Mehmet Anıl, Yalçın Armağan, Didem Ardalı Büyükarman, Çimen Günay Erkol, Nüket Esen, Erkan Irmak, Gürsel Korat, Ali Serdar, Sevengül Sönmez, Seval Şahin ve Elif Tanrıyar yanıtlıyor...
Tarih yazıcılığı neyi gerektirir? Edebiyat, tarihin boşluklarını doldurabilir mi? İnsan, edebiyatta ve tarihte nereye düşer?
Mehmet Anıl, Yalçın Armağan, Didem Ardalı Büyükarman, Çimen Günay Erkol, Nüket Esen, Erkan Irmak, Gürsel Korat, Ali Serdar, Sevengül Sönmez, Seval Şahin ve Elif Tanrıyar yanıtlıyor...
Edebiyat, insanlara tarihin onlardan esirgediği neyi verebilir?
Önce şunu bir söyleyelim. Tarih yazıcılığı ister akademik ister edebî, kesinkes namuslu olmayı gerektirir. Gerçi her iş öyle ya. Tarih yazıcılığındaki namusu tarafsızlık/ nesnellik olarak da ifade edebiliriz. Çünkü gelecek nesiller geçmişteki olayları yazarlar/ araştırmacılar vasıtasıyla öğrenirler. Günümüzde akademik tarih ile edebî tarih birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmış olsa da, eskiye döndüğümüzde yalnızca Heredot tarihini değil, Homeros’un İlyada ve Odysseia’sını da tarihsel gerçekler olarak kabul ederiz. Üstelik İlyada ve Odysseia içeriğe insanlık durumlarını da dâhil eder. Edebiyat insanlara tarihin ondan esirgediği neyi verebilir? Yanıtı bir- iki örnekle açıklamanın yeterli olacağını düşünüyorum. Aklı başında kime sorsanız savaşın kötü olduğunu, insanlığın bir barış yumağı halinde mutluluk şarkıları söyleyerek kucaklaşması gerektiğini söyleyecektir. Savaşmak iyidir, arada sırada savaş çıksa hiç fena olmaz diyen biri, benim gibi şaka yapıyordur. Ne ki tarih yazımına –ve kuşkusuz günümüze- baktığımızda savaşlar ve barış mütarekeleri –ki onlar da savaşa dâhildir- dışında pek az şey görürüz. Kazanılan savaşların zafer (!) olarak nitelenmesine gelmiyorum bile. Bugün hâlâ savaş, savaş, savaş… Demek ki lafla peynir gemisi yürümüyor. Oysa.
Tolstoy’un ulu eseri Savaş ve Barış’ı zahmet edip okuduğumuzda, her iyi romanda olduğu gibi kendimizi romanın içinde buluveririz. Tolstoy bizi oturduğumuz rahat koltuktan kaldırmış, ateşin tam göbeğine sokuvermiştir. Artık cephedeyizdir. Bombalar patlamakta, yanımıza patır patır cesetler devrilmektedir. Savaşan askerleri sayı olarak değil, insan olarak okuruz. Ki o insanlar kapı komşumuz, kardeşimiz, kuzenimiz ya da yeğenlerimizden bir tanesidir. Kitap bittiğinde biz de yarı yarıya gazi sayılırız. Kimin sözü olduğunu hatırlamıyorum ama sağduyulu bir dünya vatandaşı vaktiyle, “Dünyadaki tüm generaller Savaş ve Barış'ı okumuş olsalardı, savaş çıkarmaya cesaret edemezlerdi,” demiş. Ağzına sağlık. Charles Dickens İki Şehrin Hikayesi’nde Fransız devrimini bilinen kuru klişelerle değil, halkın arasına karışmış acar bir muhabir gözlemciliğiyle anlatır. Keza Fransız klasikleri. Nobelli yazar İmre Kertézs’in Kadersizlik adlı romanını bir okuyun bakın. Roman kahramanı Yahudi delikanlı sonradan gönderildiği bir başka toplama kampından eskisine geri döndüğünde orasını nasıl özlediğini fark edecektir. Görüyor musunuz edebiyatın farkını. Ne müthiş!
Savaş söz konusu olduğunda sinema sanatının sokak ağzıyla söylersem bir "tık" ileride bulunduğunu hiç çekinmeden iddia edebiliriz. Ben şahsen Er Ryan’ı Kurtarmak filminin açılış sahnesini dehşet içinde izlemiştim. O gün benimle aynı sinema salonunda bulunan izleyicilerden hiçbirinin bir çıkartma gemisinin kapağı açılırken güvertede bulunmak isteyeceğini zannetmiyorum. İstemezler de bazıları çıkıp başkalarını pekala gönderebilir. Bu ise bambaşka bir ahlak sorunu.
