Dokunaklı karakterleriyle, şiirsel diliyle, ironisi ve mizahıyla, Steinbeck okumak bir şölen gibidir...
20 Aralık 2018 14:13
Annesi ve babası Steinbeck’in avukat olmasını isterlermiş. Ama Steinbeck daha 15 yaşına varmadan yazar olmayı kafasına koymuştur bile. O sıralarda, gündelik hayatın gereklerinin ötesindeki herhangi bir şeye gösterilen ilgiyi şüpheyle karşılayan insanlardan oluşan küçük bir kasabanın son derece sıradan lisesinde, sıradan bir öğrencidir ama hayalleri, gündelik hayatın ve ortalama taşra yaşamının çok ötesindedir. Nitekim üniversitede edebiyat okumaya başlar. Sadece sevdiği ve gereksinim duyduğu dersleri alarak bir süre üniversiteye devam eder. Üniversitede yeterince zaman geçirdiğine ikna olunca da okulu bırakıp hayata atılır.
Yıllar sonra, bir röportajda kendisine neden yazdığı sorulduğunda, yıl 1957’dir, Steinbeck ise aralarında Pulitzer de olan pek çok ödülün ve uluslararası bir şöhretin sahibidir. Yazar, yazma sebebinin “yazmayı sevmesi” olabileceğini söyler: “Yazarken, yazmadığım zamana göre daha iyi hissediyorum kendimi. Sözcüklerin ve tümcelerin dokusunda, tonunda ve ritimlerinde neşe buluyorum ve hepsi birleşip dokusu, üslubu, duygusu, tasarımı, mimarisi olan bir ‘şey’ hâline geldiğinde hoş bir duyguya kapılıyorum; güzel ve paylaşılan bir sevişmenin ardından duyulan bir tatmin gibi” (“Mantıksal Temel” 2017, s. 201-202). Gazap Üzümleri, Fareler ve İnsanlar, Cennetin Doğusu ve İnci gibi toplumsal eleştirisiyle öne çıkan romanlar, Hollywood için senaryolar, Broadway için tiyatro oyunları, gazeteler için makaleler, gezi yazıları ve denemeler yazan, hatta savaş muhabiri olarak çalışan birinin yazmayı salt hedonist bir eylem olarak tanımlaması, Steinbeck külliyatının önemli bir yönüne işaret etmektedir. Steinbeck okumak her zaman çok keyiflidir. Dokunaklı karakterleriyle, şiirsel diliyle, ironisi ve mizahıyla, Steinbeck okumak bir şölen gibidir. Dolayısıyla eskisi kadar çok Steinbeck okumayan günümüz okuru, aslında kendini Steinbeck okumanın keyfinden mahrum etmektedir, özellikle de öykülerinin eşsiz lezzetinden.
Steinbeck ülkemizde ve dünyada daha çok bir romancı olarak bilinmektedir. Oysa 16 roman, altı düzyazı ve iki öykü kitabı vardır yazarın. Onu ilerde büyük bir yazar yapacak kendine has özelliklerini ilk olarak öykülerinde sergilemiştir. Acemilik ürünü olan ilk romanı basıldığında, ne okurun ne de eleştirmenlerin beğenisine mazhar olur Steinbeck (Roggenkamp 20). Üç yıl sonra yayımladığı ilk öykü kitabı olan Cennet Çayırı’nda ise acemilikten eser yoktur. Yazar Cennet Çayırı’ından sonra hem öykü hem de roman yazmaya devam etmiş, 1938 yılında ise o güne değin yazdığı öyküleri Uzun Vadi’de bir araya getirmiştir.
Cennet Çayırı hem tekniği hem de içeriğiyle sıra dışı, deneysel bir çalışmadır. Kitap birbiriyle bağlantılı 10 öykü, bir giriş, bir de sonuç bölümünden oluşmaktadır. Bazı eleştirmenler kitabı gevşek yapılı bir roman diye de nitelerler çünkü öyküleri bir arada tutan öykülerin geçtiği, Cennet Çayırı diye bilinen çok güzel bir vadi ve gelip bu bölgeye yerleşerek yöredeki farklı ailelerle iletişime geçen, onların hayatlarında istemli ya da istemsiz, büyük ya da küçük bir değişime yol açan Munroe ailesidir. Bir başka deyişle, bütün öyküler Cennet Çayırı’nda geçmektedir ve Munroelar her öyküde yer almaktadırlar. Steinbeck öyküleri isimlendirmemiş, sadece bölüm sayılarıyla birbirlerinden ayırmıştır. Zira kitabın bir bütün olarak, öykülerin ise ayrı ayrı anlam ifade etmesini istemiştir. 1931 yılında menajerine yazdığı bir mektupta, Cennet Çayırı’nı yazarken kullandığı yöntemi şöyle anlatır: “Kitap öykülerden oluşuyor, her bir öykünün kendi içinde bütünlüğü var, gerilimi var, doruğu var, sonu var. Her öykü bir aile veya bireyle ilgili. Bu insanlar sadece aynı yerde yaşama ve Moranlarla ilişkileri sebebiyle bağlantılıdır” (French 45). (Kitap bu hâliyle Sherwood Anderson’ın Winesburg, Ohio ve James Joyce’un Dublinliler öykü kitaplarının izinden gider. Her iki kitap da sadece karakterlerin değil, bir şehrin ya da kasabanın portresini ve ruh hâlini de gözler önüne sermektedir.)
