Kadın yazarların çoğunun her gün düzenli olarak sadece yazmaya ayırılabilecekleri bir zaman dilimi yok. Olanı da sınırlı, her an işgale, müdahaleye açık...
04 Temmuz 2019 09:30
Yazmak için kendimize ait bir odamızın, hatta bir masamızın olması bile çok güzel. Bir panomuz varsa örneğin notlar, iğneleriz. Defterleri masaya yayarız, kapısını kilitlediğimiz ya da kimsenin girmeyeceğinden emin olduğumuz bir oda varsa, notları öylece ortalıkta, defterleri açıkta bırakabiliriz. Çünkü benim gibileri için metin son hâlini alana kadar imgelemi ona vardıran düşler gizli kalmalıdır. Bir kez anlatıldığında ya da bir şekilde görünür olduğunda, o ilk yaratılma coşkusunu bir parça bile olsa yitirir. Hem kendi odamız/ masamız varsa, defterleri oradan oraya taşımamız da gerekmez. Pencerenin önü açıksa, gözün biraz olsun uzağa bakabilmesi iyi gelir. Metni yüksek sesle okumamız gerektiğinde, kendimizle baş başa olmak, birilerinin kulak kabartmadığından ya da "Bu ses ne" diye çat kapı gelmeyeceğinden emin olmak gerekir.
Kendimize ait bir oda ya da masa yoksa, bu yersizlik zamansızlık da getirir. Boş zaman bulunsa bile kullanışlı olmaz. Yemek masasını ya da ortak alanlardaki herhangi bir yeri kullanabilmek için evdekilerin uyumasını beklememiz gerekebilir. Belki bu nedenle tanıdığım kadın yazarların çoğu uyku saatlerini azaltarak gece yazmak zorunda kalıyor. Mutfak toplanmış, bulaşık makinesinin sesi gelirken, kimse su, çay istemiyorken, telefon susmuşken, gecede yalnızca bize ait bir zaman, evde yalnızca bize ait bir alan bulmuşken... Ama yine geri sayımlı, uçucu, işgale açık bir zamandır elde edilen, bu nedenle masa başında imge beklemek lüks kaçabilir. Ben öykü kurma düşüncelerimin gelişimini, o ritüelin biçimlenişini işte bu zamansızlığın şekillendirdiğini düşünüyorum. Bir defterim var. Oraya sahneler, imajlar, imgeler kaydederim. Masada ve kendime ait o mahrem zamanda yapmam gerekenlerin çoğunu tüketilmeyecek biçimde gündelik hayata yaymaya çalışırım. Gün içinde imgelemim yazma uğraşından kopmamaya gayret eder, onun için avcı gözünü açık tutar. Masa başına oturduğumda, zihinsel hazırlığımı yapmış olurum. Öykülerimi deftere yazarım, yazarken kurarım. Ancak öncesinde belki haftalarca bu avcı gözü gezdirmiş, sahneler toplamış olmam gerekir.
Fiziksel koşulların uygunluğu yazmak için elzem olsa da asıl önemli olan, yazma uğraşına ve bu uğraşa hazırlık yapmaya ayıracak zamanı bulabilmek. Yazmaya zaman ayırmak her zaman takvime bağlanan bir iş olamayabilir. Örneğin, bulunan bir saatlik bir boşlukta hemen oturup yazamayabiliriz. Böyle yapabilen yazarlar da vardır kuşkusuz ama yazı başına oturmadan önce bir gönül gezdirme vakti, bir aylaklık da gerekiyor. Biraz sözlük karıştırmak, sevdiğimiz şiirlerden parçalar okumak, okurken uyuyakalmak, rüya görmek, uyanınca rüyanın hatırlattığı bir filmi yeniden izlemek, çıkıp bir yürüyüş yapmak, bizi kurguya hazırlayacak müzikler dinlemek gibi… Bütün bu imgelem hazırlığı dışında sadece saf tembellik etmek, zihni boşaltmak da gerekiyor. Sessizliğe ve kimsesizliğe gereksinim duyuluyor. Gaye’nin (Boralıoğlu) bir öyküsünde söylediği gibi, “Hayal gücünün iyi çalışabilmesi için başka bir insana çarpmaması gerekir.”
Düş dünyamız uzun sessizliklerden, yeterince yalnız kaldıktan sonra kendi sesini yeniden bulup yükseltebiliyor. Zamanın tükendiği bilgisiyle huzursuz, göz sürekli saatteyken o alana girmek ve rahatça düş kurmak sahiden çok zor. Örneğin, babası kızımı aldıysa ve akşam saat 5-6 gibi geri getireceğini söylediyse, benim günlük işlerim saat 4 gibi bitse bile geriye kalan vakitte yazmaya oturamam. Otursam da bir türlü kendimi bırakamam. Sınırlı bir zaman ayrıldığında, her coşku gibi yazma isteği de bölünme, yarım kalma kaygısıyla sönüyor. Deftere bakıp “İstersen hiç başlamasın” diyoruz.