Edebiyatımızın tarihle ilişkisini, tarihi ele alışını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
İşimizi kolaylaştırmak amacıyla bu soruyu da örnekler üzerinden yanıtlayayım. Takdir edersiniz ki Türk edebiyatında yazılmış tüm tarihî romanları okumadım. Neyse ki böyle bir mecburiyetim yok. Burun kıvırdığımdan değil, zaman az ve okunacak o kadar kitap var ki! Kurtuluş Savaşı'nın hikâyesini okula gitmiş ortalama her türk vatandaşı kaba hatlarıyla da olsa bilir. Bu tür kitaplar hamaset katılmış teknik ve kronolojik olay/ bilgi sıralandırmasıdır genelde. Ne var ki, bu savaşın hangi sosyal iklimde geliştiğini, yani eksik kalan koskoca yarısını öğrenmek isterseniz edebiyatı, mesela Y. Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ı veyahut Nâzım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı Destanı gibi namuslu kitapları okuyacaksınız. Yabancı gezginlerin kitapları birer bilgi hazinesidir, ben çok severim, onları ıskalamayacaksınız. Anı kitapları ve biyografilerin satır aralarında çok şey saklıdır, onları bulup çıkaracaksınız. Kısacası tarih taşın toprağın değil insanların tarihidir, topyekûn okuma ister, kolaya kaçmayacaksınız.
Tarafı olduğu ideolojiyi olumlamak amacıyla saptırılmış namussuz kitapları nasıl ayırt edeceğiz peki? Bunca bölünmüşlük ortasında ve aynı tarihî olaya Vaka-i Hayriye ve Vaka-i Şeriye bile denebildiğine göre? Zor elbet. Burada iş okura kalıyor. Başkasının ne yapacağını bilemem ama ben çözümü 360 derecelik okumalarda buluyorum. Sonuçta hangisi kafama yatarsa.
Namus konusuna dönersek, efendim tarih geriye doğru gittikçe seyrelen bilgi adacıkları bırakır yazara. Namuslu yazarın özgürlük alanı, bilirsiniz, adaların arasındaki boşluğu adaların flora ve faunasına aykırı olmayan bir kurguyla doldurmaktan ibarettir. Örneğin Fatih Sultan Mehmet köseydi, 4. Murat r’leri söyleyemezdi, savaş aslında Malazgirt’te değil de Ödemiş’te yapıldı diye işkembeden sallayamazsınız. Çünkü elimizde bunları doğrulayacak akademik hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Konusunu tarihten alan tek romanım Edep Ya Hû’yu yazarken bu konu üzerinde uzun uzadıya düşünme fırsatını bulmuştum. Kitabın sonunda Genç Osman kendi askerleri tarafından katledilirken, rezilane davranışlara maruz kaldığı hikâye edilir. Rivayet muhtelif. Bu edepsizliklerin bir kısmı (hakaretler, itip kakmalar vs) Peçevi tarihi, Ziya Paşa tarihi, Reşat Ekrem, Alphonse de Lamartine gibi kaynaklarda yer alsa da, ben genç sultanın ırzına geçildiğine dair güvenilir bir kaynak bulamadım. İtiraf edeyim çok aradım. Hangi yazar böylesine kıymetli bir hazine üzerine ihtirasla atılmaz ve kendinden geçerek çalışmaz. Dolayısıyla hevesim kursağımda kalmıştı. Laf aramızda, kitaba koymayıp sırf kendim için bir bölüm yazmayı düşündüğümü bile anımsıyorum. Kim bilir, belki yazdım da kafamın içinde güvenli bir yerde saklı duruyordur. Genç Osman'ın içi rahat olsun, düş kırıklığına uğramış yaralı bir ruhun huzurunu bozmaya gönül indiremem.
Aslında herhangi bir güncel roman –ve öykü ve şiir- yaşadığı zamanı olması gerektiği gibi layıkıyla yansıtıyorsa, yani namusluca yazılmışsa, tarihe düşülmüş bir not demektir. İşini bilen bir tarih araştırmacısı, örneğin 100 yıl önce kaleme alınmış güncel öykü ve romanlardan edindiği bilgilerle çalışmasını nesnelleştirebilir. Haydi gelin günü gününe yazılmış tarih kitapları diyelim bunlara. Örnek mi? Vedat Türkali’nin başyapıtı Bir Gün Tek Başına ile Tanpınar’ın Huzur’u. İleri gidip Halide Edip, Mahmut Makal, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Aziz Nesin’in eserlerini aynı zamanda tarihî belgeler niteliğinde değerlendiremez miyiz?
Günümüz Türk edebiyatının tarihi ele alışına gelirsek. Bilemiyorum alalım mı? İçimden de gelmiyor doğrusu. Bugün neyi nasıl neden konuşacağımızı biliyor muyuz? Çivisi çıkmış ülkenin hangi çivisini yerine çakmalı? İlkelerin, kavramların, gerçeklerin, yalanların, (hemen hemen her şeyin) böylesine hızla değişip birbirine karıştığı bir başka dönem oldu mu merak ediyorum. Bob Dylan’ın dediği gibi, dibe varmak için gidecek ne kadar yolumuz kaldı? Daha kötüsü olmaz derken oluyor. En kötüsü alışıyoruz. Şaşırmamız gereken şeylere şaşırma özelliğimizi tamamen yitirmeden yeniden kazanmalıyız, hemen.
Bugünü her açıdan ve nesnel olarak değerlendirmek için zamanın geçmesini beklemekten başka çaremiz yok. Bununla beraber şimdilerde kayda değer bir şeyler yazıldığını sanmıyorum. Bütün bir toplum üzerine çöken rüküş bir cahilliğin gölgesi altında yönünü kaybetmiş savrulup dururken çapsızlıktan başka ne umuyoruz ki. Gelecekteki yazar ve araştırmacılar ne kadar şanslı, önlerinde müthiş bir malzeme yığını bulacaklar. Onlar için iyi de, bizim için nasıl siz karar verin.
