"Bu kısa ve yoğun roman aslında fildişi kulesindeki yalnız sanatçının durumunu anlatmaktadır. Mann’ın iddiası kimsenin o kuleye isteyerek kendini kapatmadığıdır."
26 Mart 2020 09:42
Murakami, Mesleğim Yazarlık adlı kitabında Ernest Hemingway’in yirminci yüzyılın en önemli yazarlarından biri olduğunu söyler. Ancak hemen ardından özellikle ilk dönem yapıtlarının ekseriyetle daha çok sevildiğini de ekler. Bunun nedeni ona göre Hemingway’in yaşadığını yazan bir yazar olmasıdır. Metnini kendi deneyimlerinden kurmuştur ve bunun sonucu olarak da son dönem yapıtlarında ilk dönemkilerin dinamizmi ve enerjisi yoktur. Basitçe söylersek, pili gücünü yavaş yavaş yitirmiştir. Hemingway’in kendisinin de son dönem eserlerinden mutlu olmadığı sır değildir. Bazı eleştirmenler, hayatının son dönemlerinde onu intihara sürükleyen buhranın, edebi anlamdaki tatminsizliğinden kaynaklandığını iddia etmiştir. Peki haklı olabilirler mi? Hemingway aynı kitapları ya da hep kendisini yazdığı için mi ağır bir buhrana sürüklenmiştir? Sanırım soruyu şöyle detaylandırabiliriz; statik bir “benlik”ten bahsedilebilir mi?
Murakami, Hemingway örneğini kendi yazı temposunu ve konu çeşitliliğini anlatmak için bir karşıtlık oluşturmak adına vermiştir. Kendisi farklı konular hakkında, farklı biçimlerde yazabilmekte, bu durum sayesinde de yazma konusunda hiç sıkıntı yaşamamaktadır. Çünkü hayatına değil, hayal gücüne odaklanmıştır. Murakami’nin her romanının farklı olduğu görüşü su götürür olsa da, bir yazarın sadece yaşadığını yazması Murakami’ye göre onu çıkmaza sürükleyecektir. En azından farklı bir yapıt ortaya koymasını engelleyecektir. Tabii bu yaklaşım, yaşadığını yazma iddiasından ne anladığımızla ilintilidir. Zira Virginia Woolf, sanat tümüyle otobiyografidir, dediğinde sanırım Murakami’den farklı bir yerde duruyordu.
Modern alamda otobiyografinin Rousseau’nun İtiraflar’ıyla başladığı söylenebilir. Rousseau yapıtına son derece iddialı bir girişle başlar. Ona göre, geçmişte ve gelecekte kimse onun kadar dürüst olmamış ve olmayacaktır. Rousseau’nun iddiasını destekleyen oldukça cesur sayfaları olsa da, 19. yüzyılın ünlü Alman şairi Heinrich Heine şu soruyu sorar: İnsan kendine karşı dürüst değilken kamuya itiraflarında nasıl dürüst olacaktır? Bu değerlendirme bir yönüyle otobiyografinin ahlâki sorununu ortaya koymaktadır.
Yaşadığını yazmak olgusu edebiyat tarihi boyunca tartışılmıştır. Yazılanların ne kadarının kurgu ne kadarın gerçek olduğu konusu okuyucunun merakını cezbetmiştir hep. Umberto Eco, bu gerçeklik ve kurgu ilişkisinde romana özel bir paye verir. Ona göre burada bir yanılsama, gönüllü bir aldanış vardır. Eco, okuyucunun elinde tuttuğu kitabın kurmaca olduğunu kabul ettiğini, ama yine de yazarla arasında yaptığı bir tür gizli sözleşmeyle, bu kabulü bozan bir antlaşmayla kitabı eline aldığını iddia eder. Okuyucu belki de daha ilk cümleyle bir çeşit yanılsamanın içine girmektedir. Kolektif bilinçaltından gelen mitlere inanma isteğinin bir sonucudur belki de bu durum. Okuyucu elindeki kitabın bir tür gerçek olduğuna inanır. Onun gerçek hayattan bir kesiti temsil ettiğini düşünür. Bu yanılsama olmadan baştaki sözleşmeye sadık kalması zordur. Elindeki hikâye hem bir kurmacadır hem de insanlık hakkında bir şeyler söyleyen gerçeğin sadık bir temsilidir. Bu sadece okuyucu açısından değil, yazar açısından da böyledir. Yazar hem bir kurgu yazdığının farkındadır hem de onun gerçek gibi okunmasını ister ve bunun için hikâyeyi belirli bir yöntemle kurar. Orhan Pamuk’un, Masumiyet Müzesi romanının kahramanı Kemal için söyledikleri buna iyi bir örnektir:
“Bu hikâye gerçek mi, gerçekten bir Kemal var mıydı, yok muydu? Roman sanatı zaten bu belirsizlik üzerine kurulmuştur. Bir şey okuruz, 'Yazar bunları yaşadı mı, uyduruyor mu?' diye sorarız. Aslında kitabı cazip kılan da budur.” [1]
Otobiyografik kurmaca tartışmalarını en radikal şekilde başlatan romancı kuşkusuz Marcel Proust’tur. Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı yapıtı sadece 1.2 milyonu aşkın kelimeyle bilinen en uzun roman değil, aynı zamanda geçtiğimiz yüzyılın en önemli romanlarından biri kabul edilmektedir. Fransa’da yedi kitap olarak 14 yılda yayımlanmıştır. Romanın anlatıcısı Proust dönemin sosyal hayatını, tanınmış kişilerini yazmış ve roman boyunca anlamlı bir hayatın nasıl yaşanacağının izini sürmüştür. Romanın yazıldığı dönemde kimin kim olduğu tatlı bir merak konusu olmuş, kendisini yazdığını düşünenler yazara hayli kızmıştır. Zira Proust dönemin yüksek sosyetesini, onların sahte dertlerini, tuhaf huylarını, çocukça davranışlarını tüm çıplaklığıyla yazmıştır.
