İlhami Algör: Ben 80 Darbesi'nin devam ettiğini düşünüyorum. Her şey duruyor. Yokmuş, gitmiş, ölmüşler; ulan her şey duruyor. Meşhur barajın da duruyor, devlet mekanizman, anayasan... Hesaplaşmadı kimse seninle.
27 Ağustos 2015 15:00
Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku isimli ilk romanıyla edebiyat dünyasını selamladığında, yıl 1995'ti, o 40 yaşındaydı. Bugüne gelene kadar romanlarıyla, araştırma kitaplarıyla okurları için daima "derin bir tutku" oldu. Ustalık müessesesine mesafesi net, yazdıklarıyla oldukça özgün bir ağırlığı olan, dolambaçsız cümleleri yanında enerjisi de kendine özgü bir yazar İlhami Algör. Son romanı İkircikli Biricik'i okurlarla buluşturunca, İlhami Abi'yle buluştuk; edebiyat, siyaset, müzik ve daha birçok şeyi konuştuk.
Bir kitaba dönüşecek metinleri oluşturmaya nasıl başladın?
Birinci kitap Fakat Müzeyen Bu Derin Bir Tutku, sahici bir şey, bir çarpılmaydı. Hayat bana bir çaktı, ben bir döndüm, 4 buçuk ay sonra durduğumda bir kitap çıktı. Askerden dönmüştüm. Hakikaten kalemi koydum, hiç kaldırmadan yazdım ben onu.
Ondan sonra Albayım Beni Nezahat ile Evlendir geldi. Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku vecd ile yapılmıştı; Albayım Beni Nezahat ile Evlendir "Ben bunu nasıl yaptım?" şaşkınlığıyla... İkincisinin yazımı çok uzun sürdü, kevgir gibi bir ruhla sürdü. Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku'nun ivmesi vardı. Albayım Beni Nezahat ile Evlendir'de bir şeyin öyle olmayabileceğini de söyleme arzusu vardı. "Abi, öyle yazdım; ama öyle olmayabilirdi. Her şey farklı olabilirdi" ihtimali vardı. Albayım Beni Nezahat ile Evlendir ilk romandakilerin reddi arzusu, eleştirisi arzusu, olanların öyle olmayabileceği arzusuyla doğdu.
Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku'nun dil enerjisi çok yüksekti. İkircikli Biricik'e gelene kadar belli değişimler oldu, son kitapta o enerji başka bir şeye dönüştü sanki. Ne dersin?
Evet, Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku'nun dil enerjisi çok yüksektir. Albayım Beni Nezahat ile Evlendir'de de dil enerjisi vardır. İkircikli Biricik'te dil enerjisi farklı, doğru. Çünkü Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku'yu yazdığımda 40 yaşındaydım, şimdi 60 yaşındayım. 20 senede değişti bir şeyler. Sadece insanın mesleki olgunlaşması, kendi sürecinin evirilmesi bir yana, fiziksel olarak da değişiyorsun. İki şey değişiyor zaten en azından: Bir; sen denen o mahluk zaman içinde bir yere evriliyorsun. İki; yaptığın iş eşek değilsen değişiyor.
Bak, bir de şu önemli: İnsan kendinden çıkıp başka insanların hayatına daha açık hale geldiği zaman dili de, bakışı da, hissiyatı da, fikri de değişir. Kendinden çıkabildiğin ölçüde, başkalarına daha açık olursun. Etrafında olup bitenleri daha kendine doğru alabilme sadeliğine kavuştuğun zaman, sana başka tür bir sakinlik geliyor. O zaman o köşeyi dönüp giden herhangi birinin köşeyi dönüp gidişi sadece basit bir insan hareketi olmuyor. Daha açık oluyor zihnin etrafında olan bitene karşı. Yani o havayı artık öyle çalmıyorsun. Seslerin artık eskisi gibi tiz çıkmıyor. Biraz daha pes çalıyorsun, biraz daha eslerle, biraz daha sessizlikle çalıyorsun.
Peki İkircikli Biricik'teki üslup nasıl oluştu?
