Yarın Yarın, yayımlandığı tarihte çok ilgi görmesi bir yana, cinsellikle ilgili içeriğine yönelik ithamların aksine ne Seyda’nın ne de Aysel Alsan’ın cinsel özgürleşmesi, bu anlamda bir aydınlanma yaşamasına dair bir şey söyler
11 Temmuz 2019 09:00
Bir yazın türü olarak nehir söyleşileri, söyleşinin odağındaki sanatçının dünyasını anlamayı, onun yaratım sürecini etkileyen motivasyon kaynaklarının neler olduğuna tanık olmayı ve sanatın/sanatçının birbiriyle etkileşimini güçlendirecek soru/açıklamalara maruz kalmayı sağladığı için okur açısından zenginleştirici bir okuma etüdü oluyor bana kalırsa.
Mine Söğüt’ün, Pınar Kür’le uzun soluklu sohbeti, Aşkın Sonu Cinayettir adlı kitapta toplandı. Aslında okura yazarın dünyasının kapısını aralamakla birlikte nehir söyleşiler, bu kitapta örneğine rastladığımız üzere, iki kadın yazarın yapmış oldukları dünya yolculuğuna karşılıklı olarak ışık tutan edebî bir fener aynı zamanda. Mine Söğüt’ün Pınar Kür’e yönelttiği sorular, Kür için yanıtlarının şahsileşiyor olduğunu bize gösterse de işaret ettiği bir diğer şey, farklı kuşaktan öteki kadın yazarın da edebî arayışlarını, merak ve sorgulamalarını da ortaya koyuyor olması. Dolayısıyla okur, Aşkın Sonu Cinayettir’i okurken, yazarın yaşamından, yaşadığı dönemin tanıklığının izdüşümlerinden aşkın yazma uğraşının kendisiyle karşılaşıyor. Bu çabanın kendisiymiş gibi, yazma çabasının tüm duygularını tecrübe ettiren bir metin karşısına çıkıyor.
“Evet, bu kitabın ilk yayımlanmasının ardından on yıl geçti. Bu on yılın bana pek fazla mutluluk, umut, sevinç getirdiğini söyleyemeyeceğim ne yazık ki. ‘Yaşanacak günlerin en güzelleri’nin artık “ileride” olmadığını, tam tersine gerilerde kaldığını anladığında bir ağırlık çöküyor insanın üstüne. Ne yaşamında yepyeni bir sayfa açma umudun var ne yeni ve eskilerden daha mutlu bir aşka kavuşma ihtimalin.”[1]
Kitabın sonunda yer alan ve Pınar Kür’e ait olan “On yıl geçti aradan” adlı yazının bir parçası bu. (s. 407) İyimser bir yazar değil Pınar Kür. Kırılgan, dünyanın, dünyalı olmanın yalnızlığından kurtulamayan bir yazar. O sebeple de var olduğunu kendine kanıtlamanın/ kabul ettirmenin tek yolunun yazmak olduğuna inanan bir yazar. Birkaç ay önce, Mirgün Cabas ve Can Kozanoğlu’nun sunduğu İlk Sayfası[2] adlı programa katıldığında, Cabas’ın yazarın/romancının nasıl biri olması gerektiği, romancının kim olabileceği sorusu üzerine Kür şu tespitleri yapıyordu:
"Hakikaten mutluluğun romanı olmaz. Diyelim sen çok mutlu birisin. Paran var, pulun var, mevkiin var, çok sevdiğin bir karın var. Her şeyin yerinde. Bunun ne hikâyesi var ki? Millet bunu okusun da n’apsın, sinirlensin. ‘Conflict’ yani çatışma dediğimiz şey mutsuzluk istiyor. Okur mutsuz son üstünde düşünüyor, unutmuyor."