Steinbeck’in Moranlar diye bahsettiği Moran ailesi Cennet Çayırı’nın ilham kaynağıdır. Yazar Moranları 1931 yılında karısının iş arkadaşı Beth Ingels’den duyar. Ingels çocukluğunu, Steinbeck’in pek çok eserinde kullandığı Salinas yakınlarındaki bir vadide geçirmiştir. Dünyanın geri kalanından tamamen kopuk olan memleketi, Corral de Tierra, kendi hâlinde ve huzurlu bir kasabadır, ta ki Moran ailesi gelip kasabaya yerleşene kadar. O günden sonra kasabadaki huzur bozulur, Moranlarla alışverişi olan insanların hayatları zindana döner. Steinbeck menajerine yazdığı aynı mektupta kasabayı ve insanlarını şöyle anlatır: “Vadi, orada yaşayan yirmi ailenin aralarındaki eşsiz uyum sebebiyle, yıllardır mutlu vadi diye biliniyormuş. Yaklaşık on yıl önce çiftliklerin birine yeni bir aile taşınmış. Kasabalılar sıradan insanlar; eğitimsiz ama dürüst ve herkes kadar iyi insanlar. Ama Moranlarda kötülüğe bir düşkünlük var. Onlarla işi olan herkes zarar görüyor. Gittikleri her yere huzursuzluk götürüyorlar” (French 45).
Steinbeck, Moranları Munroelara dönüştürürken, kimliklerinde küçük ama önemli bir değişiklik yapmıştır. Steinbeck’in Munroeları kötü insanlar değildir. Steinbeck baba Bert Munroe’yu “duyarlı bir adam” diye tanıtır. Bert giriştiği işlerde uğradığı sayısız talihsizlikten sonra huzurlu bir hayat yaşamak ve biraz dinlenmek için 55 yaşında şehri terk edip Cennet Çayırı’na taşınır. (Bu, ironik bir olaydır çünkü Bert’in gelmesiyle Cennet Çayırı’nda huzur kalmayacaktır. Dahası, Bert’in gelip yerleştiği Battle Çiftliği, yörede uğursuz olarak bilinmektedir, üstünde yaşayan son üç aileye mutluluk getirmemiştir.) “Taşra çevrelerinde çarçabuk benimsenmek güç iştir; büyük bir incelik ve anlayış gerektirir… [ ama] aradan üç ay geçmeden Bert vadinin bir parçası olup çıkmıştı; oturaklı, güvenilir bir adam, komşulardan biri” (s. 22-23). Altı aya kalmadan, Bert kasabanın önde gelenlerinden sayılmaktadır. Kendisine çiftliğin lanetli ve uğursuz sayıldığı anlatıldığında, “Vay canına!” der komşularına, “Bakın, aklıma ne geldi biliyor musunuz? Belki benim uğursuzlukla çiftliğin uğursuzluğu kavgaya tutuşup birbirlerini öldürmüşlerdir. Her neyse ikisinin de yok olup gittiklerine kalıbımı basarım” (s. 23). Kasabanın bakkalı T. B. Allen’ın başka bir teorisi vardır: “Bir de bakmışsın senin lanetle çiftliğin laneti çiftleşmişler, bir tarla faresinin yuvasına çekilmişler, bir çift çıngıraklı yılan gibi. Bir de bakmışsın günlerden bir gün Cennet Çayırı’ına kıvıl kıvıl bir sürü lanet yavrusu yayılmış” (s. 23-24). Kitabın ilerleyen sayfaları Bert’i değil de T. B. Allen’ı haklı çıkartacaktır.