İkircikli Biricik'i yazmadan evvel bir seneye yakın bir süre, zihnimde bir göl resmi gördüm. Bu neyin nesi, bilmiyorum. Sonra o gölün kıyısında oturan, karısıyla ve çocuğuyla yaşayan, başkasına ait bir arazinin bakımından sorumlu biri, orada bir hayat oluşturdu. Fakat ben göle taktım. Sonra ben bir gün o gölün gerçek bir göl olmadığını, bir takvim görüntüsü gibi durağan bir görüntü olduğunu hissettim. Çok uzun zaman o gölü taşıdım içimde. Ardından fark ettim ki, benim içimde bir şey değişmiş. Bunu izah edemem. Ama dilin enerjisini azaltmam veya buradaki dile doğru evrilmemin bence bu görüntüyle, bu durağanlığın içimdeki güçlü etkisiyle ilgisi var. Dildeki enerjiyi alıp, anlattığım şeye aklımca yılankavi bir şekil vermeye çalışmam, bununla alakalı.
"Hakikatleri" anlatırken bu sessizlik, bu sakinlik yazarda da anlatımda da başka türlü bir yoğunluk oluşturuyor...
Kimseyi yargılamam, kimseye etiket biçmem; böyle büyük laflardan korkarım aslında; ama hakikat doğduğun andan itibaren ölmekte oluşun. Yani ölüm tek hakikat. Bunu bir varsayım olarak kabul et, büyük bir cümle olarak kabul etme. Şimdi tek hakikat senin doğduğun andan itibaren ölmekte olduğun ve ölümlü olduğunsa, aradaki "Hayat" dediğin o çizgiye ben "Esna" diyorum. O esnada olanlara bakıyorum. Bu bakışla, ben senin yeryüzünde neyi nasıl yaptığını görürüm. Şimdi bu bana soğukkanlı bir bakış verir. Soğukkanlı bakış derken, yani ben durup bakıyorum ya, eşek değilim, hissedebildiğim kadar hissediyorum yani bir şeyleri tabii. Senin davranışlarını, kaçışlarını görebilirim. Mutluluğunu da görebilirim, mutsuzluğunu da, kendini ya da başkalarını kandırışını da görebilirim. Bu, beni dev bir optik göze dönüştürür. Ama bunun hegemonik olmamasına çalışırım; çünkü bu terbiyesizliktir. "Ben hepinizin hakikatini yakaladım, hepiniz benim elimdesiniz" bakışından Allah, Hızır ve Odin bizi korusun. Bu bahsettiğim bakış, yazmayla alakalı kişiyi çok özgürleştirir. Ama özgürleştiğin anda da yükün artar. Çünkü o zaman doğallığını kaybedersin. Günlük hayatta yaşayan normal bir organizma olmaktan çıkar, böyle lanet bir şeye dönüşürsün. Ve o zaman olmakta olan her şey senin gözünün önünde olurken, sen gerçek hayatı ıskalamaya başlarsın. Orası tehlikelidir. Oraya düşmemek lazım.
Her birimizin hayatları o kadar kalabalık ki, koşturma içindeyiz; ama aslında çok da yalnızız. Bu bir kentli derdi değil bence. Ve bu koyulaşmış yalnızlık, daha öncekilerde olduğu gibi İkircikli Biricik'te de var. Sanki dilin değişmesiyle de bağlantılı olarak daha derin, yoğun hem de. Ne dersin?
Şimdi bak, buradaki yalnızlık, dediğin gibi aslında koyulaşmış bir yalnızlık. O aslında kahramanın sevgilisiyle arasındaki muhabbetin sürmesine de imkan vermeyen derin bir yalnızlık. Hakikaten derinlerimizde bir yerde koyu bir yalnızlık hissi var. Şahsen sadece bende olduğunu sanmıyorum. Özellikle ceberut devlet zihniyetinin sindirdiği ülkelerde, insanın meseleler ile yüzleşme inisiyatifinin baskı ile sindirildiği toplumlarda... Yalnızlığı sana tarif etmekte zorlanıyorum. Sen benden daha güzel tarif ettin aslında sorunu sorarken. Bir de yalnızlığı dert olarak algılama yanlısı değilim. Yalnızlık zaten bir veri. İkiz bile olsan, o da yalnız, sen de yalnızsın. Bu konunun farklı bir ifadesi, Nilüfer Kuyaş ile röportajında da geçiyor: “Kolektif Melankoli” olarak.
Bir yandan, biçim itibariyle adaletsiz yalnızlıklar var, belki bunlar "Eyvah!"lıktır? Ki İkircikli Biricik'te yerlerini de alıyorlar...
Anneannem derdi ki; "Oğlum, bu dünya atın önüne et, itin önüne ot dünyası". Hakikaten öyle. Bu dünya bütün kabloları ters bağlıyor. Bize de bu lanet olası hissiyat kalıyor. Bu hissiyattan kıçımızı kurtarmak için 50 bin numara çevirebiliriz; ama o numaraları birileri görür.
