Pınar Kür: Ülkemizde doğan insanların gençlik hayallerini gerçekleştirme, kendi kimliklerini bulma ihtimali ne yazık ki çok düşük. Ben de eğitimimin büyük bir kısmını yurt dışında tamamlamamış olsaydım, Sadık Bey’in kaderini paylaşabilirdim
06 Ekim 2016 14:05
Pınar Kür, 10 yıl aradan sonra yazdığı Sadık Bey adlı romanıyla okurla buluştu. Kür, 50'li yaşlarının sonlarındaki Sadık Bey'in bir gün aniden hayatını sorgulamaya başlamasıyla gelişen olayları aktardığı romanında, toplumdaki dönüşümü de usulca ama sözünü sakınmadan ele alıyor. Pınar Kür ile yeni romanı, Türkiye'de doğan insanların kendi kimliklerini bulma ihtimali, 70'li yıllar ve ülkenin gidişatı üzerine konuştuk...
Uzun bir aradan sonra yeni bir romanla döndünüz. Üstelik yayınevinizi de değiştirdiniz ve eski yayıneviniz Can'a döndünüz. Yazarlık hayatınızda ilk kez bir karakterinizin adını verdiniz romanınıza. Oradan başlayalım isterseniz, kimdir Sadık Bey?
Gustave Flaubert “Madame Bovary, c’est moi” demiş zamanla dünyanın en tanınmış roman kahramanlarıandan biri olacak kadın için. Ben, “Sadık Bey benim” demiyorum ama olabilirdim diyorum. Ülkemizde doğan insanların gençlik hayallerini gerçekleştirme, kendi kimliklerini bulma ihtimali ne yazık ki çok düşük. Doğduktan birkaç gün sonra kulaklarına isimleriyle birlikte hüsran üfleniyor sanki. Aile içinde, okulda, mahallede uygulanan baskılarla özgürlüğün "ö"sünü göremeden kaybolup gidiyorlar. Ben de eğitimimin büyük bir kısmını yurt dışında tamamlamamış olsaydım, Sadık Bey’in kaderini paylaşabilirdim.
Sadık Bey günümüzün bir kaybedeni, ona şüphe yok. Ama kendisine çok da sempati duyabileceğimiz bir kahraman gibi değil. Onu yaratan kişi olarak ne düşünüyorsunuz hakkında? Kızıyor musunuz Sadık Bey’e, ya da gülüyor musunuz, “oh olsun” mu diyorsunuz?
Ayıp yani, kendi yarattığım kişiye “oh olsun” diyebilir miyim? Ona kızıyorum da arada gülüyorum da ama, bir annenin evladına gösterdiği şefkatle… Üzülüyorum onun için.
Romanın bir bölümünde 70’li yıllara dönüyor ve Sadık Bey’in okul, üniversite dönemlerini de görüyoruz. Onun tüm geleceğini de şekillendiği yıllar 70‘ler bir bakıma. Bu noktadan yola çıkarsak, sizce Türkiye’nin bugününün şekillenmesinde de benzeri bir etkisi oldu mu o yılların?
Hem de nasıl! Türkiye’nin kaderinin o yıllarda belirlendiğini düşünüyorum. 1970- 1980 arasında geçen on yıl çok belirleyici olmuştur. Bir yanda dünya gençliğinin 1968'de başlayan başkaldırısına ayak uyduran ilerici özgürlükçü bir kesim, bir yanda kendisini dünyadan soyutlayan, dar çevresinden öteyi algılayamayan aşırı milliyetçi kesim… Bunlar sağ- sol kavgası olarak ortaya çıktı 70'li yıllarda. Tabii sağcılar iktidarlar tarafından kollandı her zaman olduğu gibi, solcular alabildiğine bastırıldı. Süleyman Demirel “Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” dediyse de cinayetleri işleyen onlardı. Eline bir damla kan bulaşmamış olanlar (Deniz Gezmiş. Yusuf Aslan, Hüseyin İnan) idam edilirken o yılların ülkücü, dinci gençliği emin adımlarla günümüz iktidarına yürüdüler. Genç Sadık’ın her iki yana da mesafeli kalması, geleceğini önemli ölçüde belirlemiş oldu.
Asılacak Kadın’dan sonra en kısa romanınız Sadık Bey. Sizin oysa daha hacimli, daha oylumlu romanlar yazdığınızı biliyoruz. Hatta öyküleriniz bile edebiyatımızda çok rastlanmayacak uzunlukta öykülerdir genellikle. Bu kez kısa bir anlatıyı tercih etmenizin özel bir sebebi var mı?