Şimdiye dek bana kalan zamanı neden doğrudan yazmaya ayıramadığım üzerine çok düşündüm. Kendime doğru eleştiriler yöneltip yerinde telafilerle nadir bulduğum boş zamanı kullanışlı hâle getirmek istedim. Dört yılı aşkın bir zamandır yalnız anneyim. Ben kelimenin tam anlamıyla yalnız anneyim ama yeryüzündeki annelerin belki yüzde 95'inin de ebeveynlikte zaten yalnız bırakıldığını söylemek lazım. Ev işleri ve çocuk bakımından geriye kalan zamanda yarı zamanlı yürüttüğüm iki işim var. Bazen ek işler de çıkıyor. Ev işlerine genellikle pek fazla kafa emeği harcanmıyor, malûm. Alışveriş, yemek, temizlik, çamaşır… Çocuk bakımı dediğimiz şeyde ise çoğunlukla es geçilen kuvvetli bir bileşen var: duygusal emek. Çocuğunuzla ya da evdeki bir hayvan dostunuzla ilgilenirken aklınızla, kalbinizle de orada olmalısınız. İstediğiniz de budur zaten. O zaman size özeldir, geri gelmeyecektir, o sevgiye, bağa sizin de gereksiniminiz vardır.
Bir kadının gündelik işlerle uğraşırken sırtlandığı zihinsel ve duygusal yükleri göz önünde bulundurursak, gün içinde hayal gücünü dilediğince işletmeye pek fırsat olmadığı zaten görülecektir. Gündelik işlerden biraz sıyrıldığımız vakitlerde de evin biraz dağınık olması, aynı yemeğin ikinci gün yeniden sofraya konması gibi meselelere çok fazla kafayı takmıyorsak, sekiz saat yerine altı saat uyumaya da razıysak, günde ortalama üç saati yazmak için ayırabiliriz.
Yazma uğraşından ayrı tutulamayacak okuma uğraşına, müzik dinlemeye, aylaklığa, film izlemeye, dostlarla sohbet etmeye, ertesi günü planlamaya da aynı süre içinde vakit ayrılmalı. Bu üç saat büyük olasılıkla yine bakmakla yükümlü olduğunuz insanlarla aynı çatı altında, bölünmelere, dikkat dağıtıcılara açık geçecektir. Bazı şanslı yazarların ise bir yazı odasından ziyade yazı evi var ve bu yalıtılmış ortamda, sadece düş kurmaya ayrılmış bir mekânda imgelemin özgürlüğünü deneyimleyebiliyorlar. Bu şanslı yazarların da çoğu erkek ve tabii varsıl insanlar.
Evli ve çocuklu bir kadın yazarın çıkıp yazı evine gidebilmesi için öncelikle elbette böyle bir eve sahip olacak maddi gücü olması, ev ahalisinin de bunu mazur görmesi gerekli. Bu esnada asıl ev, varsa çocuklar, başka bir kadının sorumluluğunda olmalı. Malûm, kadınlar ev temizliğinde, mutfakta, çocukların, yaşlıların ya da ev hayvanlarının bakımında maddi durumları elverirse yine başka kadınlardan ücretli destek alabiliyor. Bu destekler bir nevi zaman satın almak olarak da yorumlanabilir. (Burada da üzerine düşünülmesi gereken tuhaf bir ekonomik hiyerarşi doğuyor. Ancak bu konu bu yazının kapsamı dışında.) Ortak ev ve ortak çocuklara ayrılacak zaman ve emeği büyük oranda kadın sarf ediyor. Ekonomik gücü yeter de bu işlerin bir kısmını bir başka kadına ücretli olarak devrederse de kendi zamanını kendisi satın almış oluyor.