Yazdıklarımdan devam edecek olursam... Bir kitap yazılana kadar, yani ben o işi yapana kadar affedersin, kendimi sağıyorum. Gidiyorum otluyorum bu dünyada, kendimi sağıyorum, bu çıkıyor. Bu iyi bir örnek, pek şık bir örnek olmadı belki. Neyse; o yüzden Cumartesi Anneleri, Ermeni terzi, tersane işçileri benim yazdıklarımda var. "Eyvah!"lık yalnızlıkların kahramanları yani. Ömrümüz onlarla geçti. Benim evim yakındı Galatasaray Lisesi'ne, bazı cumartesiler ben de gidiyordum oraya. Yani şimdi bu kadar görünür bir şeyin, hayattan beslenen yazılarda olması gayet olağan.
Beslendiğin gerçeklikler arasında sadece "ezilenler" olmuyor tabii, değil mi?
Şimdi memleket gündemi sızdığı için, Kenan Evren'in hayatı bile geliyor aklıma. Bu adam nereden geldi, nasıl büyüdü, bir memleket böyle bir adamı nasıl baş tacı etti? Tabii tekilleştirmemek önemli. Bu adamın arkasındaki diğerleri nerede? Bunlar nasıl kabul gördüler? Bir memleket böyle bir felaketi nasıl kabul etti? Şaşırarak söylemiyorum, mekanizmasını anlamaya çalışıyorum. Çünkü bu felaketi kabul eden memlekette bu düzen şu anda da devam ediyor. Bu memleket şu ya da bu oranla, (benim de aklımın durduğu yer orası) bu faşistliği nasıl kabul ediyor? Bu bizim hayatımızda, vücutta dolaşan egzama gibi sürekli dolaşıyor. Bir gün sırtımızda çıkıyor, bir gün göğsümüzde... Böyle giderse de sürekli çıkacak. Bu memleket iyi bir şey beklemesin. Bak, buradan arkadaşları uyarıyorum, hiçbir şey beklemeyin. Ama tabii o güzel laf da var; ensenizi, kalbinizi karartmayın.
"İyi bir şey beklemeyin; ama umudu da elden bırakmayın" demiş oldun...
Yani bunlar oluyor Türkiye'de; ama Türkiye bunu bence bunu kabul etmiyor. İnsanlara zorla kabul ettiriliyormuş gibi bir izlenim yaratılıyor; ama Türkiye'nin en azından bir kesim insanı bunu kabul etmiyor. Türkiye'nin mevcut yeni Kenan Evrenvari konjonktüründe, o uzun boylu beyefendinin tek adam olmadığını düşünebilirim diye konuyu kıvrak ve biraz da sahtekar bir şekilde buraya bağladım.
Bağladığın yeri biraz açar mısın, diyerek, konuya nokta koymanın önüne geçiyorum izninle.
Kenan Evren'den buraya geldik. Ben açıkçası 80 Darbesi'nin devam ettiğini düşünüyorum. Her şey duruyor. Yokmuş, gitmiş, ölmüşler; ulan her şey duruyor. Meşhur barajın da duruyor, devlet mekanizman, anayasan, örgütlenme biçimin duruyor ve hâlâ vicdanlarda duruyorsun. Hesaplaşmadı kimse seninle. Kimse "Bir dakika ya, biz bu haltı neden yedik, bu bize ne sağladı kardeşim, bunu yaptık da neyi çözdük?" demedi. Şimdi onun yeni versiyonu geldi başımıza. Bu yeni versiyon yine tek adam gibi sunuluyor bize. Sanıyorum mesele bu. Affedersin; ama hakikaten bir tek adamın bu kadar iktidarı ele geçirmesi mümkün mü? 80 küsur milyonluk memleket, 1 milyona yakın memuru, 800 bine yakın askeri, o kadar kurumsal binası, bu kadar örtülü ödeneği, bu kadar örtüsüz ödeneği vs var. Koskoca bir mekanizma bu, boru değil! Esasen kamunun olan, yani esasen bize ait olan; ama bir devlet bulunduğu için bize ait değilmiş gibi duran... Bizim yahu bu! Fazla heyecanlandım, sakinleşeyim.
"Bizim olan" üzerinde tek adam sahipliğinden fazlası var, derken, mevcut yapılanmanın tamamından bahsediyorsun, değil mi? Sükunet dolu bir yanıt bekliyorum...