Her öykünün kendine özgü dinamikleri, bir iç ritmi vardır. Yazar bu ritmi doğru tutturduğu ölçüde başarılı olur. Ben ne hikâyede ne de romanda uzun olsun – kısa olsun kaygısı gütmedim.
Erkek dünyası ve erkek bakışı bu romanda bir hayli öne çıkıyor. Kadının gitgide geri plana atıldığı günümüzde bu da tesadüf olamaz herhalde?
Erkek bakışı ön planda olabilir ama kadın ağırlıklı bir roman olduğunu düşünüyorum. Olayları tetikleyen, öyküyü ilerletenler kadınlar hep. Yıllar önce Asılacak Kadın’da da öyleydi. Erkeklerin bakış açısından anlatılıyordu, Melek’in sesi çıkmıyordu ama, roman onun romanıydı.
Şu günlerde Asılacak Kadın adlı romanınız da yeniden basıldı ve okurla buluştu. Asılacak Kadın’ı yazdığınızdan bu yana Türkiye’de kadın meselesiyle ilgili neler değişti sizce? İyiye mi gidiyoruz bu anlamda, kötüye mi?
Eğer bir değişim varsa, kötüye doğru bir gidiş var. Asılacak Kadın’da yarattığım Yargıç tipini yıllar önce yadırgayanlar olmuştu, bugün kimse şaşkınlığa uğramaz sanıyorum. Her geçen gün sayısı artan kadın cinayetlerinde yargının takındığı tavrı görüyorsunuz. Adamlara nerdeyse hiç ceza vermeyecekler. Kadının saçını başını kapatma, artı eve kapatma, toplumda dışlama, susturma, konuşmayı göze alanı horlama… saymakla bitmez. Türkiye’de kadının durumu Asılacak Kadın’ın nerdeyse yüz yıl gerisinde.
10 yıl önce Mine Söğüt’ün sizinle yaptığı nehir söyleşi Aşkın Sonu Cinayettir yayımlanmıştı. Can Yayınları'na geçmenizle beraber bir kez daha basıldı kitap. Öncelikle şunu soralım, bunca sözde aşk cinayetinin işlendiği bir ülkede siz Aşkın Sonu Cinayettir derken bu olanları kastetmiyordunuz, değil mi?
Elbette hayır. O cümle benim Bitmeyen Aşk adlı romanımda geçen ironik bir saptama. Kitabın adına Mine Söğüt karar vermişti zaten.
Suskun geçirdiğiniz 10 yılda çok şey olup bitti Türkiye’de. Siz de belki kitap yayımlamadınız ama televizyona program yaptınız. Şimdi dönüp baktığınızda nasıl değerlendiriyorsunuz televizyon maceranızı?
İlginç bir deneyimdi. Hele ilk yıl epey eğlenceliydi de.. İkinci yıl kanalın patronu iktidar ile yakınlaşınca eleştirel tavrımdan rahatsız olmaya başladılar. Ama galiba gruptaki öteki arkadaşların direnmesiyle (bunu tahmin ediyorum sadece) beni uzaklaştırmaya çekindiler. En kısa zamanda da programı kaldırdılar. Çok seyredilen bir programdı oysa.
Türkiye’de televizyona çıkanlar hemen ünleniyorlar, bu da benim gibi biri için kolay yönetilebilir bir durum değil. Elmadağ’daki evimden Taksim’e kadar beş altı defa durdurulmadan yürüyemez olmuştum. Ünlü yıldızlar gibi hava atmayı beceremediğimden epey sıkılıyordum. Bir keresinde ATM kuyruğunda beklerken bir bey bana sırasını verdi, “Buyrun Pınar Hanım,” diyerek. Yüzümde nasıl bir ifade belirdiyse artık, “Ben okurunuzum. Sizi televizyona çıkmadan önce de tanıyordum,” demek zorunluluğunu duydu.
Peki, aynı sürede Türkiye’de yaşanan gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?
Kırk yıl düşünsem toplumun bu kadar kısa bir süre içinde böyle tepetaklak olacağı aklıma gelmezdi. Cumhuriyetin hemen hemen bütün değerleri ayaklar altına alındı iktidar tarafından, bütün kazanımları geriledi. Hâlâ yüzde ellilik bir direnç var ama bizleri susturmak için her şey yapılıyor. OHAL sayesinde yapılan zulmün, saçmalıkların haddi hesabı yok. Güneydoğu'daki iç savaş yetmedi, şimdi bir de Suriye ile savaş söz konusu... Bu millet bu gidişe ne zaman dur diyecek?