Stefan Ihrig’in “Naziler Türkiye’den nasıl etkilenmişti” sorusu ekseninde örülmüş çalışması, Türkiye ve Almanya bağlamında bugüne dek milliyetçilik kurguları üzerine yazılmış her şeyin gözden geçirilmesini zorunlu kılıyor
17 Aralık 2015 13:00
Türkiye’de sadece siyasetin dar arenasında değil akademinin görece geniş çerçevesi bağlamında da Almanya-Türkiye-ırkçılık üçlü kombinasyonu tahlili zor bir cazibe-tabu ekseni oluşturuyor. Daha sağ, milliyetçi, faşist kesimler için söz konusu teslis bir gurur ve özgüven kaynağı. Nefret söylemi kavramının en uç noktada vücut bulmuş hali olan Mein Kampf’ın 2007’de satışı yasaklanana kadar çok satanlar listesinde olmayı ezel ebed sürdürmesi, hatta manga gibi daha popüler formatlarda hâlâ basılabiliyor olması böyle bir özdeşleşmenin ürünü. Antisemitizm her yerde, Hitler ve Nazi ideolojisi alenen seviliyor, yaptıkları onaylanıyor, hatta “ah keşke, ah biz de...” duygusuyla anılıyor.
Daha liberal, kısmen sol, büyük ölçüde Kemalist kesimler için ise Almanya, Türkiye, ırkçılık kelimelerinin yan yana gelmesi bir infial sebebi. En seçkin üniversitelerimizden birinde yaptığım bir konuşmada, geç on dokuzuncu ve erken yirminci yüzyılda neredeyse tüm dünyada güçlenen ırkçı siyasi düşünceden, öjenik demografi politikalarından, Türkiye’de de tezahür bulan ırkı merkeze alan milliyetçi kurgulardan söz ederken karşılaştığım ani tepki tabunun boyutları hakkında fikir veriyor. Hocamız hafif kızgın ama şakacı bir tavır takınarak, “İyi ama bu sizin söz ettiğiniz şeyler tüm dünyada oluyordu; o zaman Amerika’ya da mı ırkçı diyeceğiz,” diye sormuştu. Ben engel olamayarak mütebessim, salondaki diğer gülümseyenleri de kast ederek “Biz zaten öyle diyoruz, siz demiyor musunuz,” dedim. Bu noktada sinir katsayısı biraz yükselen hoca (zira Amerika verebileceği en kötü örnekti, Fransa, İngiltere deseydi biraz laf çevrilirdi), “Hayır efendim, ırkçılık dediğiniz Almanya’ya özgüdür; bir bütün olarak savaş öncesi antisemitist politikaları, gettoları, toplama kamplarındaki cinayeti belirtir; ondan başka da hiçbir şeye ırkçılık adı verilemez” buyurdu. Ardından (elbette) bu yanlış bağlantının bizi soykırım tartışmasına götüreceğini, Türkiye’de ırkçılık olduysa soykırım da olduğunu söylemeye getirdiğimi ekledi. Konumuz bu değildi, başka bir şey anlatıyordum; ama işte fil odadaydı, 1915 ve 1923 ayrılmaz bir bütündü.
Stefan Ihrig, Naziler ve Atatürk kitabında kısmen tartışılmış Türkiye’nin erken cumhuriyet döneminde Almanya’dan etkilendiği (ama haşa ırkçı olmadığı) tezine tam tersi bir perspektiften yaklaşıyor. Yazarın Cambridge Üniversitesi’nde tamamladığı olağanüstü doktora çalışmasına dayanan eser, hem Almanya hem Türkiye bağlamında revizyonist bir tarih kurgusu sunuyor. Nazilerin Türkiye’yi nasıl algıladığı ve bu ülkedeki gelişmelerden nasıl etkilendiği meselesini iki kilit dönemde, 1919-23 ve 1933-38 süresince inceleyen çalışma, en temel kaynak olarak basılı yayınlara dayanıyor. Bunun yanı sıra resmi açıklamalar, Üçüncü Reich’ın önemli siyasi şahsiyetlerinin söylevleri, Osmanlı ordusunda görev yapmış Alman askerlerin hatıratları, Hitler’in “Sofra Konuşmaları,” Goebbels’in günlükleri, Nazi pratiğinin görsel tezahürleri gibi farklı kaynaklar da bu kapsamlı araştırmanın parçası.