Kurgu ve gerçeklik, genellikle birbirine zıt kavramlar olarak görülür. Kurgunun gerçekliğe alternatif bir gerçeklik yarattığı ama dayanak noktası olarak mevcut gerçekliği baz aldığı kabul edilir. Kübalı ünlü romancı İnfante, Şehirler Kitabı’nın Londra’yı anlatan bölümünde Noel’in bir Charles Dickens buluşu olduğunu iddia eder. Noel’deki birçok ritüel Dickens’ın hikâyelerinden doğmuştur. Gerçek kurguya göre dönüşmüş, ya da Oscar Wilde’ın dediği gibi, hayat sanatı taklit etmiştir. Buna bir diğer örnek olarak, dünyanın en ünlü adresi verilebilir, Baker Caddesi 221 B. Bu adres dünyanın en ünlü kurgu kahramanlarından birinin adresidir. Conan Doyle’a göre Sherlock Holmes burada oturmaktadır. Müze olan bu evi, birçok ziyaretçi sahibinin bir kurgu kahramanı olduğunu unutarak, sanki Holmes gerçekten yaşamış gibi gezer.
Sanatın gerçeklikle kurduğu ilişkiye indirgemeci olmakla birlikte iki temel yaklaşım vardır. İlk yaklaşım, bir sanat yapıtını sadece sanatçının hayal gücüne hitap eden, kendi varlığı dışında hiçbir amaca hizmet etmeyen, kendi kendine yeterli ve tutarlı, bilimsel bir bileşik olarak kabul eder. İkinci yaklaşım ise sanatı hayatın eleştirisi olarak görür ve sanatın, insan tecrübesini yansıtmak gibi bir sorumluluğu olduğu ve kendi amacını kendi içinde taşımak şöyle dursun, aksine kültür içinde etkin bir güç olduğunu iddia eder.
Edebiyat özelinde kalırsak, 19. yüzyılın yapıtla hayat arasında kurduğu ilişkiyle 20. yüzyılınkinin farklı olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. 20. yüzyılda edebiyat yapıtının kendi kendine yeterli ve biricik olduğu, hiçbir şeye benzemek ya da hiçbir şeyi temsil etmek zorunda olmadığı görüşü hâkim olmuştur. Bu yaklaşım yazarın eseriyle kurduğu ilişkiyi de dönüştürmüştür.
Tam burada sanatçı-yapıt-yaşam üçgeni arasındaki ilişkiyi benzersiz bir şekilde sunan Thomas Mann’ın Tonio Kröger adlı kısa romanına bakmak aydınlatıcı olabilir. Thomas Mann gençliğinde bir arkadaşına yazdığı mektupta, “kendimden söz etmeden kendimi yazmanın bir yolunu buldum,” demiştir. Tonio Kröger romanı Mann’ın sanat yaşamını özetlemesi bakımından da kayda değerdir. Roman otobiyografik kurguya farklı bir yaklaşım getirmiştir. Mann buna, ruhun yapıta üflenmesi, demiştir.
Hikâye ıslak ve esintili bir kış günü, bulutların ardına saklanmış kış güneşi eşliğinde başlar. Kahramanımız Tonio 14 yaşındadır ve o gün çok sevdiği arkadaşı Hans’la okul çıkışı kısa bir yürüyüş yapar. İkisi de hali vakti yerinde burjuva ailelerin çocuğudur. Yürüyüş boyunca Tonio’nin, Hans’a duyduğu hayranlığı, ona benzeme çabasını ama bunun imkânsızlığını okuruz. Hans yüksek bir özgüvene sahip, sosyal ve etrafı tarafından sevilen bir çocuktur. Partilerde insanları güldürür, kızlarla doğallıkla konuşur. Tonio Kröger’in ona ve hayata karşı hissettiği yetersizlik duygusunu biraz abartılı bulsak da, kahramanımızın samimi acısından bir an bile kuşku duymayız.
