"İnsanları savunmasız ve sürekli tehlike altında hissettiren sadece virüsler mi, “faal ve üretici hayat” fetişleştiğinde yılların geçmesi engellenemeyeceğine göre, herkes için kaçınmanın asla mümkün olmadığı yaşlanma tehlikesi her daim kapıda değil mi? Buna karşı savunmasız değil miyiz? Bütün bunlar pandemi halinde sarmış durumda değil mi bütün dünyayı?"
15 Mayıs 2020 18:20
Philip Roth’un son romanı Nemesis’te (2010) olaylar 1944’teki polio (çocuk felci) salgını sırasında geçer; bu roman onun “Nemeses” adını verdiği dörtlemesinin de son kitabıdır. Sokaktaki Adam (2006), Öfke (2008), The Humbling (2009) ve Nemesis’ten oluşan bu dörtlemedeki romanlar Roth’un önceki romanlarının yanında kısa sayılacak uzunlukta olduklarından “Kısa Romanlar” altbaşlığıyla da anılırlar. The Humbling dışındaki öbür üç roman Türkçede de 2010’dan itibaren yayımlandı. Beri yandan bu dörtleme Roth’un son dört romanı değil; Sokaktaki Adam’la Öfke’nin arasında 2007’de onun meşhur alter egosu Nathan Zuckerman’lı romanlarının sonuncusu Ve Hayalet Sahneden Çekilir yayımlanmıştır.[1]
Nemesis Yunan mitolojisinde tanrıların huzurunda kibirle böbürlenenlerden intikam almanın ve haksızlıklar karşısında duyulan öfkenin tanrıçasıdır. Dörtlemenin başlığı olan “nemeses” de “nemesis”in çoğulu. Haksızlıklara karşı duyulan öfke İngilizcede indignation kelimesiyle karşılanıyor ki Roth’un Öfke romanının özgün adı da bu! J. M. Coetzee, “nemesis” kelimesinin kökeni olan “nemo”nun dağıtmak anlamı taşımasından ötürü bu terimin gerisinde talihin evrende nasıl dağıtıldığı fikri olduğunu savunur ve Roth’un Nemesis’ini Sophokles’in Kral Oidipus’uyla karşılaştırarak değerlendirir. [2] Oidipus’un babasını öldürüp annesiyle yatmış olması onun kasıtlı eylemleri değildir, büyük talihsizliktir, ne var ki bu eylemleri onu ve dokunduğu her şeyi kirletmiştir. Nemesis’in başkahramanı Bucky’in kaderini Oidipus’unkine benzeten Coetzee, antik Yunan dünya görüşünde olduğu gibi Oidipus anlatısının da merkezinde, modern ve post-trajik tahayyülün yabancısı olduğu şu sorunun yer aldığını ileri sürer:
“Bireylerin hayat çizgileri muazzam evrensel güçler tarafından kesilirken adaletin mantığı nasıl çalışıyor olabilir? Bilhassa bir kehaneti hayata geçirerek bilmeden etmeden babasını öldürüp annesiyle evlenen adamın kaderinden öğrenilecek olan nedir?” (s. 41)
Nemesis’teki genç adamınki de benzer bir talihsizliktir Coetzee’ye göre; salgına karşı öğrencilerini korumak mecburiyeti hisseden, bir yere kadar kendisini buna adayan, bu adanmışlıktan vazgeçtiğinde de yoğun biçimde suçluluk duyan, sağlıklı, güçlü kuvvetli bir beden eğitimi öğretmenidir Bucky Cantor, ama belki de salgının daha da yayılmasına neden olanlardan biridir, üstelik çok sevdiği öğrencilerine, sevgilisine değilse de, sevgilisinin kız kardeşine. Polio testi pozitif çıkar, sağlığını, gücünü kuvvetini, moralini büsbütün kaybeder, ama hastalığı öğrencilerine taşıyan o mudur, bunu tam olarak bilmek mümkün değildir, çünkü salgın nedeniyle virüs zaten hızla yayılmaktadır.
Nemesis’in arka fonunda, salgınlarla ilgili okuduklarımızdan bildiğimiz ve içinde bulunduğumuz COVID-19 salgınında bizzat tanık olduğumuz pek çok olay mevcut. Hastalığın önce önemsenmemesi, salgının inkârı, işler sarpa sarıp hastaların ve ölenlerin sayısı inkâr edilemez hale gelince bu kez günah keçilerinin bulunması (tespiti yapanlara göre bu günah keçileri İtalyanlar, Yahudiler, gecekondulardan gelen siyah kadınlar, zekâ geriliği olan bir adam ya da postacılar olabilmektedir), hayatın normal akışının kesilmesine gerekçeler bularak ayak diretilmesi…
“Yaz boyunca insanların bu bültenden işittiği ya da okuduğu hiçbir şey bekledikleri gibi değildi; salgının artık sona ermek üzere olduğu haberini almayı ümit ederken, yeni vaka sayısının günden güne arttığını görüyorlardı. Rakamların insanlar üzerindeki etkisi de, kuşkusuz, cesaret kırıcı, korkutucu ve yıpratıcı oluyordu. Bunun sebebi, bu rakamların radyoda işitmeye ya da gazetede okumaya alışkın olduğumuz türden alelade numaralardan ibaret olmamasıydı […] Dehşet verici bir hastalığın ilerleyişinin çetelesini tutan rakamlar söz konusuydu.” (s. 85)
Yaşanan korku ve alınan tedbirler de veba salgınlarının anlatıldığı metinleri okuyanlar için çok tipik:
“[Bazı] otobüs hatlarının şoförleri koruyucu maske olmadan Weequahic’e girmeyeceklerini söylüyor. Bazısı bu tarafa gelmeyi hiç düşünmüyor. Postacılar buraya dağıtım yapmaktan kaçınıyor. Mağazalara […] mal tedarik eden kamyon şoförleri de gelmek istemiyor. Dışarısı ne kadar bunaltıcı olursa olsun, yabancılar mahalleden pencerelerini sıkı sıkı kapayarak geçiyor. […] Bazısı öyle konuşuyor ki, sanki polio salgınından kurtulmanın en emin yolu bütün Weequahic’i içindeki Yahudilerle birlikte yakmak.”
