Yarattıkları etkinin büyüklüğüne nazaran popülist partilerin neden güçlendiklerinin ve nasıl bir strateji takip ettiklerinin kamuoyunda yeterince tartışıldığını söylemek güç
Sistem karşıtı siyasî hareketler, son on yılda Avrupa'nın birçok ülkesinde ve Amerika Birleşik Devletleri'nde göz ardı edilemez bir yükselişe geçtiler. Bugün birçok kalkınmakta olan ülkede ve hatta gelişmiş demokrasilerde popülist bir parti iktidara geldi veya en azından iktidarın güçlü bir adayı olarak kabul ediliyor. İki hafta once Fransa’da düzenlenen başkanlık seçimlerinin ilk turunda aşırı- sağcı aday Le Pen’in ikinci tura kalması ve göçmen karşıtı Büyük Britanya Bağımsızlık Partisi’nin başını çektiği tarafın Avrupa Birliği’nden ayrılma referandumundan zaferle ayrılması, içinde yaşadığımız liberal demokratik düzenin temellerini sarstı. Benzer bir durum, göçmen karşıtlığını kampanyasının temel ögelerinden biri hâline getiren Donald Trump’ın başkanlık seçimini kazandığı Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşandı. Bu listeye popülist ögeler taşıyan partilerin büyük seçim başarısı kazandıkları Macaristan, Yunanistan, Arjantin, Türkiye, Venezuela, Polonya, Hindistan, ve Filipinler gibi ülkeleri de ekleyebiliriz. Ayrıca, Norveç, Danimarka, Hollanda, Avusturya, İngiltere, ve Almanya gibi ülkelerde göçmen karşıtı, aşırı milliyetçi populist partiler seçimlerde oylarını önemli oranlarda arttırdılar. Ünlü siyaset bilimci Cas Mudde'nin deyimiyle bugün artık “popülist bir Zeitgeist” ile karşı karşıyayız.1
Yarattıkları etkinin büyüklüğüne nazaran popülist partilerin neden güçlendiklerinin ve nasıl bir strateji benimsediklerinin kamuoyunda yeterince tartışıldığını söylemek güç. Bu konudaki tartışmalar genelde popülistlerin iktidara geldikten sonra takip edeceği politikaların içerikleri ve uzun vadede etkileri üstünde yoğunlaşıyor. Öte yandan, popülist partileri besleyen faktörler ve bu partilerin kendi aralarındaki siyasal, ideolojik ve örgütsel farklar arka plana itiliyor. Hâlbuki, sadece son 15 senede büyük seçim başarıları kazanmış popülist partiler arasında bile derin farklar var. Örneğin, Macaristan, Hindistan, Polonya ve hatta Trump sonrası ABD'de seçim kazanan popülist hareketlerin ortak özelliğinin sağ iktisadi fikirlerle popüler bir muhafazakâr kültürel söylemi bir araya getirmeleri olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte, başta Yunanistan ve Venezuela gibi ülkelerde ise popülist partiler neoliberal ekonomik düzene büyük eleştiler yönelterek iktidara geldiler. Kamuoyunda bu partilerin hepsi popülist olarak nitelendirilse de onları popülist yapan ortak ögenin ne olduğu konusunun üstünde pek durulmadı.
Eğer popülizmi, seçkin tabakalar karşısında halk kesimlerini müesses nizamı değiştirmek için harekete geçirmek olarak tanımlarsak, antik Roma döneminde toprak reformu teklifleriyle taraftar toplayan Gracchus kardeşleri, oligarşik düzeni savunan Senatörler karşısında fakir Romalıların ve ordusundaki askerlerinin desteğini alan Jül Sezar'ı veya kölelik düzenine karşı isyan başlatan Spartaküs'ü bile popülist liderler arasında sayabiliriz. Ama sosyal hareketlerin modern zamanlarda ortaya çıktığını düşünürsek, popülist hareketler için daha yakın dönemlere bakmamız lazım.