Edebiyat, insanlara tarihin onlardan esirgediği neyi verebilir?
Soruyu anlamakta zorlandığımı itiraf etmeliyim. Sanırım bu soru, edebiyatı meşrulaştırmaya dönük bir argümana dayanıyor. “Tarih, insanlara birtakım bilgileri verir ama mutlaka eksik bir şeyler kalır, işte edebiyat da bu eksikleri tamamlar” önermesinden hareket ediliyor olmalı. Eğer edebiyata, onu tarihin yedekliğini veren bu önermeyle bakıyorsak, kurmacaya haksızlık ediyormuşuz gibi geliyor bana. Edebiyat, “tarih” denen bilgi türünün soluk bir izdüşümüne dönüşüyor çünkü. Her ne kadar bunun tersi bir amaçla edebiyatın tarihe “üstünlüğü”nü göstermek için bunu yapıyormuşuz gibi görünsek de, aslında, onu tarihe ziyadesiyle bağımlı hale getiriyoruz. Edebiyatçı bir vakanüvis olmadığı gibi, edebiyat da tarihin eksik bıraktığı ya da bizden esirgediği “bilgi”yi vermek için icra edilmiyor. Kendine has kuralları olduğu için tarih denen şeyi de, ahlakı da, siyaseti de “takmayan” bir niteliğe bürünebiliyor.
Edebiyatımızın tarihle ilişkisini, tarihi ele alışını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bundan birkaç yıl önce “bestseller romanlar”ıyla meşhur bir yazar 16. yüzyılda yaşayan meşhur bir mimarı anlatan bir romanı yayımlanmıştı. Romanın ardından bir mimar, romanda kullanılan 16. yüzyıl mimarlık terimlerinin ne kadar yanlış olduğunu gösteren bir yazı yazmış ve bir hayli beğeni toplamıştı. Bu beğeni sürecini şaşkınlıkla izledim. 2014’te yaşayan birisinin 16. yüzyılı anlatırken o yüzyıla gidemeyeceği ve birtakım bilgilerle o zamanı zihninde canlandırırken anakronizme düşmesinin olağan olduğu bilgisine sahip değildik demek ki. Kurmaca bir metin, adı üstünde zihinde kurulmuş bir metindir ve edebiyatçı da vakanivüs olmadığına göre, geçmişi farklı biçimlerde yeniden düzenleyebilir. Bir edebî metnin niteliğini belirleyen de tarihe ne kadar çalışıldığı değil, kurmacanın taleplerine ne kadar cevap verildiğidir. Hatta yazar, tarih anlattığını iddia etse bile geçerlidir bu. Kurmacanın kendine özgü kuralları vardır çünkü.
Oysa Türkiye’de özellikle belli dönemlerde edebiyatla “tarih” anlatılırken edebî kıymetin tarihe uygunluk açısından belirlendiği görülür. Örneğin Kemal Tahir, romanlarını bir tarihçi gibi yazarak “hakikati” ortaya çıkarmaya soyunmuştur. Oysa bugün kimsenin Osmanlı’nın kuruluşunu anlamak için Devlet Ana’ya, Köy Enstitüleri’nin sorunlarını görmek için Bozkırdaki Çekirdek’e öncelikli olarak baktığını sanmıyorum. Buna rağmen Nâzım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Destanı, hâlâ, bir “tarihsel gerçek” dile getiriliyormuş gibi okunabiliyor. Hem Kemal Tahir’in tarihçiliğe soyunması, hem de Şeyh Bedreddin Destanı’nın bir tarihsel bilgi sunduğu düşüncesiyle okunabilmesi Türkiye’deki “edebiyat kültürü” açısından önemli bir ipucu veriyor: Edebiyatın özerkliğine dirençle cevap veriyoruz. Edebiyatın “boş iş”lerle uğraşmasını değil, “hakikat”le ilgilenmesini istiyoruz.
Edebiyat, insanlara tarihin onlardan esirgediği neyi verebilir?
Bizzat İNSANI. Bence burada bitirebilirim ama devam edeyim…
Bertolt Brecht “Okumuş Bir İşçi Soruyor” adlı şiirinde, tarihin nasıl kurgusal, dolayısıyla nasıl yanlı ve sorunlu olabileceğini berrak bir şekilde şöyle ortaya koyuyor:
Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Tarih sadece kendince önemli olanı anlatır; bir kurgudur, yeniden yazımdır, gerçekten uzaklaşmadır. Edebiyatta ise kandırmaca yoktur. Kurgu olduğunun önkabulü ile edebiyat metinlerine yaklaşırız. Ve sıradan, gerçek, yaşayan, nefes alan, ağlayan, âşık olan insanı buluruz.
Edebiyatımızın tarihle ilişkisini, tarihi ele alışını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
SORUNLU. Bu sorunun cevabı da burada bitebilir ama yine devam edeyim…
Sanatta antik dünyanın eskimiş görüşü hâlâ hâkim. Nedir bu? Sanattan her zaman iyi, güzel ve doğru olmasının beklenmesi... Bugün artık sanatın böyle bir misyonu yok ve olamaz da. İş, edebiyat- tarih ilişkisine gelince bu beklenti daha da şiddetleniyor ve maalesef edebiyatın bir sanat olduğu unutuluyor. Edebiyat ne tarih, ne de ahlak kitabıdır. Ondan alacağımız bilgi sanatsal bilgidir. Edebiyatın gerçekliği, güzelliği, iyiliği doğruluğu kendi içinde tutarlı olması ile ilgilidir.