Bağlamı çok farklı olmakla beraber tanıdık gelecek bir cümle daha: Bucky hastalığın yayıldığı yerden öğrencilerini bırakıp sevgilisinin bulunduğu kampa gittikten, kendi deyişiyle kaçtıktan sonra suçluluk duymaya başladığında onu teselli etmeye çalışan sevgilisi Marcia’nın ağzından şu cümle dökülür: “Biz birbirimize yeteriz.”
Tesadüfler tiranlığı
Philip Roth, Nemesis’i bir salgının tarihçesini edebi bir form içinde kurgulamak için yazmış değil kuşkusuz, salgını romanında tartışmayı düşündüğü meseleler için uygun bir fon olarak seçmiş. Romanda başkahraman Bucky’nin hikâyesi üzerinden farklı konularla karşılaşırız. İlki Coetzee’nin de vurguladığı gibi Bucky’nin trajik talihsizliği, daha doğrusu böyle bir talihsizlikle karşılaştığında verdiği tepkidir. Bu tepkisi en başta yetiştirilme biçiminden kaynaklanıyordur – ağır bir erkeklik halidir bu. Bucky’nin talihsizliğini hayat hikâyesinin bütününden ayrı değerlendirmek de mümkün değil. Annesinin doğumu sırasında ölmesi, babasının hapishanede bir hırsız olması, tahliye olduktan sonra hiç görüşmemiş olmaları, zor koşullarda yaşamış dedesi tarafından savaşçı bir dünya görüşü edinecek şekilde yetiştirilmesi, bununla birlikte gözlerinin ileri derecede bozuk olması yüzünden bütün arkadaşları askere alınıp 2. Dünya Savaşında farklı cephelerde savaşmaya giderken onun Newark’ta kalması.
Bunlar sadece ona ait olsa da, Bucky’nin hikâyesi sadece bireysel bir hikâye değil: Marcia’nın ebeveynleriyle birlikte yaşadığı evdeki aile ortamının onun gözünde ideal ve kusursuz olması sadece yetimliğinin bir sonucu değildir mesela, toplumsal normların da etkisi var bunda. Polio virüsü kaparak hastalanıp kötürümleşmesinin ardından sevgilisine dönmek istememesi, sevgilisinin bundan sonraki hayatını zorlaştırmamak için yaptığı fedakârlığın yanında, belki ondan da önce bu çok düzgün aile hayatına artık kendisini layık görmeyişindendir. Marcia’nın babasının itibarlı bir doktor olması da büyük önem taşır onun hikâyesinde. Dr. Steinberg’le o pek imrendiği evde polio hakkında konuştukları sırada oraya gelirken hiç aklında olmayan nişanlanma ve Marcia’nın yanına yazlık eğitim kampına gitme fikrinin ansızın olgunlaşarak ağzından dökülmesi de içinde bulunduğu ortamın büyüsünün bir sonucudur. Keza sevgilisiyle görüşmemeye, haberleşmemeye karar vermişken Dr. Steinberg’in çalıştığı hastanenin antetli kâğıdına el yazısıyla yazıp imzalayarak gönderdiği mektup bir kereliğine de olsa aldığı karardan vazgeçmesine neden olur. O mektubun ima ettiği itibara karşı koyması imkânsızdır.
Bucky’nin bu inişli çıkışlı hayat hikâyesinde salgın ayrıca önemli bir yer daha tutar. Bu beklenmedik, akla hayale gelmez, trajik olay nedeniyle öğrencilerinin birer birer ölmelerine ya da sakat kalmalarına tanık oldukça Tanrı inancını sorgulamaya başlar. Küçücük çocukların ölmelerine izin veren bir Tanrı’ya inanmak istemez. Bu daha sonra sevgilisiyle ilk tartışmalarının da nedeni olacaktır. Bucky, salgına bir neden aramaktadır. Başlarına gelen bu felaketin açıklanabilir bir nedeni olması gerektiği kanısındadır. Böyle bir nedensellik arayışı bir kadiri mutlak inancından başka bir şey değildir aslında. Bu nedenle Tanrı inancını sorgulasa da bir tanrıtanımaz olduğu söylenemez Bucky’nin.