Ve ardından Cabas bu durumun bir yazar/kişilik olarak romancıyı nasıl etkilediğini yani çatışmayı, belirsizliği arayan bir kişi iyi/iyimser olmaktan uzaklaşıyor mu sorusunu yöneltiyordu Kür’e. O da iyimser olmadığını dile getiriyor. Bununla birlikte, yazan kişinin dünyaya itirazı olması, bir şeyleri kendi yöntemleriyle değiştirebileceğine inanç duyması gerektiğini dile getiriyor. Çünkü ona göre edebiyat, Mine Söğüt’le yaptıkları söyleşide dile getirdiği üzere, sorun yaratmaktır. Dolayısıyla, Pınar Kür’ün yazar, bir kadın yazar olarak edebiyatımızda temsil ettiği şeyleri tekrarlamanın, altını çizmenin önemli olacağını düşünüyorum.
Yabancılık. Pınar Kür kendisi için önem taşıyan pek çok anlamı, roman ve öykülerinde problemleştiren bir yazar. Yarın Yarın, Asılacak Kadın, Bir Cinayetin Romanı, Bitmeyen Aşk gibi romanları edebî bir çember içerisinde bütünlük teşkil etmekle birlikte, Kür’ün belki de tüm hayatına ısrarlı şekilde yön verecek/onu tanımlayacak olan yabancılık kavramını temel izlek olarak merkezine koyar. Dolayısıyla, hem Mine Söğüt’le yaptığı söyleşide hem de Mirgün Cabas’la yaptığı programda, romancının kim olabileceği sorusunu yanıtlarken mutlu olma(ma) hâli üzerine yaşamın rehberliği ile epey düşünmüş olduğu ve içsel bir neşenin varlığını korumakla birlikte nihai yabancılık duygusuna yazı serüveninin merkezinden bakmaya çalıştığı anlaşılır. Ben bu yazıda çoğunlukla Kür’ün Mine Söğüt’le yaptığı söyleyişiyle dirsek teması içinde olarak 1976 yılında yayımlanan Yarın Yarın[3] adlı romanı için bir şeyler söylemeye çalışacağım. Peki, neden Yarın Yarın? Yayımlandığı tarihte edebiyat dünyasında büyük yankı uyandırdığı hatta hukukî süreçlerden geçtiği bilgisine sahibiz. Romanı ilk etapta sakıncalı kılan şeye ve Kür’ün yazıyla yapmaya çalıştığı şeye bir arada bakmaya çalışacağım.
Mine Söğüt: Genel olarak edebî değerinizin hep göz ardı edildiğini mi düşünüyorsunuz?
Pınar Kür: Evet, Asılacak Kadın mesela basıldıktan çok sonra yasaklandı ama edebî değerinin hep göz ardı edildiğini kesinlikle söyleyebilirim. Yarın Yarın yayımlandığı zaman da cinsellik hep ön plana çıktı, benim kendi cinsel hayatımla ilgili bir sürü dedikodular yapıldı, tamamıyla asılsız birtakım laflar dolaştı ortalıkta…” (s.191)
Pınar Kür, müstehcen bulunan her iki metni için çıkış noktasının hiçbir zaman sansasyonel bir cinsellik olmadığını, cinselliğin yazma eyleminin doğal sürecinin bir parçası olduğunu pek çok kez dile getirir. Ona bu açıklamaları yapma gerekliliğini hissettiren şey kuşkusuz metinlerinde cinselliğin önemli yer tutuyor olmasından çok cinselliği anlatan/yazan bir kadın yazar olmasından ileri geliyordu. Kendisi Mine Söğüt’e bu konuyla ilgili şunları da söyler:
“70’lerde ciddi bir kadın yazarlar hareketi oldu gerçekten ve bence bu Türk edebiyatına bir hareket getirdi. Erkek yazarlar da kadınlar hakkında daha dikkatli yazmaya başladılar. Çünkü artık kadınlar kendilerini anlatıyorlardı. O zamana kadar kadınları erkekler tarafından yazılanlardan anlıyorduk… 70’ler o bakımdan çok verimli bir dönemdir” (s.189)