Edebiyat, insanlara tarihin onlardan esirgediği neyi verebilir?
Tarih de edebiyat da insanlara anlatılar verir. Birini gerçek ve diğerini kurmaca olarak işaretleme kolaylığından sakınırsak ikisini de daha iyi kavrayabiliriz. Bugün artık tanıklık etmenin, hatırlamanın, yazıya geçirmenin, tarihsel bilgiyi oluşturmanın ve aktarmanın karmaşık süreçler olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla tarihi ve edebiyatı iki "kutup" olarak değerlendiremeyiz. Bellek, uzun bir süre bir mahzen, kutu veya deftere benzetilerek tarif edilmiş, korunaklı bir saklama alanı olarak canlandırılmış olsa da, artık kendine ait bir iradesi olan bir "anlatıcı" gibi değerlendirilmektedir. Hatta yazar Cees Notebaum, belleğin kendi "iradesi" olduğunu vurgulamak için, insanların unutmak isteyip unutamadıkları bir dolu şey olduğunu hatırlatır ve eğlenceli bir benzetme yaparak belleği canı nereye isterse oraya oturan, fırlatıp attığınız ayakkabıyı koşarak yakalayıp geri getiren bir köpeğe benzetir. Edebiyat, tarihten farklı olarak, anlatıdaki "gerçeklik" iddiasını daha en baştan askıya aldığı için, anlatı çok yakıcı gerçekliklere tanıklık ederken bile, insanlara, anlatıda olup bitenlerle aralarına koyabilecekleri bir "mesafe" verir. Bu mesafe, yıllar öncesinde gerçekleşen olaylar hakkındaki bilgiye ulaşmak için kat etmek zorunda kaldığımız tarihsel "mesafe"nin aksine, insanlığın tarihötesi karanlığı ile de örülü bir mesafedir. Sadece okura değil, yazara da bir mesafe sunar edebiyat. Yaşadıklarını anı veya otobiyografi olarak yazanlardan farklı olarak, kurmaca olarak yazanların, "tarihsel" tanıklık sorumluğundan kaçtığını söyleyebiliriz, tabii bu kaçışın, baskıları ve politik kovuşturmaları bertaraf etmek amacıyla da olabileceğini akılda tutarak.
Edebiyatımızın tarihle ilişkisini, tarihi ele alışını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tarihsel olayların edebiyata konu olmasını önemsiyorum ben. Edebiyatta tarih sadece geçmişte yaşanan olayların sıralandığı ve detaylandırıldığı kronolojik bir öykülemeden ibaret değil. Edebiyat o tarihsel "an"ları esneterek aslında okuru tarih-ötesi meselelerin kucağına bırakır. Tarihsel olarak açıklıkla tartışamadığımız pek çok olay edebiyatta konu edilmekte ve sorgulanmakta. Bu nedenle, edebiyatta karşımıza çıkan tarih, gerçekliklerle birebir örtüşmeyen yalancı tanıklıklar üzerine kurulu bir tarih de olsa, bize, söz konusu tarihsel "an"ları etraflıca kavramak için yeni olasılıklar sunuyor. Tarihçiler için tarihsel tanıklığın gerçeklikle ne ölçüde örtüştüğü temel bir mesele olabilir. Edebiyat için durum farklı. Bir örnekle açıklamam gerekirse: Yale Üniversitesi'ndeki Yahudi Soykırımı Arşivi'nin kurucularından psikiyatrist Dori Laub'un Auschwitz'ten kurtarılan esirlerle yaptığı röportajlarda, bir kadının kamptaki küçük ve hemen bastırılan bir ayaklanmayı diğer esirlerden farklı olarak neredeyse herkese kamptan kurtulma şansı verecek büyük bir ayaklanma olarak aktarması üzerine, kayıtları inceleyen komisyondaki tarihçi üyeler kadının tanıklığının reddedilmesi konusunda görüş birliğine varırlar. Laub ise Auschwitz'in gerçekliğini anlamak istiyorsak bu yalancı tanıklığı dışarıda bırakmamalıyız der. Çünkü, bu kadının oradan kurtulabilme ihtimaline tutunmak için duyduğu derin ihtiyacı ancak onun yalancı tanıklığı ile derinlikli olarak kavrayabiliriz. Edebiyat tıpkı bu kadının tanıklığı gibi, en tutarsız ve tarihsel gerçekliklerle örtüşmeyen haliyle bile, tarihi derinlikli olarak kavramanın yolunu açar.
Edebiyat, insanlara tarihin onlardan esirgediği neyi verebilir?
Edebiyat, “kuru” sayılabilecek tarihî verileri ete, kemiğe büründürür. Tarihî dönemlerin ve olayların insan yaşantısındaki yerini gösterir. Edebî karakterler yoluyla bize tarihin duygusunu yaşatır. Doğrudan edebiyattan tarihi öğrenemeyiz ama, mesela bir dönemde yazılmış romanları, şiirleri okuyarak o dönemin ruhunu keşfedebiliriz. Edebiyat yoluyla tarih algımızı zenginleştirebiliriz.