Tonio, benzemek istediği Hans’ın tam tersidir, kalabalıktan korkar, çevresiyle arzu ettiği iletişimi kuramaz bir türlü. Onun kendine ait bir dünyası vardır ve orada kimseye göstermediği şiirler yazmaktadır.
Thomas Mann, Tonio Kröger karakteriyle bir sanatçının hayatın içine dahil olamadığı için yaratabildiğini söylemektedir aslında. Mann’a göre bu bir tercih değil, bir çeşit karakter sorunudur. Sanatçı çoğunlukla bu yüzden acı çekmektedir. Bir sanatçı başka hiçbir şey olamadığı için bir sanatçıdır.
İkinci bölüm burjuva ailelerin çocuklarının aldığı bir dans dersiyle başlar ve panjuru inik bir pencerenin önünde sevdiği tarafından yüz verilmediği için yalnızlık ve mutsuzluktan kahrolan Tonio Kröger’in iç düşünceleriyle son bulur. Oysa bölüm son derece iyimser başlamıştır. Tonio Kröger, 16 yaşındaki, sarışın, mavi gözlü, şen şakrak ve zarif İnge’ye âşıktır. Onun için çok yoğun duygular beslemekte ve onun kitaplar dışında kalan hayatı tüm ışığıyla doldurabilecek bir kudrete sahip olduğuna inanmaktadır. Burada Mann, karakteri Tonio Kröger’in yaşadığı açmazı daha derin bir şekilde vermekte, hayat ile sanat arasındaki makası daha da açmaktadır.
Tonio, dans dersi boyunca İnge’yi takip eder, onun zarif bedenini, yumuşak hareketlerini, şen kahkahalarını hayranlıkla izler. Güzel İnge’ye o kadar dalmıştır ki, kendisinin hiçbir zaman ait olmadığı ve olmayacağı o gerçek dünyanın bayağılıklarını bile unutmuştur. Ama bu dalgınlık ona pahalıya patlayacaktır. Tonio dansın bir yerinde yapmaması gereken bir hareket yapar ve kendisinin bir şebeğe benzettiği ama güzel İnge’nin dikkat ve ilgiyle sözünü dinlediği dans öğretmeni Bay Knaak tarafından herkesin ortasında, daha da önemlisi İnge’nin gözü önünde azarlanır.
Sadece Tonio Kröger karakteri için değil, muhtemelen o yaştaki her genç için büyük bir yıkım olan bu durum, elbette hassas karakterimiz için daha büyük bir felakettir. Bay Knaak’ın azarlamasıyla Tonio yeniden gerçeğe dönmüş ve oradaki mevcudiyetini bir kez daha sorgulamaya başlamıştır. Niçin odasının penceresi önünde oturarak kitabını okumak varken dans pistinde bu insanların arasındadır? Onlar güzel güzel dans edip İnge gibi kızların ilgisini çekerken, kendisi ne yapıyordur burada?
Tonio salondan ayrılıp koridora çıkar ve panjuru inik bir pencerenin önünde durur. Bir şey göremediği halde sanki dışarı bakıyormuş gibi orada öylece beklemektedir. İçinden bir ümit, İnge’nin salondaki yokluğunu fark edip arkasından gelmesini beklemektedir. Ama İnge gelmeyecektir elbet. Kimse Tonio’nin yokluğunu fark etmeyecektir.
Sonraki bölümde Tonio Kröger artık iyice yalnızdır. Hayat akmaktadır ve geçen her yıl bir öncekinden daha yıkıcıdır. Geniş ailesi yavaş yavaş dağılmaya başlamıştır. Önce ailenin en önemli üyesi olan babaannesi ölür, ardından babası. Bir yıl sonra annesi İtalyan bir müzisyenle evlenip uzaklara gider. Evleri satılığa çıkarılır. Doğduğu şehre artık aidiyet duygusuyla bağlı değildir, güneye yerleşir. Yalnızlıkla hormonları arasına sıkışmış hayatında elinde kalan tek şey kelimelerdir artık.
İşler kötüye gittikçe, sonradan vicdan azabı veren bedensel hazlar peşine düştükçe sanata ve yazdığı şiirlere daha çok sarılır. Yazdıkça yazar. Sanat duygusu daha rafine bir hal alır. Şiirleri artık yayınlanıyor ve beğeniliyordur. Haz için değil, yaşanmayan bir hayattan intikam almak için yazmaya başlamıştır. Tam bir yaratıcı olmak için mecazi anlamda ölmek gerektiğine inanmakta ve bunu bilmeyen gençleri küçümsemektedir.