Sana ait olan, sana rağmen senin üstüne gelerek örgütleniyor. Sen hep maruz kalıyorsun. Örneğin "Affedersin; ama neden dünya bu nesneyi bizim yarı fiyatımıza tüketiyor?" gibi basit bir soruyu soramıyorsun. "Hayatımızın maliyetini bir gözden geçirsek, acaba başka bir yaşam biçimi var mıdır çocuklarımız için, geleceğimiz için?" diyemiyorsun. "Nedir, mesele nedir?" sorusu burada da çıkıyor karşıma. İkircikli Biricik'teki memur maaşları, nizamnameleri, örgütlenme biçimleri, kıdem tazminatı, eş durumundan tayini, bütün bu mevcut sosyal örgütlenme biçimleri, hiç sorgulanamazmış gibi, öyle oralara yazılmış. Bu devlet memurluğu denen hadise var ya, dünyanın en gizli ve en tehlikeli teşkilatı.
Tek adamlık fikrine karşı çıkmanın bunla ilgisine gelebiliriz o halde şimdi...
Devlet memurları için "zavallı memur" denir ya, hiç zavallı değiller. Devlet memurluğu, çok tehlikeli bir kurum. Bir kere denetlenmesi zor ve denetleyememek büyük tehlike. Onlarla yürüyor bu gemi. O nedenle tek adam asla tek değil. Hangi politikalar hangi gerekçelerle üretiliyor, sürdürülüyorsa, o zeminin üzerinde bize verilmiş bir figür tek adam figürü. Hitler tek miydi? Asla tek değildi. O zaman biz bütün dikkatimizi ve enerjimizi bir tek adama yönelttiğimiz, o adamı oradan alırsak işler düzelecek sandığımız sürece işler hiçbir zaman düzelmeyecek. O mekanizma yaşayacak, düzen böyle sürecek. Burada bırakalım bu mevzuyu, lafın tamamı aptala söylenir.
Eh, peki. Lafın tamamı aptala söylenir demişken sen, üzerine şuraya geleyim: Yazılarında net finallerden kaçınman da bu anlayışınla ilgili, değil mi?
Ara Güler'in bir lafı var: "Usta yoktur, ustalıktan anlayan birileri vardır". Eğer ustalıktan anlayan birileri varsa, bir işin yapılışını takip edebilen, bundan keyif alabilen birileri varsa ben bunu böyle çalarım. O zaman keyif alıyorum. O yüzden okuyucu oyuna dahildir. Yani şimdi ben yazarken aslında belirgin bir insanı, okuyucu hayal ederek yazmam; ama bilirim ki etrafta yazdıklarımı gören birileri vardır. Onların kim olduklarını bilmem; onların hissetmesi isteğiyle yazarım ve benim çaldığım tonu anlayabilen adam dinleyicim olur. Ben böylece çaldığımdan keyif alır ve çalmaya devam edebilirim. Ha, sadece ben çalayım, siz dinleyin özneliği de yapmıyorum. Yeri gelir onlar çalar, ben dinlerim. Yarımlarımı onlar tamamlar zaten zihinlerinde.
Gelelim müziğe... Romanlarının ortak noktalarından biri, müzik...
Çünkü müzikle dil arasında bir ilinti var.
Ve elbette seninle müzik konuşuyorsak, asıl mevzu makam müziğidir, değil mi?
Makam müziği deyince, dur. Makam musikisi biliyorsun sadece Türkiye'nin müziği değil. Çok bilmediğim; ama sevdiğim bir konuda konuşacağım şimdi, hata edersem peşinen özür diliyorum. Kimden özür diliyorum bilmiyorum; ama bulunsun, zengin gösterir. Makam musikisi, Akdeniz çanağının müziğidir. Akdeniz'i merkez olarak kabul et, bu coğrafyanın çeperlerine makam musikisi diye bir hadiseyi yay.
Bunun adı Türk musikisi değil, Osmanlı şehir musikisidir. Ha, istiyorsan Osmanlı Türk şehir musikisi diyebilirsin. Osmanlı dediğin müddetçe; Ermeni, Türk, Yahudi; herkesi kabul etmek zorundasın. Bunu reddediyorsan Allah, Hızır ve Odin sana kolaylık versin.
Mevzuya döneyim. Bende çocukluktan beri biraz kulak hastalığı var. Sesleri duyarım, seslerin tonlarını duyarım; merak işte, oluşmuş. Kulak sese gidiyor. Dili de besleyen o aslında. Ezanların saatlerine göre makamları hep farklıdır misal. Küfretmenin bile tonları var. Özetle sesle bir alakamız var. Sözlü kültür diyorlar galiba buna okumuş ağabeyler, ablalar.