Öykülerde tipik Poe, Faulkner ya da O’Connor kasvet ve karanlığı görmesek de Steinbeck zaman zaman Amerikan Gotiği geleneğini sürdürür Cennet Çayırı’nda. Zaten kaderin garip cilveleri ve talihsizliklerle örülen öykülerde, Cennet Çayırı’ndaki pastoral yaşamın insan elinde ne hâle geldiğini görüyoruz. Öykülerde belki salt kötü insan yoktur ama Freud’un tanımıyla “tekinsiz” insanlar vardır. Kızının bekâretini saplantı hâline getirmiş bir adam, hayatının en renkli uğraşısı San Quentin hapishanesinde idam izlemek olan bir tavuk yetiştiricisi, psikolojik sorunları olan kızını öldüren bir anne ve ölmüş anne ve babasının baskısından kurtulmaya çalışan bir genç adam gibi korkutucu ama tanıdık simalar vardır öykülerde. İnsanlar içinde yaşadıkları sosyal mekanizma ve kişisel gündemleri sebebiyle birbirlerini neredeyse kaçınılmaz olarak mutsuz etmektedir. Yazar bir natüralist olarak insanların kaçınamadıkları, karşı koyamadıkları itkileri ve toplumsal güçleri ortaya koyduktan sonra, bu unsurların hayatı nasıl da karabasana çevirdiğini göstermektedir sayfa sayfa. Bu açıdan Cennet Çayırı ismi kitaptaki en büyük, en derin ironidir ve belki de Cennet Bahçesi’nde insana yer olmadığını söylemektedir bize.
Steinbeck’in ikinci öykü kitabı Uzun Vadi 1934’e kadar yazdığı 12 öyküden oluşmaktadır. Bu öyküler ayrı ayrı yazıldıkları için Cennet Çayırı’nın biçemsel ya da tematik birliğinden yoksundurlar. Dinsel fanatizmi eleştiren uçuk mizahî öykü “Bakire Azize Katy”, gerçekliğin sınırlarını zorlayan “Johnny Bear” ve bir öyküden çok denemeyi andıran “Kahvaltı” diğer metinlerden ayrılıyorlar. “Baskın” ise politik içeriği ve tiyatrovari anlatımı ile dikkat çekiyor; anlatımı sebebiyle Fareler ve İnsanların öncülü sayılabilir.
Steinbeck, öykü gibi kısa soluklu bir anlatı türünde bile karakterlerin psikolojik derinliğini büyük bir başarıyla aktarabilen bir yazar. Görmeye alışık olmadığımız sıra dışı karakterler bile bir an olsun inandırıcılığını yitirmiyor, canlılıklarını sürdürüyorlar. Tıpkı Hemingway gibi, öykü çizgisinde büyük boşluklar bıraktığında bile, karakterle iletişimimizi bir an olsun yitirmiyoruz. Bu işlemde sembolizm yazara da biz okurlara da oldukça faydalı oluyor. “Krizantemler” öyküsünde, örneğin, anlatıcı dikkatle seçilmiş az sayıda unsurla kadın karakter Elisa Allen’ın yaşadığı tatminsizliği ve hayal kırıklığını tüm boyutlarıyla anlatıyor. Daha öykünün başında gücünü sakınmadan, yaptığı işin gerektirdiğinden çok daha fazla enerji harcayarak çalışan bir kadın, çocuksuz ama her bir santimi dikkatle temizlenmiş, ovulmuş, parlatılmış bir ev imgeleri kadının maharetli ve bereketli elleriyle yan yana konuyor. Daha sonra, bütün zamanını at arabasıyla gezerek, doğanın kucağında ve gökyüzünün altında geçirdiği için kadının romantik hayal gücünü ateşleyen, çıkarcı ve yalancı bir seyyar tamirci, iyi niyetli olsa da hayal gücünden yoksun bir kocayla eşleştirilir. Eliza bir anlığına hayatın kendisini mahkûm ettiği hayatın dışına çıkabileceğini sanır. Duyarsız kocasını terk edip, fırsatçı tamirci gibi at arabasıyla ülkeyi dolaşabileceğini düşünür. Ancak tamircinin sırf kendisiyle üç beş kuruş koparmak için sohbet ettiğini, çiçeklerine iltifat ettiğini fark ettiğinde, yaşadığı hayatın sert duvarlarına toslar ve mahkûm olduğu çoraklığı sessizce kabullenir. Otuz beş yaşındaki Eliza yaşlı bir kadın gibi ağlarken öykü sona erer.