Bucky’nin hikâyesi öğrencilerinden birinin ağzından anlatılır romanda. Anlatıcının Arnie Mesnikoff ismindeki öğrenci olduğunu romanın yetmişinci sayfasına geldiğimizde öğreniriz, o sayfaya kadar olan bitenleri –dolayısıyla Bucky’nin iç dünyasını da– bilen üçüncü tekil kişi anlatıcının anlatmakta olduğunu zannederiz. Romanın son bölümünde salgından onlarca yıl sonra Arnie’nin yolunun öğretmeni Bucky’yle kesiştiğini ve salgın günlerinde neler yaşadığını, hissettiğini ona ayrıntılı olarak anlattığını öğreniriz. Kendisi de polio nedeniyle sakat kalan Arnie, romanın sonlarında edilgen bir aktarıcı olmakla yetinmeyip Bucky Cantor’la ilgili kendi görüşlerini de aktarır.
“Bu şehit, kafayı nedenlere takmış bu manyak faturayı ya Tanrı’ya ya da kendine kesiyor veya daha da ileri giderek mistik ve esrarengiz bir çıkarımla ikisinin korkunç bir birleşiminden tek bir yok edicinin meydana geldiği sonucuna ulaşıyordu. […] İtiraf etmeliyim ki bu yaptığı aptalca böbürlenmekten başka bir şey değildi; irade ya da arzu kaynaklı değil, tuhaf, çocukça bir dini yorumdan kaynaklanan bir böbürlenmeydi.” (s. 163)
Bucky’nin salgının ve sakat kalmasının ardından sevgilisiyle tartışması sırasında genç kadın da ondaki bu tuhaf kibirli böbürlenmeye vurgu yapar.
“Hiçbir şeyi doğru mesafeye koymayı bilemedin – hiçbir zaman! Sorumlu olmadığın halde kendini daima sorumlu tutuyorsun. Sorumlu ya korkunç Tanrı’dır ya da korkunç Bucky Cantor’dır.” (s. 160)
Çocukken polioya yakalanan Arnie’yse başlarına gelen ve her ikisini de kötürüm bırakan trajediye başka bir yerden bakmaktadır.
“Bazen bahtınız açıktır, bazen değildir. Bütün hayat öyküleri şanstan ibarettir ve ana rahmine düştüğümüz andan itibaren şans –tesadüfler tiranlığı– her şeydir. Mr. Cantor’ın Tanrı adını vererek kınadığı şeyin de şans olduğuna hükmetmişimdir.” (s. 150)
“Weequahic’te 1944 yazında yaşanan bir toplumsal trajedinin parçası olduğumu ve bunun bütün hayatımı ele geçiren şahsi bir trajediye dönüşmek zorunda olmadığını öğrendim.” (s. 165)
Ne ki “genel olarak çok derinlerine işlemiş bir başarısızlık hissi[yle dolu,] sadece polio nedeniyle kötürüm olmakla kalmamış, yakasını bırakmayan utançtan ötürü manen de bir o kadar hasar görmüş” olan Bucky’i yanına çekmesi asla mümkün olmayacaktır.
İstikrar yitimi
Nemeses dörtlemesini oluşturan romanlarda Bucky gibi şansı yaver gitmeyen adamların hikâyelerini anlatmıştır Philip Roth. Yaş, meslek, yaşadıkları dönemler pek benzemese de bu adamların hikâyelerinde tematik bir yakınlık kendisini duyurur. Başlarına gelenler karşısında aldıkları tutumlar benzeşir, tuhaf böbürlenmeleri de keza. En sonunda bu adamların hepsi Nemesis tarafından cezalandırılıyor olsalar da, onların trajik hikâyelerini anlatmakla Roth’un onlara değilse de hikâyelerine şefkatle yaklaştığı söylenebilir.
Sokaktaki Adam’ın kahramanı gibi “bir yüz yılın dörtte üçüne yakın bir süre[yi]” geride bıraktığı sıralarda kaleme alıp yayımladığı bu kısa romanlarda kendisine de öğüt vermek istemiş olabilir Roth. Ya da yaşadıklarından aldığı dersi olumsuz örnekler üzerinden anlatmak, paylaşmak arzusu gütmüştür – bu dersi ancak olumsuz örnek olabilecek hayatlar sürmüş olanların idrak edeceğini de hesaba katmak lazım tabii. Son romanı olan Nemesis’in sonlarında Arnie Mesnikoff’un Bucky’e söylediklerinde bütün bir özeti var belki de bu dersin.
“Kendinize bu kadar yüklenmeyin. Dünyada zaten yeterince zulüm var. Kendinizi günah keçisi haline getirerek durumu daha da kötüleştirmeyin.” (s. 167)
Öfke’nin anlatıcısı Markie de kız arkadaşı Olivia’ya çocukluğundan söz ederken kendisini kısa bir an için mutlu hissettiğinde, bunun geçmişi hatırlamakla ilgili olduğunu fark eder:
“Babamı bir zamanlar olduğu haliyle –eskiden hep olduğu gibi– hatırladığım için, tehlikelerin henüz baş göstermediği, o istikrarlı günlerdeki, herkesin kendini güvende ve evinde hissettiği o günlerdeki haliyle hatırladığım için mutluydum.” (Vurgu eklenmiştir.)
Sokaktaki Adam’ın hayatı, üç kez evlendiği için pek “istikrarlı” geçmemiş gibi görünse de, durum tam tersidir. İstikrarlı bir iş hayatı sürdürmüştür; onun istikrarını bozan emeklilik çağına denk gelen 11 Eylül saldırılarıdır. “Hayatta kalmaya yönelik isteğim derinlere kök salmış bir durumda. Ben buradan gidiyorum,” diyerek bir sahil şehrine yerleşir.