Edebiyat, insanlara tarihin onlardan esirgediği neyi verebilir? Edebiyatımızın tarihle ilişkisini, tarihi ele alışını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Edebiyatın ne işe yaradığı, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren çokça tartışıldı. Eleştiri kuramları aracılığıyla başlayan bu tartışma, önceleri edebiyata sosyal bilimlerin nesnel dünyasında eskiden sahip olduğu otoriter mevkii geri kazandırmayı hedefliyor, en azından ona bu yeni çağda da saygın bir rol verilebileceğini muhataplarına inandırmaya uğraşıyordu. Bir ölçüde bu ülküsünde başarılı da oldu. Ancak beşeri bilimler olarak adlandırılan felsefe, edebiyat ve elbette tarih her şeye karşın sosyal bilimlerin havalı ve kendinden emin argümanlarına aynı aletlerle cevap vermekte zorlandılar. Ne güzel sanatların öznel özerkliği ne de sosyal bilimlerin nesnel yasaları arasında rahat edemediler. Tarih ise, en azından kimi kollarıyla, bana kalırsa edebiyattan (eğlence) ve felsefeden (içe dönük) farklı bir strateji izledi. Büyük tarih topografyasının bir kısmı ulusal, dinî, daha çok da siyasî söylemlerin arka planı olmayı kabul edip, görünür olma pahasına önüne çıkan her kalıbın şeklini almayı, istenildiği gibi yorumlanmayı, kullanılmayı, manipüle edilmeyi kabullendi. Belgelerden kafasını kaldırmadan istenilen, ihtiyaç duyulan örnekleri arşivlerden itiraz etmeden getirip, kayıtlarının bağlamlarından koparılmasına ses çıkarmadan veya göz yumarak adlarının jenerikte nasıl göründüğüyle ilgilendiler. Daha dar bölümü ise, tarihyazıcılığıyla eleştirel bir dil geliştirip, kendi kuramlarını diğer sosyal bilimlerle çok disiplinli bir potada birleştirmeyi başardı. Açıkçası buradan son derece kıymetli sonuçlar da çıkardıkları oldu.
Edebiyat ise, yeni dünyada kendine hem fikirsel hem de estetik bir yer açmaya, rol kapmaya, argüman oluşturmaya çalışırken, tarihin bu istenilen biçime girebilmesi özelliğinden yararlanmayı önce icat etti, sonra onu kullanmayı öğrendi ve nihayetinde de bu konuda kendini ustalaştırdı. Zaten henüz özerk sanat algısının gelişmediği premodern dönemde tarih- edebiyat ilişkisi Homeros’tan bu yana birbirinden ayrılamaz biçimde ortakyaşar şekilde gelişmişti. Tarihi anlatan metinler edebiyatın biçimsel ve dilsel özelliklerinden faydalanıyor, edebiyat metinleri sayısız göndermelerle tarihsel olaylarla -efsanevi, menkıbevi ya da fani olaylar aynı gerçeklik algısıyla ele alınıyordu- sürekli temas kuruyordu. Bu bakımdan denebilir ki, edebiyatla tarih modern dünyada “bilim”in riyasetinde özerkliklerine kavuştuktan sonra, başka bir biçimde yeniden bir araya gelmeyi, yollarını kesiştirmeyi seçti. Bugün pek çok tarih teorisyeni için tarihin kendisi kurmaca bir metinler toplamı olduğu gibi, pek çok başka tarihçi için de edebî metinler tarihî birer kaynaktır. O halde edebiyatın elinde tarihin bizden esirgediği ne kalmıştır geriye?
Bana kalırsa sorunun kendisi, böyle yöneltildiğinde hem edebiyatı hem de tarihi müşkül bir konuma sokuyor: İlk olarak, tersine bir okuma yaparak ne tarihin ne de edebiyatın bizi gerektiği kadar ya da ihtiyaç duyduğumuz alanlarda besleyemediği gizli yargısını seziyoruz. İkinci olarak da, yine her iki alana da bir kez daha rüştlerini ispatlamalarını, eğer aramızda gezineceklerse bize bir şey vermeleri gerektiğini buyuruyoruz. Sanırım, bu kıskaçtan kendini kurtaramadan, yani üzerinde büyük bir mesaj, ülkü, dava, tez, mefkûre, mesele vb. taşıma zorunluğundan sıyrılamadan her iki alan da bize pek bir şey veremeyecek. Edebiyat ya da tarih, “bugün”ün taleplerini karşılamak telaşından çıkamadıkları müddetçe, “bugün”ün yırtıklarını yamamak dışında bir işleve de sahip olamayacak. Edebiyat ve tarihi anlamlandırmak ve ikisinin birbiriyle ilişkisini yeniden sağlıklı hale getirmek için önce onları araçsallıklarından arındırmamız gerekiyor. Zira, bu kadar yük, sorumluluk ve politik doğruluk her ikisinin de elini kolunu bağlamaktan başka sonuç vermiyor. Edebiyatın ya da tarihin bizden esirgediklerini görebilmek için, sanırım en iyi yol bizim edebiyat ve tarihten esirgediğimiz özgürlüğü onlara yeniden vermekten geçiyor. Böylece her ikisi de en başından beri kol kola yapageldikleri o en önemli işi; yani insanı, doğayı, düşünceyi, duyguları zamanın ve mekânın ötesine taşıma; birbirinden habersiz olanlar arasında doğrudan ve samimi bir ilişki kurma; acıyı ve mahremi, mutluluğu ve ortaklığı, hayali ve gerçeği kayda geçirme işini; daha da önemlisi en çok ihtiyaç duyulan empatiyi hayatımıza sokabilir, kendimizden esirgediklerimizle bizi yeniden buluşturabilir.