Evli kadın arkadaşlarımdan şöyle cümleler işittim: “Bakıcıya para yetiştiremiyorum.” “Nasıl,” diyorum, “iki maaşla nasıl para yetiştirilmez?” “Ben veriyorum bakıcının parasını, o katılmıyor ki,” diyor. Çünkü çocuğa bakmak annenin görevi ve bakamayacaksa başka bir kadına bakıcı parasını ödemek de onun sorumluluğunda. Başka bir kadın arkadaşım, çocuğun mama parasını kendisinin ödediğini söylüyor, eşi şimdiye dek hiç mama almamış. Çünkü çocuğu beslemek annenin görevi olarak zimmetlenmiş kadının üstüne, yeterince sütü yoksa ya da sıklıkla emzirmek için yanında kalamayacaksa mamayı kendisinin satın alması gerekiyor. Biz Anneler Günü'nde ütü gibi ev gereçleri hediye etmenin ne kadar yakışıksız olduğunu tartışırken, bir kadın arkadaşım ev bütçesinden ayrı, kendi parasıyla taksitle ütü aldığını söylemişti. Bu örnekler uzar maalesef. Evli ve çocuklu kadınlar için hayat sahiden çok zorlu ve yoğun geçiyor. Yalnız kadınlar içinse eşit işe eşit ücret gibi birçok toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi, bunların yarattığı fiziksel ve zihinsel yorgunluklar sürgit ediyor.
Bütün bunlarla birlikte ve bunların dışında bir kadının zihinsel mesaisi çok yoğun. Küçük bir örnek:
aa yeni kitabı mı çıkmış onun e harika arabası olan biri yardım etse toplu ucuz mama alsak bu çocuk ne zaman tetanos aşısı olmuştu çarşamba süt günü yoğurt mayalanacak o saatte çıkamam süt gelecek çiçekler sulanacak kedi kumu temizlenecek hafta sonu sabahları patatesli omlet seviyor ya markete gideyim ya da patates salatası yerine başka bir şey yapmalı yemeğin yanına babası yine para göndermemiş bu okul taksiti ne zaman ödenecek bu yaz tatile götürmeyecekmiş babasının onu sevmediğini düşünmesin çocuk bir mesaj yazayım azıcık ilgilensin ya da telefon etsem of patron yaz sonu yeniden işten çıkarmayı gündeme getirebileceğini ima etti biraz fedakârlık yap diyor sen ailedensin ben ailedenim ben fedakârlık yaparım bilirim fedayı bu çocuğun aşı kartı nerede şu üç boyutlu filmi görmek istiyor bütün pazar öyle gitti desene ev temizlenecekti o yemek yenmez artık son tarihi ne zamandı o yazının saçımı kestirmem gerek satın almaya neden o teknisyenle gidildi diyor patron ben o adama güvenmem bilmiyor musun arkamdan iş çeviriyor bunları sen takip edeceksin kombinin bakımı eylülde meme ultrasonuna bu ay yeniden gitmem lazım ateşi var okula gidemeyecek benim bugünkü planlarım kaldı işler kaldı matematikte zorlanıyor her akşam oyunla bir çeyrek saat matematik çalışmalı youtube’a bak kardeşin aramış para istiyor bina yöneticisi dış cephe kaplaması diyor sen anlarsın şu İngilizce bi okur musun bu krem nasıl kullanılıyor babasından geldi akşam yemeği yememiş banyo yapmamış sen yaptır n’olcak e ben yaptırdım uyuması 11’i buldu sabah da kalkamadı çocuk okula gidemedi evde yine benim işler kaldı bugün yoğundu haliyle ben gidemeyeceğim toplantıya nasıl yapsak çağrı merkezini arar mısın telefonum çalışmıyor şunları iade edebilir misin faturası burada e bu sandalet olmuyor ki ayağına ne giyecek bu çocuk şimdi sana güveniyorum bu gece o çeviriyi bitirirsin herhalde sabah göndereceğiz ama bu gömlek ütüsüz bazen fedakârlık gerekiyor Berlin’deki enstitü yeniden ilan açmış git bir sor pasaportunu verecekler mi bu ülkede kız çocuğu büyütülür mü bu yaşta böyle giydirirsen dans etmeyi seviyor her gün en az yarım saat dans ediyoruz çok mutlu oluyor şükret sağlıklısın ihmal etme doktorla sen konuş kemoterapiye devam edecek mi evini de almışsın e ödeyeceksin tabii öyle kolay mı daha gençsin regl yaklaşıyor depresif hissediyorum asıl erkek olmak çok zor ne diyorsun sen ama şirketi küçülteceğim bazı çalışanların maaşlarını azaltma fedakârlığı göstermesi gerek hani kadın erkek eşitliği diyordunuz ıssız falan dinlemem saha mühendisiyim diyen kadın da olsa gidecek oraya kim rahatsız edecek ya onu tipine baksın aa yarın pazartesi çocuğun formasını yıkamadım!