Popülizmin altın çağı, Büyük Buhran ile İkinci Dünya Savaşı'nın sonrasındaki 30 senelik dönemde yaşandı. 1929 yılında küresel boyutta yaşanan ekonomik krizden devlet tarafından finanse edilen sanayileşme politikalarıyla çıkan ülkelerde hükümetler, giderek büyüyen işçi sınıflarını yüksek toplu maaşlar ve eğitim, sağlık ve sosyal hizmet olanakları sunarak sisteme entegre etti.2 Peron, Nehru, Vargas, Cardenas ve Nasır gibi popülist liderler, o zamana kadarki müesses nizamı savunan liberal toprak sahibi, tüccar ve şehirli profesyonel kesimler karşısında yoksul kesimleri yanlarına alarak yeni bir siyasî düzen inşa ettiler.
Bazı kesimler, popülist tabirini halkın en temel duygularına ve isteklerine yönelik siyaset yapanlar için kullanıyor. Örneğin, siyasal veya ekonomik sorunları kolay yoldan bazı etnik veya dinî gruplara atfederek açıklayan aşırı sağ hareketleri bu kriter üstünden popülist olarak nitelendirenler var. Bu yaygın görüşe göre popülist hareketler rasyonel olmaktan ziyade, basit ve duygusal bir söylem geliştirerek tek boyutlu bir düzlemde siyaset yapıyorlar. Bu analiz ilk bakışta Trump, Wilders ve Le Pen gibi liderleri betimlemekte başarılı görünse bile, bu hareketlerin tabanlarını büyütmek için değindikleri konuları ve söylemlerini ne derece stratejik bir şekilde seçtiklerini göz ardı ediyor.
Diğer bir görüşe göre popülizm, eldeki kaynakları dikkate almadan halkı tatmin edecek şekilde yeniden dağıtıcı (redistributive) ekonomik politikaları takip etmektir. Bu tanım daha çok liberal görüşteki iktisatçılar tarafından 20. yüzyılın ortasında, özellikle gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkan iktidarları kategorilendirmek için kullanıldı. Fakat popülizmi belli ekonomik politikalarla eşleştirirsek, son dönemde yükselen aşırı- sağ partileri kategorimiz dışında bırakmamız gerekecek. Zira bu partiler yeniden dağıtımcı iktisadi politikalardan ziyade, genelde sağ kesimlerin benimsediği kültürel temalara (suçla mücadele, göçmen karşıtlığı, ve millî kültür) vurgu yaparak alt orta ve yoksul kesimlerin desteğini almayı başardı.
Bu karışıklığa son vermek için popülizmi herhangi bir ekonomik politikayla özdeşleştirmek yerine, rasyonel bir siyasî strateji olarak kabul etmeliyiz. Popülizm, toplumu seçkin tabakalar ve halk kesimi arasında birbiriyle kesişmeyen ve homojen olan iki gruba ayırır.3 Farklı popülist hareketler, karşılarında yer aldıkları seçkin tabakaları, toplumun çoğunluğunun dinî değerlerini benimsemeyen seküler kesimler, kültürel değerlerini hakir gören kozmopolit gruplar, ekonomik gücü elinde bulunduran çevreler veya Avrupa Birliği bürokrasisi olarak tespit etti. Popülistlere göre, seçkinler tabiatları gereği halktan kopuktur ve dolayısıyla takip ettikleri politikalar da halkın çıkarına aykırı olacaktır. Dolayısıyla, bu iki grubun uzlaşması mümkün değildir. Bu nedenle, popülist hareketler iktidara gelmek için kendi seçtikleri kriterler üstünden tanımladıkları geniş halk kesimlerini yukarıdan harekete geçirmeyi (mobilizasyon) ve bunu yaparken sistemle kavga etmeyi tercih ederler.
