Hakikat-sonrası: Derin bir sorunun anatomisi

Lee Mcintyre’ın çalışmasını adadığı kriz, belki tüm diğer krizleri anlamamıza da olanak sağlayan, anahtar bir kriz: onun deyimiyle, hakikat-sonrası çağa özgü olan şey, gerçekliği bilme düşüncesinin değil bizzat gerçekliğin varlığının hiçe sayılmasıdır

27 Haziran 2019 09:30

Çağımız daha şimdiden çok fazla sayıda ada layık görüldü ve önemli bir kısmı “sonrası” kelimesiyle bitiyor: “Fordizm sonrası,” “modern sonrası,” “insan sonrası,” kuşkusuz “Soğuk Savaş sonrası”, nihayet “hakikat-sonrası.” Farklı adları da hatırlayıp listeye ekleyebiliriz. İşler adlandırmaya geldiğinde, kendileri ayrık bir isim olmaksızın önek ya da bir nitelemeyle türetilen adlar genellikle bir geçiş aşamasını akla getirir. Bunun nedeni, bir çağın henüz kendi adını ve karakterini tam olarak bulamaması, daha ziyade bir ayrılmayla işaretlenebilmesinde aranabilir. Yani “modern sonrası” ya da postmodern adı, modernliğin çözülüşünü ama içinden çıkılamayışı, yani eski olan çözüldüğü hâlde yeninin doğamadığı bir kriz durumunu imler. Dolayısıyla, çağımıza yönelik tüm adlandırmaları bir arada düşündüğümüzde, çağımızın süreğen bir kriz çağı olduğunu söyleyebiliriz.

Bu krizlere dair epey yüklüce, yıllarca okusak tükenmeyecek bir külliyat birikti ve birikmeye devam ediyor. Lee Mcintyre’ın kitabı, Hakikat-Sonrası da külliyatın bir parçası. Fakat McIntyre’ın çalışmasını adadığı kriz, belki tüm diğer krizleri anlamamıza da olanak sağlayan, anahtar bir kriz: onun deyimiyle, “hakikat-sonrası çağa özgü olan şey, gerçekliği bilme düşüncesinin değil bizzat gerçekliğin varlığının hiçe sayılmasıdır.” (s. 31) Sorun kuşkusuz epistemolojik, yani bilginin imkânına dair değil, fakat karşı karşıya olduğumuz gerçeklikle kurduğumuz ilişkiye, yani etik ve politikaya dair bir sorundur. Mcintyre’ın çalışması, en temelde, tam da bu etik-politik sorunu katederek hakikat-sonrası manzarayı sorunsallaştırıyor.

Hakikat-sonrası durum: Bilgi ve kamuoyu

Fakat nasıl bir manzaradır bu? Mcintyre bilhassa Donald Trump’ın seçilme sürecini mercek altına alarak, ancak onu önceleyen başka bir dizi fenomene de (yaratılış yanlısı kampanya, aşı karşıtı kampanya vb.) değinerek sorunu ortaya koyuyor. Trump’ın seçim kampanyası ve başkanlığı, olguların alenen inkâr edildiği, hatta bu inkâr çerçevesinde çeşitli “sözde” hakikatlerin icat edildiği bir süreç. En bilinen örnekleri, Trump’ın seçim kampanyası sırasında Obama tarafından dinlendiği ve Hillary Clinton’ın yakında öleceği gibi delil gösterilemeyen absürd haberlerin dolaşıma sokulması. Fakat sorun, böylesi dezenformasyon yaratmaya odaklı bir dizi haberin öne sürülmesi gerçeğinden ziyade, gerçekliğe ilişkin temel bir tutum: “Kişinin kendi konumunu destekleyen olguları işine geldiği gibi kullanıp, desteklemeyenleri bütünüyle reddetmesi, hakikat-sonrası gerçekliğin yaratılma sürecinin olmazsa olmaz bir parçası gibi görünmektedir.” (s. 50) Bu tutum “sigaranın kanser yapmadığı,” “iklim değişikliği gibi bir sorunun gerçek olmadığı” gibi başka kampanyalarda da görülebilir. Kitabın amacı öncelikle bu tutumun muhtevası ile öncüllerini ve yalanların kamuoyu tarafından benimsenişinin mekanizmalarını aydınlatmak.