Pınar Kür’ün de işaret ettiği yıllarda cinselliği açık bir şekilde yazan erkek yazarlar vardı. Attilâ İlhan’ın, Yarın Yarın’la aynı tarihte yayımlanan deneme kitabı Hangi Seks mesela bunlardan biri. ‘68 olaylarını takip eden yıllarda pek çok özgürlüğün yanı sıra kadın kimliği, toplumsal cinsiyet, cinselliğin tanımı ve özgürleşmesi gibi konuların da sorgulanabilir ve konuşulabilir hâle gelmesi edebî dünyanın da zenginleşmesine zemin hazırlıyordu. Ancak bu noktada sorun teşkil eden şey, kadın yazarın kendi bedenine, cinselliğine sahip çıkması, onunla ilgili konuşması ve bunu politik bir tavır olarak karşımıza çıkarması. Yıldız Ecevit, Kurmaca Bir Dünyadan adlı kitabında şu tespiti yapar:
“…Dönemin, tabuları yıkan kadın yazarlarından biri de Pınar Kür’dür. Kimi çevrelerce romanları yasaklanacak kadar tepki gören Kür, kadının toplum içindeki kimliğini irdeler; toplumdaki rolü, çoğu kez cinselliğiyle özdeşleştirilen kadının ‘cinsel kimliği’nin altını çizer.” [4] (s.167)
Yıldız Ecevit’in de ifade ettiği üzere, kadının Doğu geleneğine sahip bir toplum içerisinde cinsellik üzerinden nasıl inşa edildiği, toplumsal hayatın içerisinde nasıl konumlandırıldığı, dahası cinselliği ile bir varoluşu gerçekleştirme olanağına sahip olup olmadığını göstermek ister okuruna Pınar Kür. Yarın Yarın’da kendisinin de bir biçimde parçası olduğu, tanıdığı dünyayı anlatır.
Sınıfsal bir anlatı olan Yarın Yarın, arka planda 12 Mart muhtırasının yaşandığı politik bir metin olarak karşımıza pek çok karakter çıkarır. Romanın ana karakterleri olan Seyda ve Selim aynı sınıfın içinden gelen iki karakter. Selim, ona yaşamda dönüşme fırsatı verecek olan Paris yıllarından sonra bir devrimci olarak İstanbul’a döner. Ben, Selim karakterinin edebiyat çevrelerinde yarattığı tartışmalara girmeyeceğim. Bu yazının amacı bir devrimci olarak okura önerilen karakterlerin ikna edici olup olmamasından çok, Kür’ün kadının cinselliği üzerine söylemeye çalıştığı şeylerin bize bu anlamda yeni bir yol açıp açmadığıyla ilgili. Selim, İstanbul’a döndükten sonra varlıklı bir ailenin çocuğuyla evlenen Seyda’nın Çiftehavuzlar’daki evine yerleşir. Seyda’nın kocası Oktay’ın da uzaktan akrabasıdır Selim aynı zamanda. Kısa süre içerisinde yasak bir ilişki yaşamaya başlar Seyda ve Selim. Roman bu aşkla birlikte Seyda’nın kendine bakmasının, bir parçası olduğu kentsoylu sınıfın çürüdüğünü fark etmesinin yani aydınlanmasının/bilinçlenmesinin de önünü açar. Bireysel bilinçlenmenin, toplum için (ezilmiş sınıflar) iyi şeyler yapmanın, ve çalışan/üreten sınıfın bir parçası olmanın sabırsız coşkusunun içinde filizlendiğini hisseder. Bunu ona gösteren, başka deyişle onu yokluğun/hiçliğin ortasından kurtaran Selim olur.