Başta harekete geçmesi için itekleyici bir rolü olur 11 Eylül’ün. Sadece itekleyici de değildir; farkında olmadan hep beklediği kötü bir şey sonunda gerçekleşmiştir. Tuhaf bir ferahlık bile olabilir hissettiği. “Herkesin güvenlik duygusunu altüst edip gündelik hayatlarına derin bir belirsizlik duygusu sokan o felaketten bu yana, onu her gün takip eden o anlamsız risk duygusundan kurtulmuştu[r].”
Gelgelelim, aynı zamanda “kök salmasının beklendiği bu yaşında kendini yerinden etmişti[r].” Gençlik yıllarında “basmakalıp ve maceracılıktan uzak biri” olduğu için o yaşlardaki gerçek tutkusu olan resim vasıtasıyla bir yolunu bulup para kazanarak hayatını sürdürme macerası yerine daha istikrarlı bir geçim sağlamak amacıyla reklamcılığı seçmiştir. Sahildeki yeni evinde resme dönmeyi tasarlar emeklilik planı olarak. Gelgelelim, sahildeki hayat onun için hiç de istikrarlı olmaz, aksine durgundur, “her zaman istikrar canlandırmıştı[r] onu, durgunluk hiçbir zaman canlandırmamıştı[r].” Durgunluğun yanı sıra terör saldırılarından uzak olacağını umarak yerleştiği sahilde daha da savunmasızdır.
“11 Eylül felaketi hayatında büyük bir değişiklik yapma fırsatını güçlendirmiş gibiydi, oysa gerçekte savunmasız günlerinin başlangıcı ve kendini sürgün edişinin nedeni olmuştu.” (s. 81) (Vurgu eklenmiştir.)
İstikrarsızlığın nedeni alışageldiği hayatın dışına çıkmasıdır, aralarına karışamayacağı emeklilerle dolu bir çevrede “bir ötekilik duygusu” ele geçirir onu. Önceki hayatına imrenir, o zamanlar hiçbir yerde “ötekilik” hissetmemiş olmasının muazzam bir güç olduğunu farkına varır. Beri yandan hiçbir zaman çok iyi olmayan sağlığı da kötülemektedir. Sokaktaki Adam’ın isimsiz kahramanı kendisini şanssız bulanlardandır. Polio yüzünden yirmi dört yaşında kötürüm kalan Bucky’i ya da on dokuz yaşında Kore Savaşında ölen, Öfke’nin anlatıcısı Markie’yi tanısaydı gene çok şanssız sayar mıydı kendisini, bilinmez, ama belli bir yaştan sonra sağlık sorunları teker teker karşısına çıktıkça sürekli olarak aynı genetik kökenleri olan ağabeyi Howie’yle kendisini karşılaştırmadan duramaz. Bariz bir şanssızlıktır onunkisi.
“Howie’den nefret ediyordu çünkü sapasağlamdı. Howie’den nefret ediyordu çünkü hayatında hiç hastaneye yatmamıştı, çünkü hastalık nedir bilmezdi. […] Sırf kendi olarak doğduğu ve bir başkası olarak doğmadığı için Howie’den nefret etmek gülünçtü. […] Ama şimdi ondan nefret ediyordu, haset duyuyordu, fesat biçimde onu kıskanıyordu ve Howie’nin hayata asılmasını sağlayan güç hiç sekteye uğramamış olduğu için ona karşı öfkeli düşüncelere kapılıyordu.” (s. 60-61)
Bozulan sağlık, ilerleyen yaş, dünyanın aldığı hal (terör saldırıları aklına geldiğinde kızı ve torunları için kaygılanmayı sürdürüyordur) içindeki boşluğu iyiden iyiye büyütmektedir. Büyük bir hevesle giriştiği resim de albenisini yitirir kısa sürede.
“Resim yapmak onun için sanki bir şeytan kovma ayini olmuştu. Ama hangi kötülük vardı kovulacak? Kendine ilişkin yanılsamalarından en eskisi mi? Yoksa yaşamak için doğulduğu ama yaşamak yerine ölündüğü bilgisinden kendisini kurtarmak için mi kaçıp resme sığınmıştı? Aniden hiçliğin içinde kayboldu, hiçlikte olduğundan çok, ‘hiçbir şey’in üç hecesinin sesinde kaybolmuş ve sürükleniyordu, dehşetin farkına varmaya başlamıştı. Tehlike içermeyen hiçbir şey yok, diye düşündü, hiçbir şey, hiçbir şey yok – başarısızlığa uğramayan hiçbir şey yok, o aptal resimler bile başarısızlığa uğradı!” (s. 63) (Vurgular eklenmiştir.)
Yaşlılığın bir savaş, “en zayıf haldeyken, eski halinden eser yokken ver[ilen] bir savaş”, hatta yaşıtlarının, arkadaşlarının yaşadıklarını tek tek düşündüğünde bir “katliam” olduğunu, “üretici, faal hayatının” sona erdiğini[3] düşündükçe ruhsal çöküntüsü büyür.