Edebiyat, insanlara tarihin onlardan esirgediği neyi verebilir?
Tarih insana duyularla kavradığımız somut insanı vermez. Edebiyat tarihte saklı duranı insanı gösterir.
Tarih “hep şöyle oldu, böyle olmadı” kipinden konuşur, bildiğinden emindir. Edebiyat ise bilgiyi sakladığından, olay örgüsünü ve insani durumları öne çıkardığından emin olmak zorundadır.
Tarih toplumsal, insani bir bilimdir. Bütün bilimler gibi duygusal bakımdan nötrdür. Tarih insana duyguyla yürürse ideoloji olur. Edebiyat ise bilim değildir, anlatıcı olarak nesnel olması yeğlenir ama insanı duygulara yönlendirip bir fikrin insanı yapmaya çalışırsa tarih gibi ideolojikleşir. Onun insana yürüyüşü olay örgüsüyle, sözsel yenilikle ve insan deriliğinin kavranışıyla olmalıdır. Bunlar yoksa ister duyguyla ister bilgiyle insana yürüsün, o da ideoloji haline gelir.
Tarih, ideolojik eğilimlere göre farklılaşabilir, salt ideoloji haline gelebilir. Tarih geçmişi “kafadaki dünyaya göre” anlatabilmenin yolu haline getirilebilir.
Oysa edebiyat “geçmişte öyle değil de şöyle oldu” demek için yapılamaz. Bu “tarihin işini ben yapacağım” demektir. Edebiyat, tarih içinde, tarihi yaptığı kabul edilen öznelerin dışında kalanlara bakarak, onları öne getirerek adalet sağlamak isteyen bir bilgedir. “Madem tarihi yapanlar güçlülerdir, bakalım güçlü güçsüz tüm insanlar o zamanlar ne haldedir” sorusunu soran kişi, edebiyatçıdır. Edebiyatın hezeyanla, büyük forslarla işi yoktur. Edebiyat sadeliğin ve insani derinliğin işidir. Padişahları bile anlattığında gördüğü şey padişah değil, insandır.
Edebiyatımızın tarihle ilişkisini, tarihi ele alışını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk tarih romancılığı çoğunlukla tarihi “başkalarının yanlış bildiği” üzerine kurmuş, amatör tarih yazıcılarının tezler arenasıdır. Herkes tarihçidir, Kemal Tahir tarihçi olmakla kalmaz, ideolog ve sosyolog da olur. Peyami Safa ideolog, Nihal Atsız kendi ruhsal hezeyanında kaybolup gitmiş bir hatip, M.Necati Sepetçioğlu “düşmanlarına” kağıt üzerine cezalar veren bir hayalci, Minyeli Abdullah misyoner, Tarık Buğra sosyal tarihçidir. Bunların yazdıklarında insani derinlik yoktur, olaylar birbirini izler ve haklılar, -nasıl olsa kazandığı bilinenler- kazanır. Totoloji. Sıfıra sıfır elde var bir koca sıfır.
Bu kişiler sonraki ideolojik tarih romancılığının ebesi olduklarından prototip sayılmalıdırlar. Günümüzün tebliğci, bilici, bulucu, tez yazıcı ideolojik edebi tahrip kalıplarının ana kaynağında onlar gösterilmelidir.
Edebiyatımızda tarih romanının insanın gözüne baktığı örneklere erken tarihlerde rastlanmaz. Tarihe ilk kez insani derinlikten bakan Nazım Hikmet olmuştur. Şeyh Bedrettin Destanı bu yönüyle ilk yüz akıdır. Böyle bir şeyin öykü değil, roman değil bir epope içinde başarılması muhteşemdir.
Kanımca ilk “roman gibi” tarih romanı Orhan Pamuk’un yazdığı Beyaz Kale’dir. Bir de benim yazdığım tarih romanları bu sınıfa girer.
Gördüğüm ve okuduğum kadarıyla roman dünyamızda tarihe önyargısız biçimde elini uzatmak sağcıların yapabileceği bir iş değildir. Türkiye’de sağcılık yalnızca politik olarak değil, estetik olarak da şiddetin, kadın düşmanlığının ve “biz” kipiyle konuşan ideolojnin temsil edildiği sefih bir dekadans haline gelmiştir.