“Seyda yaşının, kadınsı olgunluğunun ona ilk bakışta tanıdığı anacan üstünlükten sıyrılmış, Selim sevilen çocuk durumundan öğüt veren, çözüm getiren babalığa yükselmişti.” (s.187)
Bir özne olarak duyarlılıklarının, seçimlerinin sorumluluğunu Selim hayatına girene kadar hiç sorgulamamıştır Seyda. Şüphesiz Selim’in devrimciliği romanda bir anlamda Seyda’nın kurtarıcı bir aşk sayesinde yaşamını iyileştirebileceği yönündeki inancın da göstergesidir. Pınar Kür buna inanıyor, Seyda’yı da bu sebeple böyle bir yol ayrımına getirdi demiyorum elbette. Ancak bu anlamda süregelen benlik/ben olma hâli ve toplumsal roller konusuyla ilgili söylemleri tekrarlayan bir tutum olduğuna inanıyorum. Öte yandan Seyda’nın Oktay evde olmadığı zamanlarda Selim’le cinselliğini yaşaması, Selim’in onu "karım" olarak çağırması/tanımlaması, Seyda’nın ikinci kez kurumsal bir dilin içine sıkışmasına sebep olur. Yarın Yarın geleceği umut edilen iyi zamanların göstergesi olarak, olası bir yarının Seyda için gerçek anlamda özgürleşme, sınırlayıcı bir dilin imlemelerinden uzaklaşma vadedip etmediğine dair bir şey söylemez. Söyleyemez aslında. Çünkü Pınar Kür de Seyda’ya bu bağlamda bir cevap verebilmenin çabası içerisindedir.
Romanın diğer öne çıkan kadın karakteri Aysel Alsan, dönemin başarılı aktrislerinden biridir. 1970-1980’li yıllarda görmeye alıştığımız bir figürün poplaşmış hâlidir Aysel Alsan. Onun yükselişinde, onun başarısında pek çok erkeğin imzası vardır. Burada kullandığım yükseliş/başarı kavramı tam olarak Aysel Alsan’ın tanımladığı kavramlar. Çünkü onun çıktığı zirvenin harcında kendine acımanın, öfkenin, şefkatin, hırsın, kurnazlığın ve olası yarına dair hesapların karışımı var. Yarın Yarın’da "dişiliği"yle kendini tanımlama çabası içindeki tek kadın karakter Aysel. Kendi cinsel politikasını tasarlayan ancak tam da bu noktada kendi tuzağına düşen bir karakter. Hikâyesini okuduğumuz bölümlerde onun bir ekonomi olarak cinselliğini araçsallaştırdığına diğer yandan da cinselliğinin zevk/haz haritasını çıkardığına tanık oluruz. Bir güzellik yarışmasına katılır Aysel. Dereceye girse de bu durum istediği başarıyı getirmez ona. Hüsran duygusuyla yeni tanıştığı Hâluk’un yanına sığınır. Hâluk, Aysel’e para karşılığında bazı erkeklerle birlikte olmasının birçok fırsatı karşısına çıkaracağına onu ikna eder. Ev arkadaşı Tarık’la, Aysel’in bakire olup olmadığını kontrol edeceği sırada Aysel heyecanlanır. Çünkü Tarık’tan etkilenmiştir ve onun dokunuşlarının gerçek dokunuşlar olmasını hayal eder.