“Bir yüz yılın dörtte üçüne yakın bir süre yaşamıştı ve üretici, faal hayatı bitmişti. Ne üretken bir adamın erkeksi cazibesine ne de erkeksi keyifler yaşama yeteneğine sahipti ve bunların özlemini duymamaya çalışıyordu. […] Şimdi öyle görünüyordu ki, pek çok ihtiyar gibi o da azaldıkça azalıyordu. […] Olmayı asla hayal etmediği yere gelmişti. Unutuluşuyla ilgili endişelenme zamanıydı. Uzak gelecek, gelmişti.” (s. 95-96)
Ağabeyine duyduğu hasette, ilk evliliğinden olan oğullarının kendisine duyduğu öfkenin bir benzerinin bulunduğunu fark eder.
“Genelde soğukkanlı olan bu adam […] bütün hatalarından, bütün o kökü kazınamaz, aptalca, kaçınılmaz hatalarından duyduğu pişmanlığın saldırısına uğramış vaziyette –kendi sınırlarının verdiği ıstırapla sürüklenip yine de sanki hayatın tüm akıl almaz tesadüfleri kendi eseriymişçesine davran[ır].” (s. 94) (Vurgu eklenmiştir.)
Nemesis’teki mesele de bu değil miydi? Tesadüflerin de ziyadesiyle etkili olduğu bir hayatı bütünüyle kendi eseri olarak görüp bundan ötürü çöküntüye girmişti Bucky. Kibrin, böbürlenmenin tuhaf, ilk anda akla gelmeyecek halleridir bunlar. Ama benzerlikler sadece kişilerin başlarına gelenlere verdikleri tepkilerde değil. Bucky’nin mükemmel olduğunu düşünerek idealize ettiği hayat tarzıyla Sokaktaki Adam’ın gençlik tutkusundan feragat etmesine neden olan hayat arasında da paralellikler yok mu? İnsanları savunmasız ve sürekli tehlike altında hissettiren sadece virüsler mi, “faal ve üretici hayat” fetişleştiğinde yılların geçmesi engellenemeyeceğine göre, herkes için kaçınmanın asla mümkün olmadığı yaşlanma tehlikesi her daim kapıda değil mi? Buna karşı savunmasız değil miyiz? Bütün bunlar pandemi halinde sarmış durumda değil mi bütün dünyayı?
Beylik dünyanın yasakları
Öfke’de romanın başkahramanı Markie’yi baba evinden uzaklarda bir üniversitede okumaya sevk eden, babasının giderek artan kaygılarıdır. Tek oğlunun üniversite çağına gelmesiyle birlikte adam panik duymaya başlamıştır. Dünya tehlikelerle doludur, oğlunu koruması mümkün olamayabilecektir. “Bir an önce büyümek, eğitimli, olgun, bağımsız bir yetişkin olmak için can at[an]” Markie’yi babasının bu halleri çileden çıkarır. Babasını ne kadar yargılayabiliriz bu arada? Kore Savaşının en kızgın zamanları, askerlik çağına gelen delikanlılar apar topar savaşmaya gönderiliyor. Üniversite eğitimi görenleri bile bekleyen pek farklı bir gelecek değil, ancak çok iyi eğitim aldıklarında cephe gerisinde kalma şansları var, en küçük hatası Markie’nin de cepheye gönderilmesiyle sonuçlanabilir, babası bunun farkında. Romanda hiç değinilmemekle birlikte, olayların 1951’de, 2. Dünya Savaşının sona ermesinin beş-altı yıl sonrasında geçtiği düşünüldüğünde koşer kasabı olan babadaki panik duygusuyla güven ve istikrarı yitirme korkusunun hafızalarda henüz çok taze olan Holocaust’la bir ilgisi olduğunu da düşünebiliriz – en azından Markie’nin Winesburg Üniversitesinde gerek öğrencilerden gerekse idarecilerden Yahudi olması nedeniyle ayrımcı bir tutum gördüğünü biliyoruz.
Markie’nin hikâyesini bize ölmüş Markie anlatır. Bu romanında Philip Roth dehşet verici bir öbür dünya tasavvur eder. Markie öldükten sonra on dokuz yıllık ömrünü hatırlamak dışında hiçbir şeyin olmadığı bir yerdedir. Bize başından geçenleri oradan anlatır.
“Sonsuzluk bunun için mi var, bir ömrün ufak ayrıntıları üzerine düşüncelere dalmak için? İnsanın yaşamının her anını, en ufak ayrıntısına kadar ebediyen hatırlamaya mahkûm olacağı kimin aklına gelirdi? […] İnsan yaşarken yaşamına zincirlendiği gibi, dünyadan göçtükten sonra da o yaşama mahkûm kalıyor. […] Ölümün sonsuz bir hiçlik değil de, ebediyete kadar hafızanın kendi üzerine düşünmesi olduğunu bilseydim ölüm daha az korkutucu olur muydu? Ama belki de bu daimi hatırlama, unutmaya götüren adım. […] Burada yok olan hafıza değil – zaman.” (s. 42)
İşte, bu sonsuz hatırlama mekânında Markie’ye kendi kaderi de tesadüfe, şansa bağlıymış gibi görünecektir en nihayetinde.