Herkesin sustuğu ve onun cesaret bulup konuşmaya başladığı anları nasıl çoğaltacağız? Cesaret edip sesini yükseltmesi için dünyevî hiçbir şeyle, başka insanların sorumluluğuyla boğulmadığı o boş zamanı nereden bulacağız? “Söz hakkı şimdi senin ve şu kadar zamanın var,” dendiğinde tıkır tıkır işlemeye başlayan bir şey midir hayal gücü? Öncelikle bir süre serbest bırakılması gerekmez mi? Gecelerin ve sokakların hetero erkeklere ait olduğu bu düzende, aylaklık etmek, başını alıp gitmek de erkeklere bahşedilmiş. Ruhları daha özgür olduğu için mi? Biz kadınlar fazla mı evciliz ve özgürlükten yeterince anlamıyor muyuz? Ataerkil tarih boyunca kamusal alanlara kadınlar hâkim olamadı, kadınlar bu nedenle ev içlerinde kendilerine bir kamusal alan ürettiler. Sosyalleşme gereksinimini, sokağı, kabul günleriyle, buluşmalarla eve taşıdılar. Bu kez de ancak ev içlerinde bulabildikleri özel alan ve zaman hane içi iş yükü arttığı için daha da daralmış oldu. Herkesin bir günü 24 saat sürüyor maalesef ve kırpa kırpa ya da hızlanarak kendimize özel zaman ve alan devşirmemiz gerekiyor. Her kadının kendi alanını yaratmak ve o alanı muhafaza etmek için geliştirdiği birtakım yöntemler vardır mutlaka.
Ben zihnin yükünü hafifletmek için takvim kullanıyorum. Yapılacak her şeyi günü gününe not ediyorum. Bir haftaya başlarken, o hafta yapılacak şeyler aşağı yukarı belli oluyor. Yakın arkadaşlarla kısa kahve buluşmalarını bile takvime yazıyorum. Zaten yapılacaklar listesi hazırlayıp tik atmayı seven biriyim. Çözümü zor görünen sorunlar üzerine de yazarak düşünüyorum. Ya da fikrine güvendiğim birine danışıp zihnimi bu konuyla olabildiğince az yormaya çalışıyorum. Zihin yorgunluğunu atamıyorsam, kafama takılan bazı meselelerden kurtulamıyorsam, meditasyon yaptığım da oluyor. Bağlı olduğum ve artık alıştığım günlük, haftalık, hatta yıllık rutinler var. Gündelik işler böyle bir düzene bağlanıp etrafı sınırlarla çevrildi mi plansız programsız işlere de yer açılabiliyor. Her şey yine ve elbette tıkırında gitmiyor. O bakımdan da takıntılı değilim, bazı şeyler hep aksayacak tabii ki, hayat bu. Bazı hesapsız şeyler de gürül gürül akacak.
Öykülerimi gece yazma alışkanlığımdan kurtulmaya çalışıyorum, nadiren de olsa gündüz bir fırsat çıkabiliyor çünkü. Son birkaç yıldır uyku arasında ya da yolculukta ses kaydı alarak, yalnız kaldığım ve yeterince uzun vakit bulduğum her ortamda defterimi çıkarıp en azından o günkü düşleri kaydederek günün farklı zamanlarını da kullanmaya çalışıyorum. Farklı mekânlarda yazmaya öteden beri alışkınım. Kendime ait bir odam çok geç oldu. Uzun zaman yatakta defteri kucağıma alarak ya da geceleyin mutfak masasında yazdım. Bir odaya, bir masaya dağılma lüksünü elde edemediğimden, kurgu düşüncelerini de hep zihnimde ya da yanımda gezdirdiğim defterlerde taşıdım. Tür olarak öyküye yönelmemi bile bu koşullara bağlayabilirim. Küçük bir alanda kurgusal bir dünya yaratmanın cazibesi bütün yaşantıma sirayet etmiş durumda zaten. Neden roman yazarları çoğunlukla erkek? Kadın yazarların çoğunun her gün düzenli olarak sadece yazmaya ayırılabilecekleri bir zaman dilimi yok çünkü. Kurgu düşüncelerini masaya erişene kadar zihnimizde taşıyoruz, imgeler kâğıda dökülene dek içimizde dönüp duruyor, pişiyor. Beden kısıtlanırsa, söz dili gelişir. Yaşamasız hayatlar imgeye ve düşe sığınır. Kadınların edebiyatta dili bozup yeniden kurma eğilimlerini de bu kısıtlara bağlıyorum. Yeni dil, yeni düş alanları, giderek yeni yaşam ve mücadele alanları demek oluyor. Bütün bu mücadele boyunca deneyim paylaşmak, dayanışma ve dostluk da gelişiyor. Konuşabilmek, söz diline güven duymak kadınlar arasındaki dostluğu da derinleştiriyor.