Popülist hareketler arasında bu iki kriterin ötesinde (seçkin- halk ayrımı ve halkı tepeden mobilize ederek iktidara gelme arzusu) sahip oldukları başka bir benzerlik bulmak zor olacaktır. Zira sahip oldukları esnek politik program nedeniyle popülist hareketler çok farklı ideolojik pozisyonlar alabilirler. Örneğin, günümüz Orta Doğu ülkelerinde popülizm İslamcı hareketler arasından çıkarken, Latin Amerika ve Güney Akdeniz ülkelerinin bazılarında sol ve hatta sosyalist bir renge bürünebiliyorlar. Ayrıca, popülist hareketleri sürükleyen liderlerin kişisel geçmişlerinin birbirinden hayli farklı olduğunu da eklemek gerek. Popülist liderler Trump ve Berlusconi gibi zengin işadamları içinden çıkabildikleri gibi,Victor Orbán ve Fujimori gibi hayli eğitimli bir profesyonel, Chavez gibi bir eski asker veya Erdoğan ile Modi gibi alt orta sınıf bir geçmişe sahip olabilirler. Diğer yandan popülist hareketlerin dayandıkları örgütsel ve organizasyonel yapılar da birbirlerinden büyük farklılık gösterebilir. Özellikle kitle iletişim araçlarının gelişmediği ve halkın ortalama eğitim seviyesinin düşük olduğu ülkelerde popülist hareketler seçmenlere ulaşmak için güçlü siyasî organizasyonlar kuruyorlar. Buna örnek olarak, Arjantin'deki Peronist Parti, Hindistan'daki Kongre Partisi ve Meksika'da Kurumsallaşmış Devrim Partisi’ni verebiliriz. Ama bu örneklere neredeyse tezat oluşturacak şekilde Venezuela'da Chavez, Peru'da Fujimori ve Ekvator'da Correa'nın ciddi bir parti desteği olmadan iktidara geldiklerini de gördük.
Dolayısıyla ne ideolojik, ne örgütsel, ne de liderlerinin sınıfsal geçmişleri açısından popülist hareketler arasında ciddi bir benzerlik bulmak zor. Bu hareketleri bir araya getiren temel öge, toplumu geniş halk kitleleriyle seçkin tabakalar arasında ayıran ve bu söylemle kitleleri harekete geçiren siyasî stratejileridir. Bunun dışındaki farklılıklar ise popülist hareketleri değişik alt-başlıklar ile (Sol veya sağ popülist, klasik popülist, aşırı-s ağ popülist, veya İslami popülist) kategorilendirmemize yardımcı olacaktır.
Öncelikle şu tespiti yapmakta fayda var: Neoliberal ekonomik model ile sağ popülist siyaset arasında ciddi uyuşma noktaları var.4 Birçok ülkede klasik popülist liderlerin dayandığı ithal-ikameci ve genişleyici politikalar 1970'lerin sonunda başlayan ekonomik durgunluk sonrası mali olarak iflas etti. Onun yerine gelişmekte olan ülkelerde özelleştirme, kamu harcamalarının azaltılması, vergi reformu ve mali serbestlik içeren neoliberal bir program uygulamaya konuldu. Bu yeni düzen sol partilerin tabanını oluşturan sendikaları zayıflattı. Eskiden ithal- ikameci politikalar sayesinde büyüyen fabrikalarda güvenceli, sendikalı ve görece yüksek maaşlı işçiler, gümrük duvarlarının düşürülmesiyle bu haklarının çoğunu kaybetme noktasına geldiler.
İşte böyle bir ortamda, köylerden kentlere göç etmiş düşük kalifiye kitleler kendilerini büyük şehirlerin çeperlerinde her türlü belediye hizmetinden ve güvenceli iş olanaklarından mahrum bir hâlde buldular. Sendikaların zayıfladığı ve enflasyonla mücadele etmek için hükümetlerin kamu harcamalarını azalttığı bir ortamda bu dar gelirli kesimler için tek çıkış yolu güvencesiz işlerde (taşeron işçilik ve sendikasız işler gibi) çalışmak idi. Sonuç olarak, çok sayıda emekçi kendilerini hızla büyüyen kayıtdışı ekonominin içinde buldular. Sağ popülist liderler kendilerine taban olarak işte bu örgütsüz, güvencesiz ve kent hizmetlerinden mahrum kesimleri belirlediler. Bunlar arasında Arjantin'de 1989- 1999 yılları arasında başkanlık yapan Carlos Menem, Türkiye'de 1983- 1991 arasında başbakanlık yapan ve sonra da 1993 yılına kadar cumhurbaşkanı olan Turgut Özal, Peru'da 1990- 2000 yılları arasında başkan olan Alberto Fujimori gibi liderleri sayabiliriz.