Politik bir hareket olarak Anadolu’daki milliyetçi hareketle aynı anda faaliyete geçen Naziler, Türkiye’ye gıptayla bakıyordu. Onlar için şüphesiz en temel konu, dayatma şeklinde imzalanan intikamcı barış antlaşmalarının revizyonu meselesiydi. Güçlü bir liderin iktidarıyla Versailles Antlaşması’na başkaldırabilmek Alman milliyetçileri için bir rüyaydı. “Türk çözümü” bu yönüyle bir rol modeli olarak Naziler üzerinde etkiliydi. Ihrig’e göre, özellikle 1920’lerde Atatürk’e beslenen hayranlık Mussolini’ye beslenenden bile daha fazladır. Sağ ve aşırı sağ Alman basını Kemalistlerin emrinde bir halkla ilişkiler ajansı gibi çalışmış, 1919-23 yılları arasında, dört buçuk yıllık bir dönemde, sadece tek bir gazetede (muhafazakâr söylemin kalelerinden olan Kreuzzeitung) 2200 makale, yazı ve haber basılmıştır!
Naziler güç kazandığında da durum çok değişmez. Hitler’in 1933’te iktidara gelmesinin ardından kurulan Üçüncü Reich döneminde Hitler’in Atatürk için kullandığı “karanlığın içinde parlayan yıldız” ifadesi, rejimin Türkiye’ye yönelik resmi çizgisi haline gelir. Nazilerin Türkiye hayranlığı, sürekli karşılaştırmalar, hatta eşleştirmeler yapılmasına yol açar. Homojen bir millet inşa etmek konusunda Türkiye’nin Almanya’dan çok daha fazla mesafe kaydettiği ısrarla vurgulanır.
Naziler için Kemalistlerin başarı hanesindeki en önemli kalem azınlık sorununu “çözmüş” olmalarıdır. Ermeniler zaten Birinci Dünya Savaşı’nda uygulanan soykırım neticesinde sürülmüş, öldürülmüş, hayatta kalanlar ülkeyi terk etmiştir. Ihrig’e göre soykırım-Türkiye-Almanya bağlamından söz edebilmek için Hitler Ermenilere dair şu veya bu sözü söyledi mi tartışmasına ihtiyaç yoktur. Ermeni soykırımı savaş sonrası Alman medyasında tartışmasız en merkezi konulardan biri olmuştur. Bu bağlamda Naziler, Türkiye ve Kemalistlerin revizyonist ve milliyetçi hareketini hayranlıkla izledikleri kadar, bir siyaset pratiği olarak Ermeni soykırımı örneğiyle de ilgiliydi. Soykırımın gerekliliğini canı gönülden savunan Naziler, en kötü antisemitist klişeleri Ermeniler üzerinden yeniden üretmiş, Ermenileri açıkça “aşağı bir ırkın” üyeleri olarak tanımlamıştı (s. 257-63).
Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan’da karşılaştırılan nüfus mübadelesi projesi de Naziler tarafından coşkuyla karşılanır. Bu sayede Türkler, tek ulus olmalarına engel olan Rumları bir güzel “kovacaktır”. Dolayısıyla Türkiye “bir ulusun yabancı unsurlarından arınmasının” mümkün olduğunu gösteren, fazlalıklarından mükemmelen “temizlenmiş” ideal bir ulus-devlet örneğidir. Bir başarı öyküsü anlatmak sevdasında olan Naziler yeni Türkiye devleti sınırlarında yaşamayı sürdüren oldukça büyük bir Kürt nüfus olduğunu görmezden gelir. Tesadüfe bakın ki Türkiye devleti de Kürtlerin varlığını onyıllarca reddedecektir...
Stefan Ihrig’in hiç sorulmamış bir soru (Naziler Türkiye’den nasıl etkilenmişti?) ekseninde örülmüş hayranlık uyandırıcı çalışması, hem Türkiye hem Almanya bağlamında bugüne dek milliyetçilik kurguları üzerine yazılmış her şeyin yeniden gözden geçirilmesini zorunlu tutuyor. Dolayısıyla kitap, iki savaş arası döneme ait tarihyazımı açısından uzun yıllar “zorunlu okuma” listesinde kalacak bir başyapıt. Cihan Harbi sonrasında Almanya’da dinmek bilmeyen “Türk humması”na dair tek bir kitapta incelenmesi mümkün olmayan boyutta bilgi topladığını belirten çalışkan tarihçinin yeni yayınlarını dört gözle bekliyoruz.
***
Bu arada, ufak bir yayın notu. İngilizcesi 2014’te basıldığı andan itibaren Türkiye’de büyük ilgi uyandıran kitabın Türkçeye kısa süre içerisinde kazandırılmış olması elbette çok önemli. İlk baskının hemen tükenip, ikinci baskı yapılması da gerçek bir merak uyandığını doğruluyor. Öte yandan, üçüncü baskıdan önce yeni bir okuma yapılırsa hem sayıca çok fazla olan küçük hata düzeltilebilir hem de metnin dili daha akıcı bir hale getirilebilir kanaatindeyim. Kitabın orijinal ismi Nazi Muhayyilesinde Atatürk (Ataturk in the Nazi Imagination) iken, neden Naziler ve Atatürk şeklinde çevrildiği de ayrıca tartışılabilir.