Uzun Vadi’deki öykülerin arasında konu birliği olmasa da şiddet, cinsellik, kadınlık ve erkeklik yinelenen temalardan. Bu temaların en önemlisi kadınlık; Steinbeck kadınlara özel bir ilgi gösteriyor öykülerinde. Hemen her öyküde kadın önemli bir rol oynuyor. Öyküdeki kadınlar genelde gizemli, çekici, anlaşılması zor ve güçlü kadınlar. Çevrelerindeki erkekler ise genellikle hayal gücünden yoksun ve gündelik akılla düşünen figürler olduklarından kadınları anlamıyorlar ve bu yüzden kadınların onları yönetmesi, denetlemesi gerekiyor. Kadınlar, ister iyi niyet ister de kötü niyetle, erkeklerin hayatına derin, karşı konmaz damgalarını vuruyorlar.
“Kaçış”ın Mama Torres’i kocası öldüğünden beri çocuklarına bakmakta, çorak çiftliği tek başına çekip çevirmektedir. Aynı mahareti hayatının daha başında bir adam öldürerek “erkek” olan oğlu Pepe’nin dağlara kaçışını organize ederken de gösterir çünkü sürekli bıçaklarla oynayan oğlunun bir gün böyle bir şey yapacağını bilecek kadar öngörülüdür. “Yılan”daki isimsiz uzun boylu kadın bir yılan satın almak için biyolog Philips’in kapısını çaldığında, adamı bir yılanın yemek üzere olduğu fareyi büyülemesi gibi büyüler. Kadın Doktor Philips’in laboratuvarında sadece yarım saat geçirir, tekrar geleceğini söyleyerek gider ama bir daha görünmez. Philips günlerce kadını bekler ama bu gizemli kadının nesinden etkilendiğini bile bilmez. “Cinayet”in Jim’i gizemli Slav güzeli Jelka’yı anlayabilmek için birini öldürmek zorunda kalır; anladığında ise mutluluğun kapıları kendine sonuna kadar açılır.
“Koşum” öyküsündeki Emma’nın kocası Peter’ın üzerindeki tahakkümü adama zorla bir koşum giydirmeye kadar gider. Aşırı dindar bir kadın olan Emma hem kendini hem de kocasını bedensel zevklerden men etmektedir. Toplumun her yönüyle örnek bireylerinden olan Peter sadece yılda bir kez, karısının izniyle şehre inip bar ve genelevlerde denetimsiz bir şehvet haftası geçirir. Öykünün sonunda Emma ölse de Peter’ın üzerindeki etkisi hâlâ devam etmektedir. Baskıcı bir başka kadın karakter “Bıldırcın”da çıkar karşımıza. Evlendiği andan itibaren kocasının hayatına tamamen hükmeden Mary yine gizemli bir kadındır. Derin bir hayal gücü olan Mary, anlaşılmaz bir biçimde kendini bahçesindeki havuzdan su içmeye gelen beyaz bıldırcınla özdeşleştirir. Çevredeki kedilerin bıldırcını öldürmesinden korkan Mary, kocasından bahçeye giren kedileri öldürmesini ister. Kocası ise çözümü bıldırcını öldürmekte bulur çünkü karısının anlaşılması zor, nevi şahsına münhasır özelliklerinin kendini beyaz bıldırcınla özdeşleştirmesinden kaynaklandığını hisseder. Koca, bıldırcını öldürürken Peter ve Doktor Philips gibi basit çözümleri tercih eden yavan akıllı Steinbeck erkeklerini taklit etmektedir.
Steinbeck, Cennet Çayırı’nı yayımlayalı 86, Uzun Vadi’yi yayımlayalı da 80 yıl olmuş. Bu tarihleri bilmeden ya da unutup okuyan biri, bir ya da iki öykü dışında öykülerin günümüzde yazıldığını bile düşünebilir. Zaman zaman karşımıza çıkan pastoral ya da egzotik Vahşi Batı tasvirleri dışında, öykülerde yaşanan gerçeklik hiç yadırganmıyor. Karakterler, bütün ilginçliklerine ve sıra dışılıklarına rağmen, inandırıcı olmaktan bir an olsun uzaklaşmıyorlar. Çok sıra dışı bir eylemle karşılaştığımızda bile zaten Steinbeck bizi çoktan etkisi altına almış olduğu için, kişi ve olayları yadırgamıyoruz. Steinbeck’in kullandığı, bazen şiire çalan, yalın dili taze ve güçlü. Böylece Steinbeck zamana karşı koyabiliyor, öyküleri de 80 yıl sonra bile keyifle okunabiliyor. Öyküler Amerika’yı ve 1930’ları aşıp bugüne gelirken, bize klasik olmakla ilgili bir ders de veriyorlar.