Varlık endişesi ile pür-telaş olan insan, kentin engellenemez büyüklüğü ve bu büyüklüğün ezici yüküyle uğraşmaya başladı. İşte Özgür Çakır’ın ilk kitabı Yükşehir tam da bu noktadan bir pencere açıyor. Çakır, sorularımızı yanıtladı...
24 Aralık 2015 15:30
Şehirler büyüdü fakat yaşamlar küçüldü. Büyüyen şehir kendisine neredeyse sonsuz bir alan sağlarken, içinde var olmaya çalışan hayatlara küçük köşeler kaldı. Bütün bu engellenemez büyüklükten arda kalansa “şehir insanları” nın sırtında taşıdığı koca bir yük oldu. Öyle ki şehirler artık insanları barındırmaktan ziyade, insanlar şehirleri taşır hale geldi. Yani öznemiz artık ”şehir insanı”ndan “şehir hamalı”na evirildi. Gökdelenler omuzlarımızda bir kambur, otoyollar elimizi kolumuzu bağlayan birer urgana dönüştü. Varlık endişesi ile pür-telaş olan insan, kentin engellenemez büyüklüğü ve bu büyüklüğün ezici yüküyle uğraşmaya başladı.
Özgür Çakır’ın ilk kitabı Yükşehir, okura tam da bu noktadan bir pencere açıyor ve yaşam imkânı azalan bireyin hâl-i pür-melâline bir de bu cihetten bakmaya davet ediyor. On iki hikâyeden meydana gelen Yükşehir, şehirlerin hamallığını yapan insanlar kadar kırsaldaki hayatlara ve insanlara da değiniyor. Hikâyelerde isyanlarıyla, dertleriyle, umutlarıyla, özlemleriyle ve daha birçok yönleriyle var olan kahramanlar ise bize yabancı değil. Onları yakından tanıyoruz. Onlar etrafımızdalar, onlar akrabalarımız, onlar arkadaşlarımız, onlar biziz.
Özgür Çakır’la bu tanınmış kahramanlardan, yazarlıktan, yaşamdan ve Yükşehir’den konuştuk.
Ben söze kitabınızın isminden başlamak istiyorum. Şehirler her zaman insanları taşır diye düşünür, onları bu sebepten yorgun olarak tanımlarız. Ama artık günümüzde insanlar şehirleri taşıyor gibi. Kitabınızın ismini bu bağlamda değerlendirmemiz mümkün mü?
Aslında insanlar şehirlerin yükünü başından beri taşırdı. Burada insandan kastım, o şehirleri, ilk kuruldukları günden bu yana yaratanlar, inşa edenler, oralara çalışmak için giden, yerleşen emekçiler ya da küçük üreticileri kastediyorum. Günümüzde beyaz yakalılar da dahil tüm emekçiler bu yükü bir yanıyla anlamsız bir şekilde taşıyorlar. Kitaba ismini veren öykü de bir iş görüşmesi bağlamında “iyi de bütün bunlar niye” fikri üzerinde gelişmişti. Böyle bir kesiti vermeye çalışıyor. “Büyükşehir” dediğimiz “Yükşehir” halini alıyor. Kitaptaki bütün öyküler şehirde geçmese de bu duyguya karşılık geldiği için bu isme karar kıldım.
Yükşehir’i okuyup bitirdiğim zaman bende hikâyedeki karakterler birbiriyle akrabaymış ya da aynı mahallede oturan ve birbirlerini tanıyan komşularmış hissi uyandı. Bu sizin özellikle seçtiğiniz bir durum mu yoksa modern dünyanın insanları artık tektipleşti diyebilir miyiz?
Kitaptaki üç öykü, birbirinden bağımsız da olsa birbiriyle bağlantılı, kesişen karakterlere sahip. Bir karakterle başka bir öyküde de karşılaştığınız durumlar var. Ama dediğiniz gibi aslında bu bilinçli bir tasarım olmasa da kitap bütünlüğü olarak baktığınızda her an birbirleriyle oturup sohbet edebilecek ya da hayatın tesadüfleriyle karşılaştıklarında başlarından ortak yeni şeyler geçebilecek karakterler bunlar. Tek tip değiller. Ayrıca “modern” ve “Dünya” kavramlarının henüz Batı’da bile birbirlerine gerçekten kavuşabildiklerini düşünmüyorum.
Karakterlerden devam edecek olursak; hikâyelerinizdeki karakterler genellikle kaybeden konumundalar. Bu kaybedişin akabinde de bir isyan durumu söz konusu. Kaybedenlerin varlığı bir durum tespitiyken, başkaldırı halini, bir önerme olarak mı almalıyız?
Kaybeden ya da “tutunamayan” durumları hakkında bir yabancılaşmadan bahsedilebilir. Gerçekten kaybetmek durumunda kaybetmenin üzerine yatılmaz. Öykülerdeki karakterler de bir şekilde bu durumlarının üzerine yatmadan sıyrılmaya çalışıyorlar. Başkaldırının amentüsü de önce farkına varmak değil midir? Farkına var ve değiştirmek için harekete geç… Önermeden çok o fark etme anlarının sonucu olarak kaçınılmaz bir durum olarak görmek lazım.
Bireyin yalnızlığı, sıkışmışlığı ve varoluş gibi temaların hem yerli hem yabancı edebiyatta sıklıkla işlenen temalar olduğunu biliyoruz. Yükşehir’de de bu temalara benzer temalar hâkim. Bu durumu da dikkate alarak siz, yeni bir şeyler yaptığınızı düşünüyor musunuz?