Edebiyatımızın tarihle ilişkisini, tarihi ele alışını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben öncelikle soruların yerlerini değiştirerek ilk soruyla başlamak istiyorum ve soruları yanıtlarken aklımda hep “roman” türünün olduğunu belirtmek istiyorum. İlk soruyu yanıtlamadan evvel iki temel kavramı hatırlatmak istiyorum: Kurmaca ve ideoloji. Tüm edebiyat bölümlerinde ilk olarak edebiyatın kurmaca oluşunun altı çizilir. Her ne kadar kurmaca- gerçek ilişkisinin sorgulandığı dönemlerden geçiyorsak da unutulmaması gereken bir ayrımdır bu; unutulduğunda bir romanı okuyup onu ve de yazarını tarihsel gerçekleri yansıtmadığı gerekçesiyle suçlayabilirsiniz ya da farklı bir anlatı düzeyinde bir dizi seyredip ölen karakterin ardından cenaze namazı kılındığına şahit olabilirsiniz. İkinci kavramımız olan ideolojiye gelince: Herkesin sınıfsal, etnik, siyasî, kültürel vb. durumuna bağlı olarak farkında olduğu ya da olmadığı, benimsediği bir ideolojisi vardır, özellikle edebiyat yapıtları da açık ya da örtük belirli ideolojileri yansıtırlar. Buraya kadarki açıklamalarımızın ardından Türk edebiyatına dönecek olursak tarihi ve tarihsel olayları ele alan, bunu yapmayı seven yazarların oluşturduğu bir edebiyatımız var. Romanın tarihi yeniden yorumlamak için bir alan olduğunu düşünerek, bu türün olanaklarından yararlanarak tarihsel olayların kurmaca içinde aktarılmasının—eğer farklı ideolojilere sahip yazarların yarattığı çoğulculuğa saygı duyulabilecekse—Türk edebiyatını zenginleştirdiğini düşünüyorum. Elbette yazarların ideolojilerinin farkında olarak, yapıtın içindeki kurmaca dünyada da ideolojinin izlerinin bilinçli bir şekilde takip ederek bu yorumlar daha doğru anlamlandırılabilirler. Burada yazarın da tarihin akışı içinde olduğu ve hâkim siyasî paradigmanın etkisini farkında olarak ya da olmadan yapıtına aktardığını da hesaba katmak gerekir. Örneğin, Tarık Buğra, Kurtuluş Savaşı’nı yorumladığı Küçük Ağa’yı 1961’de değil de 1980’den sonra yazsaydı romandaki Kuvayı Milliyeciler nasıl konuşacaktı, konuşabilecekler miydi, Küçük Ağa iç çelişkileri yaşayacak ve dönüşüm geçirecek miydi? Bu ve buna benzer bir sürü eğlenceli soruyu sorma imkânı da sağlıyor edebiyat- tarih ilişkisi.
Edebiyat, insanlara tarihin onlardan esirgediği neyi verebilir?
Burada ikinci sorunun yanıtına da başlayarak şunu da belirtmek gerekiyor: Türkiye’de Tarih (büyük harfle yazılan Tarih’ten kastım egemen tarihyazımı anlayışıdır) etnik, siyasî, sınıfsal bütün kesimlerin tarihini anlatmak konusunda ne kadar yeterlidir? Yeterli olabilir mi? Bu anlamda milliyetçi, İslamcı, solcu, Alevi, Kürt, eşcinsel bireyler ve sayısı daha da artırabilecek gruplar kendi yaşantılarını, deneyimlerini, travmalarını Tarih’in içinde bulamadıkları zaman bunları anlatıp aktarabilecekleri alternatif alan olarak edebiyat karşımıza çıkmakta. Türkiye tarihi, saydığım grupların her birine yazabilecekleri onlarca konu sunmak konusunda da hayli zengin. Eğer tarih egemen sınıfların eline bırakılmayacak kadar ciddi bir konuysa derdi, sıkıntısı, sorunu olan her kişi bu konulara ilişkin deneyimlerini kurmacanın içinde bize ve sonraki nesillere aktararak tarihi yeniden yorumlamak konusunda izler bırakabilir.
Edebiyat, insanlara tarihin onlardan esirgediği neyi verebilir?
Bence tarih insandan bir şey esirgemez. Ama söz konusu olan tarihyazımı olduğunda tarihe bilinçli bir müdahale vardır ve bunun sonucunda kimi tarihî gerçekler insandan esirgenir (saklanır). Saklananları ya da esirgenenleri anlatabilecek olan bu nedenle daha geniş perspektifli bir tarihyazımı olabilir diye düşünüyorum öncelikle. Sorunun yanıtını da buraya bağlamak istiyorum. Edebiyatla tarih ve tarihyazımı arasında birbirinin boşluğunu doldurma ilişkisi yok. Böyle bir şeyi edebiyattan beklemek de edebiyatın varoluşuna aykırı geliyor bana.
Edebiyatımızın tarihle ilişkisini, tarihi ele alışını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Edebiyatın kaynaklarından biri olarak tarihle ilişkisi nedense diğer alanlardan farklı değerlendiriliyor. İki alanın kesişme noktası olan tarihî romana bir tür bilgi kaynağı olarak yaklaşmak neredeyse yaygın bir tutum haline geldi. Romancının tarihi metnine kaynak edinmesi, tarih konusunda bir bilgi verdiğini iddia etmesine neden olabildiği gibi, okurun da beklentisi tarihyazımında boş bırakılan alanların, anlatılmayanların romanla ikame edildiği yolunda.
Her ikisinin de kusurlu olduğunu söylemeliyim. Romancı tarih yazmak için değil, roman yazmak için bir metin inşa eder. Okurun da beklentisi roman okumak olmalı.
Nasıl ki psikolojik roman okurken, psikolojik hastalıkları ya da tedavi yollarını öğrenmiyorsak, tarihî roman okurken de tarihi öğrenmeyiz. Roman kurgusu içinde bize sunulan –varsa- bir tarih3i gerçeğin oluşturduğu zeminde yazar tarafından kurulmuş bir dünyayı ve kahramanların hikâyelerini okuruz.
Edebiyat, insanlara tarihin onlardan esirgediği neyi verebilir?