Bu öncüller, önce ABD entelektüelleri arasında, sonra tüm dünyada “postmodernizm” adıyla yayılan bir felsefî ve sosyal bilimsel söylemin içinde temellerini buldu. Kuşkusuz postmodernizmin içerdiği sosyal inşacılık ile kültürel göreliliğin politik amacı, daha ziyade, toplumsal eşitsizliğin mağdurlarına, eşitsizliği sözde bilimsel temellerle gerekçelendirmeye kalkan konumları eleştirecek silahlar sağlamaktı. Olgu olarak sunulan ve bilimsellik halesiyle kuşatılan ayrımcı fikirlerin elinden bilimsellik halesini söküp almanın ve bilimin bile bir bakış açısına bağımlı olduğunu söylemenin içerdiği kuvvetin inkâr edilemez bir cazibesi ve politik bir anlamı var. Fakat sol eğilimli postmodern eleştirel etkinliğin ve onun kullandığı argümanların sağ tarafından iç edilmesiyle birlikte manzara epey karışmış, belki solun hayal dahi edemeyeceği nihai adımı sağ atmıştı: Gerçeklik, gerçeklikle ilişki kuranın hissiyatına ve aslında iradesine bağımlı hale gelmiştir.[1]

Hakikat-sonrası stratejiler, tam da bu öncüllerden hareket ederek, bilimsel olarak ihtilaflı olmayan meselelerde dahi (iklim değişikliği, evrim vb.) ihtilaf varmış gibi göstererek hareket etmeye dayanır. Zira, eğer olgular ve olguları bağlayan nesnel bağlamlar ile nesneler sosyal olarak inşa edilmişlerse, her bilimsel doğruluk iddiası kendiliğinden bir ihtilafın konusu hâline gelir. Böylece, bilim camiasının üzerinde uzlaştığı sigara-kanser ilişkisi gibi tartışma götürmez görünen konular bile, şirketlerin biraz teşviki ve yanlı sözde araştırmalarıyla ihtilaflı bir meseleye dönüşebilir. Zira bilimsel açıdan olgu kabul edilen her şey, artık, insanların kaprisleri ile insanî melekelerin ürünleri olarak görülebilir. İddialar bir kez öznelerin ötesine uzanan güç ile varlıkların etkilerini hesaba katmaksızın öne sürüldüğünde, iddia edilen şeyin doğruluğunun ölçütü, başka fikirleri bastırma, yaygın kabul edilme gibi salt sosyal göstergeler olur. Şimdi, Mcintyre’ı izleyerek hakikat-sonrası iddiaların üretiminin mekanizmasını ele alalım.

Kuşkusuz, hakikat-sonrası durumumuzda, yalan içeriklerden beslenen failler, yani politikacılar, şirketler, blogger’lar, savaş yanlıları, borsa simsarları vb. her türden figür kamuoyunu yönlendirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Diğer yandan, asparagas haberler ile çarpık ve yalan araştırmalar gizli birtakım planların parçası da olabilir.[2] Fakat her halükârda asıl mesele, bunların karşılık bulması, yani “kamuoyu”nun algısını şekillendirebilmesidir. Mcintyre’ın Hakikat-Sonrası, psikoloji araştırmalarını da odağına alarak, kamuoyunu maniple etmenin mekanizmalarını başarılı bir şekilde sergiliyor. Kitabın argümanlarını tekrar etmektense, Mcintyre’ın işaret ettiği sosyal ve psişik mekanizmaları kısaca serimleyelim.

Kitabın “Bilişsel Önyargının Kökenleri” bölümünde Mcintyre, öncelikle sosyal psikologların analiz ettiği üç klasik mekanizmayı öne çıkarıyor: bilişsel uyumsuzluk, toplumsal uyum ve doğrulama sapması. Bunlar sırasıyla, insanların inançlarını “kendi sezgileriyle ya da akranlarının sezgileriyle bağdaştırmak adına […] aklın normlarının ve düzgün kanıt ölçütlerinin dışında oluşturmaya teşne” olmasıdır. (s. 56-57) Yani insanlar, kendi inançlarını olguya bağlılıkla ya da yanlışlama yollarını arayarak değil, kendi kaprisleri ve ait oldukları gruplarla uyumlu olması açısından düşünürler. Bu mekanizmalara ek olarak dört etki de bu uyumu artırmaktadır: kaynak amnezisi, tekrar etkisi ve geri tepme etkisi ile Dunning-Kruger etkisi. Kaynağı unutulan bilginin anonimlik kazanması ve tekrar etkisinin ne kadar şiddetli bir mekanizma olduğu sosyal medya çağımızda yeterince aşikâr. Zira sosyal medyalar boyunca yayılan “bilgiler,” kaynakları siliyor ve böylece güvenilirliği sorgulamayı, en azından sıradan bir insan için, güçleştiriyor. Ayrıca bir “mesaj”ın defaatle kullanıcıların önüne düşmesi, onun gerçekmiş gibi kabul edilmesini kolaylaştırıyor. Fakat asıl dikkat çekici mesele son iki etki, yani geri tepme ile Dunning-Kruger etkisi. “Geri Tepme Etkisi, kendilerine siyasî olarak faydası dokunan inançlarından birinin yanlış olduğu yönünde bir kanıt sunulduğunda partizanların, kanıtı reddedip hatalı inançlarına daha da inatla” sarılması. (s. 61) Dunning-Kruger etkisi ise, “düşük kabiliyetli öznelerin kendi liyakatsizliklerinin farkına varmaktan nasıl âciz olduklarına ilişkin bilişsel önyargı”ya denir. (s. 63) Yani uzmanı olmadığımız bir konuda, cüretkârlıkla oradan buradan edinilmiş malumatla uzmanmış gibi caka satmaya.