Hikâyedeki en güzel yer, Thomas Mann’ın meramını en güçlü şekilde anlattığı kısım, bir akşam yemeği sahnesidir. Seçkin bir evde yapılan toplantıda, yenilir, içilir, sohbet edilir. Herkes büyük bir uyum içinde eğlenmektedir. Tonio Kröger bile kendisini orada yabancı hissetmez, dürüst insanların arasında olduğunu düşünüp mutlu olur. Her şey yolunda gitmekteyken masadaki bir teğmen birden ayağa kalkar ve kendi yazdığı, anlamı son derece açık, basit bir şiiri, sanki çok değerli bir edebi esermiş gibi okumak ister. Aşka ve müziğe dair dizeler samimidir, ama bir o kadar da sıradan ve etkisiz. (Oscar Wilde’ın sözü akla gelir burada, bütün kötü şiirler samimidir). Şiir sessizlik ve asık suratlarla karşılanır. Sahte birkaç alkış alır. Ama herkes bunun nezaketen yapıldığını bilmektedir. Tonio Kröger’in bütün tadı o anda kaçar. Teğmenin düştüğü komik duruma üzülmemiştir. Onu esas rahatsız eden, teğmenin cüretidir. Bütün hayatı boyunca dünya işleriyle ilgilenmiş, hayatın tam içinde olan, eğlenen, gezen, kısacası yaşayan bir adam, nasıl olur da kendini işine adamış bir sanatçı gibi yazabileceğini düşünebilmiştir? Nasıl olur da bedelini hayatıyla ödemeden sanatın defne dallarından bir yaprak koparmaya çalışmıştır? Nasıl olur da bir sanatçının alkış almak için değil, başka türlü olamadığı için ürettiğini bilmemektedir?
Bu kısa ve yoğun roman aslında fildişi kulesindeki yalnız sanatçının durumunu anlatmaktadır. Mann’ın iddiası kimsenin o kuleye isteyerek kendini kapatmadığıdır. Kimi eleştirmenlere göre bu bakış açısı bizatihi modernizmin ilerlemeci yaklaşımının yan etkisidir. Modernizm, sanatçıyı yüceltip büyük oranda hayatın dışına itmiş, sanatı ve eserleri, sanatçıyı ve izleyiciyi ayrıştırmıştır. Sanat bir takım üstün yetenekli insanların eylemi olarak değerlendirilmeye başlanınca, toplumdaki diğer insanlar yalnızca edilgen bir izleyen durumuna indirgenmiştir. Bu anlaşılır bir yaklaşımdır. Ancak bu görüş Thomas Mann ya da onun gibi düşünen yazarların/sanatçıların kastettiklerinin karşıtı olarak ileri sürüldüğünde kanımca onların dertleri yanlış anlaşılmış olacaktır.
Tonio Kröger kendisine verilen payeyi talep etmemiştir. Tonio Kröger bize nasıl sanatçı olduğunu anlatmaz, neden normalbir hayat yaşayamadığını anlatır. Sanatçı olmaktan neden kaçamadığını anlatır. Belki de Thomas Mann arkadaşına yazdığı mektupta dediği gibi, Tonio Kröger’e kendi ruhundan bir şeyler üflemiş ve onun özelinde aslında kendi açmazını anlatmıştır. Belki de Mann kendi itirafına bir form kazandırmıştır. Otobiyografik kurmacaya bu açıdan bakmak farklı pencereler açacaktır.
Marcel Proust iki ayrı dünyada yaşadığımızı söyler. Birinde rasyonalite ve düşünce hakimdir, diğerinde ise duygular ve sezgiler. Bu iki ayrı dünyanın bir araya gelmesinin zor olduğuna inanır. Tıpkı çoğu insanın gerçeği ve kurguyu ayırması gibi. Genel anlamda sanatın o büyük arayışı tam da bu ayrımı merkeze almaktadır. Belki de bütün sanatçılar kendi itiraflarına bir form kazandırarak Rousseau’nun iddiasını bir adım ileriye götürmenin ya da Heine’ın engel olarak gördüğü dürüstlük sorununu aşmanın bir yolunu bulmuşlardır. Bu açıdan bakıldığında Hemingway’in “sorunu”, yaşadığını yazması değildir muhtemelen.
•
GİRİŞ RESMİ:
Sol üstte Ernest Hemingway, sol altta Marcel Proust, büyük resim Thomas Mann.
[1] Tuluhan Tekelioğlu, “Müzelik Masumiyet”, Sabah gazetesi, 28.04.2012.