“Çenesini kapayıp mezun olsaydı, eğitimsiz babasının ona en başından beri öğretmeye çabaladığı şeyi belki çok daha sonra öğrenecekti: insanın en alelade, en önemsiz ve hatta gülünç seçimleri, korkunç ve anlaşılmaz biçimde oransız sonuçlara yol açabilir.” (s. 138)
Markie kibrine mi yenik düşmüştür çenesini kapamayarak? Nemesis’in gazabı mı söz konusudur gene? Winesburg’taki ilk birkaç ay içinde peş peşe yaşadıklarıyla allak bullak olmuştur Markie. Öncelikle kendi ahlaki yargılarıyla karşı karşıya gelmek durumunda kalmıştır. Hiç beklemediği şekilde cinsel bir yakınlaşma yaşadığı Olivia’ya karşı kendindeki önyargılarla yüzleşir. Hoşlandığı genç kadının boşanmış bir ailenin çocuğu olduğunu bile sindirmesi zorken yaşadığı oral seksi kabul edilebilir bir şey olarak görmesi başta mümkün olmaz. “Beni zevkten dört köşe yapan bir olay nasıl olup da aynı zamanda omuzlarıma böyle ağır bir yük yüklüyordu?” diye sorar. Kendi ailesindeki töreleri, yaşam tarzını, genelgeçer toplumsal önkabulleri birebir oldukları gibi içselleştirmiş olduğunu fark eder.
“Ondan [Olivia’dan] korkuyordum. Babam kadar fena durumdaydım, ben babamdım. Endişeyle kıvranan, korku dolu önsezileriyle çılgına dönmüş babamı New Jersey’de geride bırakmamış, Ohio’da ona dönüşmüştüm.” (s. 49)
Babası genç Markie için dışarıdaki tehlikelerden korkuyordu, ama tehlike aynı zamanda içeridedir; insanın en savunmasız olduğu yer de pekâlâ içerisi olabiliyordur. Öfke’de hikâyesinin küçük bir bölümünü öğrenebildiğimiz Olivia için böyle olsa gerektir, dışarısıyla iyi kötü baş ettiğini görürüz, ama onun felaketi de belli ki içeride olan bitenlerle ilgilidir; kim bilir, belki de dışarısının sinsice nasıl içeri girip dehşet yarattığı, savunmasız yakaladığıyla ilgilidir.
Markie’nin içine yerleşmiş babasıyla iyi kötü yüzleştiği ve Olivia’yla arasının düzelmeye başladığı sıralarda bir apandisit ameliyatı geçirmesi üzerine annesi yanına gelir. Annesiyle Olivia’nın karşılaşması ise bir başka felaket olur. Markie’nin annesi de Olivia’nın anne babasının boşanmış olmasından, genç kadının bileğindeki yara izinden (Markie, Olivia söyleyene kadar fark etmemiştir, ama annesinin gözünden kaçmaz) çok rahatsız olur. Oğluna ısrarla genç kadını bırakmasını söyler, Olivia’nın yetiştiği aile ortamının yaralayıcı olduğunu, yaralanmış, zayıf düşmüş Olivia’nın oğluna çok büyük zararlar vereceğini düşünmektedir.
“Kendim de Winesburg Üniversitesi’nin törelerinin ve yaşamıma tahakküm eden ve (gözüm kapalı inanmaya hazır olduğum üzere) Olivia’yı çıldırtan namusluluğun yavanlığına kapılmıştım. Nedenini bulmak için aileye bakma Anne – beylik dünyanın yasak saydığı şeylere bak!” (s. 118)
Bunlarla bocalarken bu kez üniversite yönetiminin haksız uygulamalarıyla ve dekanın kendisine yönelik önce müşfik görünümlü, sonra aleni tehditleriyle karşılaşır. “Beylik dünyanın yasak saydığı şeyler” bitmek bilmiyordur – bir salgın gibi yayılmışlardır dünyanın her yerine, ev içlerinden akademik çevrelere. Çenesini tutamaması bundandır. Tanrılara baş mı kaldırmıştır, Nemesis’in cezasını bundan mı hak etmiştir Markie?
Birden fazla açıklama
Bir edebiyat yapıtından söz ederken bu gibi soruların yanıtını tek bir nedene dayandırmak anlamı ve anlamayı eksilttiği gibi büyük de bir haksızlık aslında. Yanıt çok zaman hikâyenin bütünündedir çünkü. Sadece Markie’nin değil, ailesinin, Olivia’nın, gençlerin acımasızca savaşa gönderildiği ülkenin hikâyeleri de devrededir. Sokaktaki Adam, babalarına duydukları öfkeleri orta yaşa geldiklerinde bile azalmayan oğullarını düşünürken, “İnsan davranışının birden fazla açıklaması olabileceğini anlayama[makla]” suçlar onları; Markie’nin çenesini tutamaması da çok şeyle ilgili; tek bir nedene bağlayamayız. Üstelik bu şeylerden birini adlandırmaya kalktığımızda bile ne kadar emin olabiliriz yaptığımız saptamadan? Belki de edebiyat bunun için var, soyut ifadelerin yetmediği yerde, meseleyi ortaya koyacak hikâyenin bütününe biraz daha yakından bakabilmek için. Philip Roth’un ustalıkla yaptığı bir şeydir iç karmaşaları anlatmak; dekanın karşısındaki Markie hakkında şu yazdığı cümlede mesela, iç içe geçmiş, birbirinin nedeni ve sonucu olabilecek farklı ruh halleri, tutumlar bulunuyor.