Hakikat-sonrasının ötesi: Bir gerçeklik etiği için notlar

Mcintyre sadece manzaranın kötülüğünü resmetmekle ve onun nasıl işlediğini anlatmakla yetinmiyor kuşkusuz. Kitabının son bölümünü hakikat-sonrası ile mücadeleye ayırıyor. Ben burada önerilerini tekrar ederek sıkıcı olmak ve kitaptan alınacak zevki engellemek istemem. Fakat şu sözleri alıntılamaya değer: “Hakikat-sonrası, gerçekliğin kendisiyle alakalı bir şey değildir; insanların gerçekliğe nasıl tepki verdikleriyle alakalıdır.” (s. 153) Nasıl soruları, bilhassa varoluş açısından etik-estetik ve politik bir bağlama açılırlar. Ontolojinin estetik, etik ve aynı zamanda politika olabilmesinin nedeni de bir yandan budur belki. Zira her ontoloji gerçekliğin kurulumu ile ilişkili olduğu oranda, kurulum meselesinin nasıl sorunu etrafında dönmesi kaçınılmazdır. “Kurulum” kavramı bizi yanıltmasın, yeniden ne insan merkezci bir iradeciliğe ne de sosyal inşacılığa dönmeyi muştuluyor. Aksine.

Gerçekliğin kurulumu sorunu, çağımızda dil-söylem merkezli bir yörüngeden ayrılıyor. “Yeni metafizik” olarak tanımlanan ve yeni materyalizm, nesne yönelimli ontolojiler, spekülatif realizm gibi çağdaş girişimleri içeren felsefî güzergâhlar, artık insan merkezcilik sonrası bir gerçeklik kavrayışına erişmekte olduğumuzu gösteriyor.[3] Bu kavrayış basitçe, gerçekliğin kurulumunda insan olmayan varlıkların failliğinin tanınmasından ve insan-olmayan varlıkların varoluşlarının dil, söylem, kullanım gibi insanî ilişkiler tarafından tüketilemeyeceği fikrinden hareket ediyor. Bu yüzden gerçeklik artık ister topluluk ister birey ister “toplumsal ilişki” olarak kavransın, insanî bir inşa olarak anlaşılamaz. Aksine, olgu durumları kadar öznelliğin üretiminin de etkin bileşenleri olan sayısız insan olmayan varlık, hakikatin çarpıtılmasına ve gerçekliğin inkârına, yani gerçeklik üzerindeki iradeci keyfiyete direnir. Açık uçlu ve insanî önyargıları kökten hedef alan çağdaş felsefî girişimlerin hakikat-sonrası durumumuzda hakiki bir panzehir işlevi görüp görmemesi kuşkusuz geleceğin sorusudur. Fakat gerçeklikle ilişkili etik sorunun düşüncenin önünde yeni bir ufuk açtığı inkâr edilemez. Bu açıdan bakıldığında, önümüzdeki mesele, insanı en zayıf varoluş tarzlarına mahkûm eden ve gerçekliğin inkârı kadar nefrete, köktenci şiddete ve eşitsizliğe mahkûm eden gerçek koşulları hedef almak gibi görünüyor.

Hakikat-sonrası sorun cehalet, aptallık, tarafgirlik gibi terimlerle düşünüldükçe, tartışma tıkanmaya meyilli görünüyor. Zira bunlar, belli bir anlamda hakikat-sonrası eğilimleri geri besliyor olsalar da, yine de, daha derin bir toplumsal sorun silsilesinin ürünleridir. Felsefî olarak, politik, etik ve estetik olarak yüzleşmemiz gereken şey, insanların kendi varoluşlarını kimlik biçimi içinde kıstırmaya, kimliklerinin savunusu ile aidiyetlerinin haklı çıkarılması için yalana inanmaya eğilimidir. Mevzubahis eğilimi koşullar ortadan kalkmadıkça, hakikat-sonrasının keskin ama çarpık kılıcı üzerimizde sallanmaya devam edecek.

 

Lee McIntyre'ın Hakikat-sonrası kitabından tadımlık bir bölüm okumak için tıklayın.

[1]  Kuşkusuz postmodernizm olarak çabucak paketlenivermiş akademik eğilim ile o paketin içine hızlıca atılmış Nietzsche, Foucault, Derrida, Lyotard ve bir dizi başka filozofun felsefî sorunsalları arasında bir makas var. Fakat bu başka bir çalışmanın konusu.

[2]   Burada, Trump’ın seçim kampanyası ile Rus istihbaratı arasındaki bağlantılara dair iddiaları hatırlayabiliriz.

[3]  Hakikat-Sonrası kitabının yayınevi Tellekt, bu alandaki temel kitapları da okurlarla buluşturacak.