Aslında tarih de edebiyat da kurgu yaratmak konusunda ortaklar. O yüzden tarih nerede başlıyor ya da tarihin ne kadarı kurgu ne kadarı gerçekten ibaret meselesi ancak belgeler ve tanıklıklarla aydınlatılabilir. Ancak edebiyatın yarattığı kurgu, tarihin anlattığı kurguya oranla çok daha etkileyici kılınabilir. Tarihin gizlediği bir gerçeklik edebiyatın kurgusunda çok daha etkileyici bir şekil alabilir. O zaman tarihin yapamadığı etkiyi edebiyat yapmış olur. Nitekim edebiyatın ulus- devlet inşa süreçlerinde etkili bir araç olduğu, savaş zamanlarında toplumları harekete geçiren itici biri güç olarak propaganda amacıyla kullanıldığını da unutmamak gerekir. Dolayısıyla edebiyat sadece tarihin insanlardan esirgediklerini onlara vermez, insanların tarihi nasıl görmeleri gerektiği konusunda da yön tayin edicidir.
Edebiyatımızın tarihle ilişkisini, tarihi ele alışını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Edebiyatımız tarihi özellikle ideolojik aygıtlar üretmek konusunda oldukça kullanmıştır. Yeni değerler inşa etmek için tarihten seçilen padişahların okurlar önüne getirilmesi Tanzimat devrinden bu yana var olan bir durumdur. Bu, kimi zaman o döneme eski parlak günleri hatırlatmak kimi zaman da o dönemde tarihi yeniden inşa etmek için kullanılmıştır. Tarihin sadece bir fon olarak kullanıldığı eserler ise okurda bir tarih öğretme kaygısıyla yazılmıştır. Sanırım bizim edebiyatımızda tarih söz konusu olduğunda bir kaygı hep olmuştur.
Edebiyat, insanlara tarihin onlardan esirgediği neyi verebilir?
Öncelikle "edebiyat bize ne verir"in cevabını vermek gerekir sanırım. Edebiyat en basit anlamıyla, insanları ve dolayısıyla kendimizi, bizi şaşırtacak denli derinlikte tanımamıza olanak sağlar. Aynı anda hem empati yeteneğimizi geliştirir hem de bizi farkında bile olmadığımız iyi ya da kötü kendi özelliklerimizle, zaaflarımız ve kusurlarımızla yüzleştirir. Bir başka deyişle bizi "kafa karışıklıklarımızdan kurtarır", diğer insanları, kendimizi ve genel olarak hayatı anlayışımızda bize bir farkındalık ve sağduyu kazandırır.
Tarih ise genelde tarihlerden oluşan, sadece genel neden ve sonuç ilişkilerinin verildiği, resmî makro ölçekteki bilgilerdir. Oradan insan hikâyelerini öğrenemeyiz, yalnızca zamanın akışının köşe taşlarını görmüş oluruz. Bilgimiz yalnızca bu çerçevede kısıtlı kaldığında ise aslında sorgulama yetimizi kullanmadan, bize verilen genel söylemlerle yetinmiş ve kısaca sınırlı bir bilince sahip olmuş oluruz. Oysa tarihi küçük insanların hikâyeleri oluşturur. Edebiyat aracılığıyla daha mikro dünyalara girerek, onların duygularını, eylemlerinin ardındaki hepimizde ortak bulunan insani güdüleri görürüz. Ve böylece ötekileştirme de ortadan kalkar. En basit anlamıyla söyleyecek olursam, tarih bir anlamda 'bizler ve onlar' şeklinde kişileri ötekileştirebilirken, edebiyat tam tersine bizi insanlığın ortak duygusal paydalarında birleştirerek, eşitler. En azından görünenin ardında yatanları daha iyi görüp, daha sağlıklı neden sonuç ilişkileri kurabilmemize yardımcı olur. İyi bir edebiyat okuru kaçınılmaz bir şekilde hümanisttir.
Edebiyatımızın tarihle ilişkisini, tarihi ele alışını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizim tarihimizle enteresan bir ilişkimiz var. Bir yandan tarihimizin parlak günlerini tekrar tekrar konuşmaktan büyük bir zevk alıyor, ancak bir yandan da daha karanlık yönleriyle yüzleşmekte zorlanıyoruz. Öte yandan tarih yalnızca büyük toplumsal olaylardan ibaret değildir; örneğin sanat ya da sosyal yaşam gibi öğeler de hayata dâhil olduğundan, onların da anlatılması gerekir. Bizde bu anlamda çok iyi örnekler olduğu gibi, maalesef derinliksiz, yalnızca birtakım günün trendlerinin peşinde giden popüler kültür ürünleri de olabiliyor tabii ki. Ancak bu yalnızca bize özgü değil, her ülkenin edebiyatında rastlanabilecek bir şey. İkisi de olacaktır. İyilerden örnek vermek gerekirse hemen aklıma İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’ı, Orhan Pamuk’un Beyaz Kale ile Benim Adım Kırmızı’sı ile Nedim Gürsel’in Resimli Dünya’sı geliyor. Keza Ahmet Ümit de bu konuda güzel örneklere imza atıyor. Ama örneğin değeri biraz geç anlaşılan Nahid Sırrı Örik gibi çok iyi bir yazarımız da var. Yakın tarihimizle yüzleşme konusunda ise zaman zaman cesur ve ümit vadeden örneklerle karşılaşıyor olsak da, sorunlarımız sürüyor diyelim.