Yeni olan karakterler, olaylar, durumlar. Yoksa işin çoğu bence buraya sığmayacak kadar çok sayıda yazar tarafından anlatıldı, yazıldı.
Bir önceki soruyla da ilintili olarak yazarın yenilikçi olması hususu sizce ne denli önemlidir. Yenilik bir yazarın olmazsa olmazlarından mıdır?
Yenilik öncelikle yazarın kendisidir. Yeni bir yazar da dolayısıyla bir yandan tazeliğin avantajını taşıyarak dilini serbestleştirir. Teknik ve yöntem açısından özgür bir ruh olarak karşınıza çıkar. Ama bir yandan da kendinden öncekilerin bütün ağırlığını kaleminin üzerinde taşımak zorunda kalır ister istemez. İşte tam bu noktada ikisini dengeleyebilen yenidir. Bunu daha iyi yapmak için gidilecek uzun bir yol var bence.
Hikâye okurunun alışık olmadığı bir yoğunlukta tasvir varmış gibi geldi bana Yükşehir’de. Bu betim yoğunluğunun dilin işlevselliğini arttırdığını söyleyebilir miyiz?
Eğer bu bahsettiğiniz tasvirler doğru yerlerde kullanılmışlarsa evet, dilin işlevselliğini arttırmıştır.
Dil mevzusundan devam edecek olursak; Yükşehir’de yalın ve güncel bir dil kullanıyorsunuz. Aynı zamanda sokak jargonundan ve argodan da beslendiğinizi söylemek mümkün. Bu anlamda siz dilinizi oluştururken nelere dikkat edersiniz?
Edebiyat kokmamasına dikkat ederim. Nitelikli edebiyat okurundan, ortalama okura kadar herkes bunu görür, fark eder çünkü. Argo ve sokak jargonu kullanmak da bunu tek başına sağlamaz. “Şuraya da biraz argo koyayım” diyemezsiniz. Bu formül mantığı öyküyü çökertir. Deneyimli bir yazar değilim. Deneyimli bir okuyucu olarak söylüyorum bunu.
Yazmak bir eylemdir ve haliyle yazar da bir eylemci. Her eylemin bir gayesi olduğunu göz önünde bulundurursak, Özgür Çakır’ın yazma eylemini gerçekleştirmesindeki gayesi nedir? Başka bir deyişle, yazın felsefenizin altyapısını hangi fikirler oluşturuyor?
Sartre’ı hatırladım. “Sözcükler dolu tabancalardır” der. Katılıyorum. Yazma gayem ise Sartre’la çelişiyor ama. Carlos Fuentes, Luis Bunuel’in sineması hakkında, “Cehennem başkalarıdır, der Sartre’da bir karakter. ‘Ama başka bir cennet yok,’ diye yanıtlar onu Bunuel” diyor. İşte benim yazın felsefem de buna yakın. Yani cennet dediğimiz aslında başkalarıdır ve başka bir cennet de hakikaten yok.
Gazetecilik de yaptığınızı biliyoruz. Gazeteci kimliğinize yazar kimliğini ekleme süreciniz nasıl gelişti?
Bir gün haber yazarken, daha doğrusu haberi öyküleştirirken, “neden öykü yazmıyorum” diye sordum kendime. Sonrası çok da kolay olmadı çünkü edebiyat, edebiyatın gücü, bir yanıyla da ürkütücü. Bana bu türde bir şeyler yazmanın iyi geldiğini gördükçe daha çok yazmaya başladım ama.
Gazetecilikten devam edelim o halde. Gazetecilik mesleğinin hikâyelerinizi kurgularken avantajını ya da dezavantajını gördünüz mü?
Gazetecilik, dil olarak farklı bir yerde olsa da, bu mesleğin faydalarını elbette gördüm. Herhangi bir yaşam, siyaset sayfasında ya da 3. sayfada yazdığınız haberin öyküsünü gazete gibi sınırlı bir alanda kısa ve net vermeye çalışma alışkanlığı bir tür antrenman gibi. Dezavantajını ise görmedim.
Son olarak, Özgür Çakır kimleri okur, kimlerden etkilenir? Güncel yazarları takip ediyor musunuz?
Marcel Proust, William Faulkner, Roberto Bolano, Raymond Carver, Louis Ferdinand Celine, Yukio Mişima, Herman Melville, Carlos Fuentes, Samuel Beckett, Julio Cortazar, Sait Faik Abasıyanık, Fürüzan, Vüsat O’Bener ilk aklıma gelen beni etkileyen yazarlar. Şu sıralar Fehim Taştekin’in Suriye kitabını okuyorum. Bence meseleyi anlamaya çalışmak için tam bir başucu kitabı. Güncel yazarları da elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Antoni Casas Ros’un hacmi küçük yoğunluğu büyük Almodovar Teoremi adlı müthiş romanını yeni bitirdim. Yeni romanını beklediğim Murat Uyurkulak bence Türkiye’de roman konusunda bambaşka bir noktada. Türker Ayyıldız, Ahmet Büke, Aslı Erdoğan, Fuat Sevimay, Şenay Eroğlu Aksoy, Behçet Çelik, Melisa Kesmez yazdıklarını sürekli takip etmeye çalıştığım başarılı kalemler bence.