“Gövdesinin yattığı yerden göremediği bölümlerine dokunan parmakların Hâluk’un değil de Tarık’ınkiler olduğunu umarak, delice bir coşkuya kapılmıştı Aysel.” (s.214)
Aysel Alsan’ın hikâyesine ayrılan bölümler, Hâluk gibi cinselliğini bir ekonomiye, bir fırsata çevirmesini sağlayan başka erkeklerin olduğu birbirine bağlı olaylarla ilerler. Aysel Alsan’ın böyle bir hayatı seçmesindeki sebebin, onun toplumsal/cinsel kimliğiyle ilgili arayışları ve özgürleşme yolunda aldığı kararlar olduğunu söylemek elbette zor. Zaman zaman kendi hazzı için erotik oyun alanları yarattığına tanık oluruz. Ancak bu oyunların hiçbiri Aysel’in gerçek anlamda erotik canlılığını tanımlayamaz. Aksine, onu oyunun içinde tutan tek motivasyon, Dündar olan, Ferit olan, Hâluk olan tüm erkekler karşısında kendi düşkünlüğüyle eğlenerek, onları düşürdüğü durumlarla daha fazla eğlenerek Aysel Alsan’ı hayatta tutmaktır. Bana öyle geliyor ki bu tavrı, Aysel’in erotik canlılığının en önemli ve agresif motivasyonudur. Oyunculuğu, şov dünyasını seçerek (iyi bir oyuncudur aynı zamanda) Aysel Alsan projesini tamamlar diğer yandan. Ancak erkek dünyasının kurallarını koyduğu bir düzen içerisinde bu kuralların limitleriyle oynar, sınırı ihlal eder gibi görünse de o düzenin keskin bakışından kurtulamaz. Bir yıldız olarak yükselişi, bu dünyaya çekici bir umursamazlık vadetmesiyle mümkün olur.
Yarın Yarın, yayımlandığı tarihte çok ilgi görmesi bir yana, cinsellikle ilgili içeriğine yönelik ithamların aksine ne Seyda’nın ne de Aysel Alsan’ın cinsel özgürleşmesine, bu anlamda bir aydınlanma yaşamasına dair bir şey söyler. Cinselliğe dair yaşananlar kadını kontrol altında tutan, onu biçimlendiren, baskılayan bir erkeklik ideolojisi olarak karşımıza çıkar. İncinmiş, kırılgan bir toplumun yaşadıklarına tanıklık eder Pınar Kür. Yazının önceki paragraflarında dile getirdiğim gibi, bu tanıklık, Aysel’in ve Seyda’nın cinselliklerini tanımlama çabasıyla bir varoluşu gerçekleştirdiklerini, kendilerine yeni bir yol açtıklarını söylemez. Toplumu kurtarmakla bir kadını kurtarmak arasında ideolojik olarak bağ kuran erkek düşüncesi Selim’de, Yalçın’da (Asılacak Kadın) vücut bulur âdeta. İki erkek karakter de gençlik yıllarını, ‘68 olaylarının patlak verdiği Paris’te geçirir. Paris, bu erkeklerin zihinsel/entelektüel bakış açılarının zenginleşmesinde önemli rol oynayan bir kenttir. Pınar Kür’ün de yaşamında özel yeri olan Paris kenti, romanlarındaki erkek karakterlerin bir kadına duyduğu arzuyla, bu kadını (Seyda, Melek) bulunduğu toplumun kirinden pasından kurtarma coşkusunun tutkalı olur. Ancak arzu edilen sosyal utkuya bir türlü erişilemez.
Pınar Kür yazınında kendine, yaşadığı dünyaya yabancı, giderek de yabancılaşan karakterler vardır. Onların iç dünyasına dışarıdan bakan biz okurlar da dipteki kendi yabancılığımızla, çelişkilerimizle karşılaşırız bu romanlarda. Belki bu yazıyı burada, Kür’ün şu sözleriyle bitirmek doğru olur “Var olduğumu kendi kendime kanıtlamanın (ya da kabul ettirmenin) tek yolu yazmakmış. Ben de bir şeyler karaladım.”
[1] Aşkın Sonu Cinayettir, Pınar Kür İle Hayat ve Edebiyat, Söyleşi Mine Söğüt, Can Yayınları, 2016
[2] www.ilksayfasi.com, 25.bölüm
[3] Yarın Yarın, Pınar Kür, Can Yayınları, 2017
[4] Kurmaca Bir Dünyadan, Yıldız Ecevit, İletişim Yayınları, 2013