeye çıkarmak isteyen imparatorluğun erken modern dönemde hayvan gücü ve bu güce dayalı saban, su dolabı, koşum ve benzeri teknolojileri kullanmasının ardındaki itici güç imparatorluk genelindeki herkesin karnını doyurmaktı.” (s. 132)
Arazi sahibi olamayan köylüler için hayvanlar en büyük ve en verimli tarımsal sermaye formuydu. Sadece köylüler için değil elitler için de zenginlik kaynağıydı. En çok iş görenler evcilleştirilmiş toynaklılardı ve mülkiyet ve varlık hukuku ihtilaflarında yine ön saflardaydı. Hayvanların ekonomik hiyerarşisinin başında mandalar bulunuyordu. En pahalı, en çok kullanılan ve en değerli hayvanlardı.
İnsan-hayvan ilişkisi tarım toplumlarının ekonomilerinde ticarileşme ve modernleşmeyle birlikte 1750-1850 arası dönüşüme girdi. Mısır’da 18. yüzyıl sonunda çeşitli afetler ve kıtlıklar hayvan nüfusunun azalması ile doğan boşluğu yoğun insan gücü doldurdu. Geçimlik tarımdan pazar odaklı tarıma geçildi. Büyük toprak sahipliğine dayalı malikâneler ortaya çıktı. Bölgesel elitlerin doğmasıyla idari yapı dönüşüme uğradı. Mikhail, bu dönüşümün Mısır’ın ağırlıklı olarak Osmanlı’nın tarımsal anlamda en verimli eyaletinden, imparatorlukla bağları zayıflamış bir proto-devlete evrilmesinde kritik bir rol oynadığını ileri sürüyor.
İtalyan oryantalist ressam Hermann David Salomon Corrodi'nin (1844-1905) gözünden Nil kıyısı.
Kereste, Veba ve İklim Değişikliği
1517’de Mısır’ın Memlüklüler’den alınmasıyla imparatorluk her fetih sonrası olduğu gibi idari ve lojistik sorunlar karşı karşıya kaldı. Osmanlı’nın orman alanlarının büyük çoğunluğu miri arazi statüsündeydi ve yönetimi merkezileştirilmişti. İzin alınmadan ağaç kesilmesi veya hayvan otlatılması yasaktı. İki stratejik metanın, kereste ve tahılın dolaşımı önemliydi. Kızıldeniz’deki gemiler için kereste Anadolu’dan getirtilmek zorunda kalındı. Kerestenin zorlu yolculuğu şöyle anlatılıyor:
“Odunun, ormanlardan İstanbul’a, İstanbul’dan İskenderiye’ye, İskenderiye’den Bulak’a olmak üzere Kahire’ye kadarki tüm yolculuğu su üzerinde geçmiştir. Bu denli ağır taşınması zor ve büyük miktardaki odunun nakliyesinin en ucuz en etkili şekilde su yoluyla yapılabileceği için suda kat edilen coğrafi mesafenin uzaması son derece önemliydi. Fakat Bulak ve Süveyş arasında herhangi bir su yolu yoktu, aksine 80 mil uzunluğunda bir çöl vardı. Süveyş’e odun ulaştırmanın başka yolu olmadığını gören Osmanlı yetkilileri ve onlara yardım eden Mısırlılar, odun yolculuğunun en zorlu, en pahalı, en karmaşık ve en zahmetli kısmını yürüttüler. Bulak’ta odunu çölden geçirmek için bir deve katarı kiralandı.” (s. 189)
Veba ekolojisi başlıklı bölümde Mikhail, 1791’de Mısır’da yaşanan veba salgınını incelerken vebanın Mısır’da çevre patolojisinin nasıl ayrılmaz bir parçası haline geldiğini gösteriyor. Mısır, hem imparatorluk içinde hem de başka bölgelerle olan ticaret akışında o kadar merkezi bir konumdaydı ki veba Mısır için sürekli ve olağan bir durum haline gelmişti. Orta Asya, Kürdistan, Orta Afrika ve Kuzeybatı Hindistan’daki kemirgen popülasyonları arasında geçişlilik daima yaygındı ve Mısır’a tüccarların getirdiği ürünler, sıçanlar, fareler ve insanlarla birlikte gelmişti. Veba bir ara o kadar yaygın hale gelir ki 1347-1884 arası her 9 yılda bir gözlemlenir. 1791 salgınında biraz mübalağalı olmakla birlikte günde 1000 ile 2000 kişinin hayatını kaybettiği, yöneticiler öldüğü için liderlik krizinin çıktığı anlatılır, takip eden yıllar ekonomik ve toplumsal işbirliğinin durduğu bir dönem olarak anılır.