“Kendimi dekana ‘Efendim’ derken bulmayı beklemiyordum, gerçi ne zaman bir otorite figürüne hitap etsem […] ilk tepkim eteklerine kapanmak olmuyordu elbette ama güçlü bir yılgınlık hissiyle mücadele etmek zorunda kalıyor ve her seferinde ancak durumun gerektirdiğinden çok daha pervasızca konuşarak bu hissi yenebiliyordum.” (s. 58-59)
The Humbling’in başkahramanı Simon Axler’ın hikâyesi de kimi noktalarda öbür Nemeses romanlarındaki kişilerle benzeşir. Altmış beş yaşında ünlü bir oyuncudur ve bir gün sahnede oynayamadığını fark eder. Rol yapamıyordur, çünkü sahnedeyken her an rol yaptığının farkındadır, kaptıramıyordur; eskiden hiçbir şey düşünmeden oynarken, artık sürekli her şeyi düşünmeye başlamıştır. Söylediği replikler kendisine konuşuyormuş değil, oynanıyormuş gibi gelmektedir bir yandan. O günlerde sahneledikleri Fırtına ve Macbeth’teki oyunculuğunun skandala dönüşmesinin ardından çöküntüye girer, en fenasıysa ruhsal çöküntü nedeniyle büyük ıstırap çekmesine rağmen hissettiği bu ıstırabın sahiciliğinden de –aynı sahnede olduğu gibi– şüphe duyuyordur.
Oyunculuğu bırakıp bir süre akıl hastanesine yatar, buradan çıkmasının ertesinde üvey oğlunun aşırı dozdan öldüğü haberi gelir ve kısa bir zaman içinde eşiyle boşanırlar. Romandaki esas olaylarsa Axler’in oyunculuğu ve önceki hayatını bırakıp çiftlik evinde yaşamaya başlamasının ardından gelişir. Kırk yaşında bir kadınla, Pegeen’la beraber olmaya başlar Axler; o yaşına dek lezbiyen olan Pegeen, Axler’in gençlik yıllarında beraber oyun sahnelediği arkadaşlarının çocuklarıdır. Pegeen anne babasına Axler’la ilişkisini söyleme yanlısı değildir, ama Axler’la beraber olmak için terk ettiği kadın arkadaşının onlara haber vermesi sonucunda öğrenirler. Pegeen’ın anne babası kızlarının kendisinden yirmi beş yaş büyük, eski bir arkadaşlarıyla birlikte olmasına doğrudan ses çıkartmazlar, ama ayrı ayrı Pegeen’in yaşadığı şehre gelerek onunla görüşür, bu ilişkinin geleceğini iyi görmediklerini, yaşlı bir adama bakıcılık yapmak zorunda kalacağını vs telkin ederler.
İlişkileri iyi gidiyordur, en azından Axler öyle zannediyordur, cinsellikteki arayışları uyum içindedir, farklı oyunlar, fanteziler konusunda anlaşmaktadırlar. Daha önce hep fantezisini kurdukları üçlü ilişkiyi genç bir kadını da yataklarına alarak hayata geçirmelerden kısa süre sonra Pegeen ayrılmak istediğini söyler. Tam da Axler’ın yepyeni gelecek planları yapmayı aklından geçirdiği, yeniden sahneye çıkacak özgüvene ulaşabileceğine kendisini ikna ettiği, Pegeen’la çocuk yapma hesapları güttüğü, sevgilisine haber vermeksizin doktora gidip yaşının buna engel olup olmayacağını öğrenmeye çalıştığı, bütün bu planları Pegeen’a açmayı tasarladığı sırada gerçekleşir bu ayrılık. Bu yeni bir çöküntüye neden olur Axler’da. Utanç, kayıp ve öfke hislerinin birbirine karıştığı bir ruh haline girer. Olanlardan kimin sorumlu olduğu sorusuna yanıt bulamamaktadır. Pegeen’ı düşünülebilecek her biçimde mutlu etmeye çalışmıştır, o öbür kadını bu nedenle hayatlarına sokmuştur ama bununla her şey mahvolmuştur.
“Barda tanışıp eve çağırdıkları bir kadının Pegeen’la ilişkisinin sonsuza dek sona ermesine neden olabileceğini nasıl öngörebilirdi ki? Yoksa Prospero ve Macbeth’i oynarken tersine dönen şansının bir devamı mıydı olanlar? Bütün bunlar aptallığın bir sonucu muydu, ya da nihai çöküşe varmanın öncesinde kendisini bir katman daha kazmanın ona has bir yolu muydu?”
Önce Pegeen’ın bu kadın uğruna kendisini terk ettiğini düşünür, bir tezgâhtar kızın kendisine yeğlenmesini aklı almaz; peşinden suçu Pegeen’in anne babasında arar, vasat birer oyuncu olduklarını düşündüğü eski arkadaşlarının kendisine karşı nasıl olup zafer kazanabildiklerini anlaması da mümkün değildir. Baştan sona kibre kesmiştir büyük oyuncu. Bucky’nin tersine bu kez o başına gelen felaketi şansa ya da başkalarına yükleyip kendi payına bir şey düşürmeme eğilimindedir – kibrin daha bildik bir versiyonu. Üstelik Pegeen’in babasına, “Bizim aramızda neler olup bittiğini bilmeden nasıl kızına tavsiyede bulunabilirsin? Kafanın içindeki bütün şöhretim ve başarılarım vasıtasıyla edindiğin bana ait bir görüntü sadece,” demiştir, ama Pegeen’in sunduğu görüntünün ötesinde neler yaşadığını, hissettiğini ilişkinin başından itibaren pek kaale almamıştır.