Ve sen bu tonları yazılı anlatımda da yanından eksik etmiyorsun.
Bir noktada müziğin ritmiyle, salınımıyla senin zihnindeki ses grafikleri arasında, aynı zamanda da Türkçede hangi duyguyu nasıl bir ses grafiği ile söylersen, ilişki var. Küfrederken nasıl küfredersin veya ağlarken nasıl ağlarsın, eğer bir ses karşılığı varsa; entelektüelize ediyorsam özür dilerim; ama bence ilişki var. Misal, enstrümantal parçaları dinle, fark ediyorsun ki enstrüman konuşuyor. Tamburi Cemil Efendi veya Enver İbrahim dinle mesela.... Bunu çok rahatlıkla, sadece makam musikisinde değil, işini temiz yapanların farklı müzik türlerinde de duyarsın. Demek istediğim, enstrümanların da dili olduğunu duyarsın... Hüznü, mutluluğu hissedersin söze gerek kalmadan. Dolayısıyla, seslerin kendi dilleri var diyorum. Tamam, yeter, yoruldum.
Dur, bitmedi daha müzik konusu... Senin ilk romanın Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku'nun sinema uyarlamasında bahsettiğin "musiki" yoktu ama?
Şimdi bu lafın ucunun filmin yönetmeni Çiğdem Vitrinel ve yapımcısı Marsel Kalvo'ya gitmesini asla istemiyorum, maksadımın bu olmadığını peşinen söyleyeyim. Sadece senin müzikle alakalı sorunu yanıtlamaya çalışacağım... Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku'daki karakterin müzikle alakalı olarak benim açımdan izahı şudur: Buralı bir adam, bu memlekette, İstanbul şehrinde doğup büyümüş. Şehir çocuğu bir adam. Ve sevgilisi terk etmiş, canı yanmış, yanmakta, ve o da yangınından söz ediyor ki yangınını söndürsün. Şimdi sevme veya terk edilme veya böyle bir; adına yanma mı dersin, travma mı dersin; böyle bir hadiseyi yaşayan bir adam kendi ruhunu nasıl sarar, kendi yarasını nasıl yalar? Sözlü kültürel kodların içinden bir adam olarak böyle bir adam yarasını nasıl sarar? Aslında bu bizim bir manada kendi kültürel kodlarımızın içinde de bir yolculuktur. Yani bizim kendimize içeriden bakma biçimimizdir. Burada önemli olan, buralılığın içinden geçince bu duygunun nasıl yaşandığı. O zaman tabii Orhan Gencebay da girer, Müslüm Gürses de girer, "Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime" de girer. Hikayenin aşk hikayesi olması bir yana, asıl mesele, bu adamın derdini yaşarken veya anlatırken nasıl kültürel kodlardan beslendiği... Filmse, başka bir şeydi, böyle değildi. Filmden bahsetmemin nedeni kritik yapmak değil. Ben bunu musiki için anlattım.
Son romanın İkircikli Biricik'le ilgili bir şeye daha değinmeden edemeyeceğim. Romanda isimlerden kurtarmışsın kahramanları.
Aziz insanlık, sevgili Özlem Karahan, ve kıymetli K24 okuyucuları! Sıkıldım isimlerden. "Ahmet" desen ne olacak, "Mehmet" desen ne olacak. Bunu kullanan arkadaşları eleştirdiğimi düşünmesinler; ama isim verdiğinde, aynı zamanda bir adres, eşkal vermiş oluyorsun. Ben Ahmet dediğim zaman sen kendi Ahmet'ini düşüneceksin, o kendi Ahmet'ini düşünecek. Ben "Hadi, bakın bu isimsiz, buraya odaklanın, burada kalın. Zihin her yere gider, gitmesin" dedim.
Ve son olarak, genel bir merakı gidereyim: Ne yazacağını bilerek mi başlıyorsun, yoksa gizem okurdan önce yazarı mı peşine takıyor da yazar kişi, yazmaya başlıyor?
Benim karakterlerim şöyle olsun, biri oradan girsin, şuradan çıksın; oğlan böyle yapsın, kız şöyle yapsın; hayat böyle olsun falan demeden yazıyorum. Tamamen belirsizlikle oturuyorum masaya. Ne yapacağımı bilirsem isteğim olmuyor ki... Kafamda bitmişse neden yazayım? Onu arkadaşıma anlatırım, kendime anlatırım, geçer giderim...