Osmanlı’nın siyasi, ekonomik ve toplumsal süreçlerine iklim değişikliği perspektifinden bakan az sayıda çalışma mevcut. Bu konunun öncülerinden Sam White, “Osmanlı’da İsyan İklimi, Erken Dönemde Celali İsyanları” başlıklı eserinde “Küçük Buzul Çağı” olarak adlandırılan iklim olaylarının 1600 dolaylarında köylülerin geçim kaynakları ve imparatorluğun iaşesini nasıl baskıladığını ve bunun ne tür isyanlara neden olduğunu incelemişti. Mikhail’in katkısı da, İzlanda’daki bir volkanın Mısır’da ne tür bir dönüşüme yola açabileceğini anlamak üzerine.
1783 ve 1784’te Laki volkanik çatlağında meydana gelen patlama Avrupa, Kuzey Amerika, Akdeniz ve Orta Asya’da iki yıl boyunca soğuk yaz mevsimi ve aşırı sert kış mevsiminin yaşanmasına neden olur. Nil’in su seviyesinin yaklaşık beşte bir azalması, nehrin oluşturduğu refahla inşa edilen toplumsal, ekonomik ve siyasi yapılar için yıkıcı oldu; yerel elitlerin merkezileşen askeri gücü ve ticari çıkarlarının teşvik ettiği Mısır’ın bağımsızlığında önemli bir rol oynadı. Elitler kıtlığı ve kuraklığı otoritelerini artırmak için fırsat bildi ve Mısır’ın kontrolü için birbirleriyle savaşa giriştiler. Osmanlı sarayı isyancıları bastırmak üzere bir kuvvet gönderdi ve isyancılar geri çekildi. 1787’de kuvvetler Rusya’ya yönelince taşradaki muhalif liderler geri dönüp siyasi kontrolü ele almak için mücadelelerine devam ettiler.
Ortadoğu’da çevre tarihinin geleceği
Mikhail, Osmanlı İmparatorluğu’nu bir ekosistem olarak ele alarak sistemin tüm bileşenlerinin birbirine bağlı ve tabi olduğu kaynaklar, halklar ve fikirler, hayvanlar ve mekânları arasındaki bir dizi ilişkiyi başarıyla açıklıyor. Antik çağdan itibaren ticaretin, fikirlerin, göçebelerin, mikropların, hacıların yoğun dolaşımda olduğu Mısır’ı, son beş yüzyılında doğal kaynakların yönetim, iklim, insan ve hayvan gücü, su idaresi, hastalıklar ve doğa siyaseti üzerinden anlatıyor. Gelecekte de Ortadoğu’da savaşın çevre üzerindeki etkileri, toplumsal cinsiyet ve çevre ilişkisi, kirlilik, doğa-bilim ilişkisi, kolonyalizm ve çevre ilişkisi gibi alanlar üzerinde daha yoğun çalışılacağını öngörüyor. Son olarak şunu belirtelim: Mikhail’in Mısır kırsalındaki sulama politikalarını ve Nil’in etrafına inşa edilen kanalların Osmanlı İmparatorluk yönetimine etkilerini anlattığı 2011 tarihli Nature and Empire in Ottoman Egypt (Osmanlı Mısırı’nda Doğa ve İmparatorluk) başlıklı kitabı yine İş Bankası Kültür Yayınları’nın çeviri programında.
•
GİRİŞ RESMİ:
Piri Reis haritasından bir ayrıntı: İskenderiye