Hakkını yemeyelim gene de, bütün bağırtı çağırtının, ağlayıp dövünmenin ardından bir süre neleri farklı yapmış olabileceğine dair beyhude yere kafa yorduktan sonra Pegeen’ın suçlu olmadığını idrak eder. Kendini vuracaksa bunu Pegeen’ın odasında yapmamalıdır en azından. Kendisini vurma kararı bir cezalandırma mıdır, çaresizliğin, kendisini beklediğini bildiği muazzam çöküntünün önünü almanın bir yolu mudur, bunu bilemeyiz. Bu konuda Roth bize çok ipucu vermez. Sadece şunu aktarır. Akıl hastanesindeyken tanıştığı bir kadının, kızını taciz eden kocasını öldürdüğünü gazetede okuduğunu hatırlar. Bu kadın iblisi olduğunu düşündüğü kocasını öldürme gücünü bulabilmişse, Axler da en azından bunu kendisine yapabilmelidir. “O yaptıysa ben de yapabilirim,” diye tekrarlayıp durur, ama harekete ancak aklına başka bir fikrin gelmesiyle geçebilir. Hayatındaki ilk başarısının Çehov’un Martı’sını oynayışı olduğunu, oradaki başarısız yazarın intihar ettiğini hatırlar. Başarılı bir oyunculuk imkânı olacaktır yapacağı. Yanında bulunacak olan not da Martı’nın son repliği olur: “Olan şu: Konstantin Gavriloviç kendini vurmuş.”
Romanın adının, The Humbling’in Türkçeye “kibrin kırılışı” diye de çevrilebileceğini belirtmek lazım. Sanırım bu tercih Nemeses romanlarını yazarken Roth’un murat ettiklerinden birinin ne olduğu hakkında bir şeyler söylüyor.
J. M. Coetzee, yazının başında değindiğim, “Philip Roth’un Veba Masalı” başlıklı denemesinde Nemeses romanlarının minör yapıtlar olduğunun altını çizmekle beraber, bu romanlarda yaratıcı alevin kızgın bir kor halinde olmadığını ya da yazarın yapıtındaki materyal nedeniyle gerilmediğini belirtir. “Roth’un eski ‘majör’ yapıtları körelmişse onların yerine yeni bir şey gelmiş midir?” diye sorar. Bu soruya Sokaktaki Adam’dan yola çıkarak bir yanıt verir. Romanın sonunda Sokaktaki Adam, anne babasının yattığı (ve kendisinin de defnedileceği) kabristanda çalışan bir adamdan nasıl mezar kazdığını dinler. Bu mütevazı bölümün öğretici olduğunu belirtir Coetzee. “Sadece yaşlı insanlar için değil,” diye ekler, “bir mezarın nasıl kazılacağı, nasıl yazılacağı ve ölümle nasıl karşı karşıya gelineceği hakkında, hepsi bir arada.”
Bir salgın gibi her tarafı sarmışken…
Nemeses romanlarının Roth’un son yapıtları olduğunu belirtmiştim. Uzun sürmüş bir yazarlık hayatının sonunda (Nemeses dörtlemesi dahil toplamda otuz bir roman!), bu kısa ama etkileyici metinlerde bütün bir ömrün muhasebesi yok elbette, ama hepsi peş peşe okunduğunda bu uzun sayılacak ömrün son yıllarında erişilmiş bir tür bilgelikten de söz edilebilir sanırım. Belki sözü kısaltması da bundandır bu yapıtlarında, kibrin kırılması gereğine yaptığı vurgu da. Tanrıça Nemesis bir intikam tanrıçası olmakla beraber herkesin hak ettiğini almasının peşindedir. Roth da sanki onu bize hatırlatır. Hak ettiklerinizden kaçınmayın, ama hak ettiğinizden fazlasını da yüklenmeyin, diyor. Neyi, ne kadar hak ettiğimizin yanıtının da hikâyenin bütününde olduğuna dikkat çektiği söylenebilir. Belirli bir anda ya da belirli bir durum karşısında yapılan anlık, kısmi yargıların yersizliği de alttan alta vurgulanır bu romanlarda.
Giderayak (gidişin kaçınılmaz olduğunu her an daha yakından duyduğu sıralarda) yaptığı bir şefkat çağrısı belki de bu romanlar, “dünyada yeterince zulüm varken”, “beylik dünyanın yasakları”, insanı yaşamasızlaştıran (öldürücü de olabilen) toplumsal normlar, tekdüzeleşen hayat tarzı ölçütleri, savaşlar dünya çapında bir salgın gibi her tarafı (iç dünyalarımız dahil) sarmışken…
•
[1] Türkçede yayımlanmış Nathan Zuckerman romanlarıyla ilgili olarak şu yazıya bakılabilir. Behçet Çelik, “Bitmeyen Soru: Kurmacanın Ne Kadarı Gerçek?”, IAN Edebiyat, Temmuz 2015.
[2] J. M. Coetzee, Late Essays 2006 – 2017, Penguin Random House Australia, 2018
[3] Yaşlılık ve üretici faal hayatın sonlanma algısı üzerine şu yazıyı öneririm: Orhan Koçak, “Oturarak…”, Birikim Haftalık