Yüksek enflasyonun vurduğu bir ortamda yeni sağ politikalarla ekonomik istikrarı sağlamayı ve yeni iş sahaları yaratmayı vadeden bu liderlerin halktan oy toplaması hiç zor olmadı. Bu ülkelerde enflasyonun düşmesiyle birlikte yoksulluk oranları da hızlı bir düşüşe girdi. Yüksek enflasyon baskısından kurtulan dar gelirli kesimler sağ bir ekonomik programa oy vermeyi sürdürdüler. Ayrıca, sağ popülist hükümetler yoksullukla mücadele etmek için çeşitli sosyal yardım programlarına kaynak aktararak özellikle şehirlerin yoksul mahallelerinden destek toplamayı başardılar. Tabii, bu programların önemli bir özelliği vatandaşlık bağı üstünden herkese değil, belli siyasî hesaplamalar sonucu çok daha seçici bir şekilde dağıtılıyor olmalarıydı. Mesela hayli yaygın ve köklü bir teşkilata sahip Peronist Parti'ye dayanan Carlos Menem, Peronist aracıları kullanarak şehirlerin yoksul mahallelerinde kaynak dağıttı. Benzer şekilde, ANAP hükümeti Fakir Fukara Fonu ve TOKİ gibi programlarla 1980'li yıllar boyunca şehirlerde oy toplayabildi.
Ağır ekonomik kriz yaşayan ülkelerde ise popülist partiler daha sol şekillerde ortaya çıkabiliyorlar. Örneğin, 2008 yılındaki küresel finans krizi sonrası ağır bir borç batağına sürüklenen ve hükümetlerin takip ettiği kemer sıkma politikaları sonrası uzun bir ekonomik kriz ve işsizlik sarmalına giren Yunanistan ve İspanya gibi ülkelerde popülist partiler, sosyalist bir çizgi takip ederek büyük başarılar kazandılar. İki ülkede de merkez solda yeralan PASOK ve Sosyalist Parti, seçmenlerin önemli bir bölümü tarafından ekonomik krizin başaktörlerinden biri olarak görüldüğü için kemer sıkma politikalarına karşı tepki, kısa sürede tüm siyasî elitler ve müesses düzen karşıtlığına döndü. İşte bu çözülme sonrası PASOK ve Sosyalist Parti seçmenlerinin bir bölümü alternatif ve daha sistem dışı partilere hareketlere yöneldi. Merkez sol kesimde oluşan bu boşluğu Yunanistan'da Syriza ve İspanya'da PODEMOS hareketi doldurdu. Fransa'daki başkanlık seçimlerinin ilk turunda büyük bir başarı kazanarak yüzde 19 oy toplayan sosyalist aday Melenchon da benzer bir açıdan analiz edilebilir.
Sol popülizmin etki alanı tabii ki sadece borç krizinin etkileriyle uğraşan Güney Akdeniz ülkeleriyle sınırlı kalmadı. Özellikle Latin Amerika kıtasında 1980'li yıllardan sonra gerçekleşen neoliberal ekonomik reformlara karşı oluşan tepki sol bir politik damarı canlandırdı. Bu dalga Şili, Brezilya, Arjantin, Venezuela, Uruguay, Ekvator ve Bolivya gibi ülkelerde sol partileri iktidara taşıdı. Bunlar arasında, ekonomik krizin çok ağır vurduğu ve gelir dağılımında adaletsizliğin hızla yükseldiği Arjantin, Bolivya, Venezuela ve Ekvator gibi ülkelerde iktidara gelen partiler sol popülist bir program benimsemekten çekinmediler.
Ünlü solcu düşünür Ernesto Laclau'ya göre sol popülist hareketler liberal demokratik kurumların göz ardı ettikleri marjinal ve alt sınıfları sisteme dâhil ederler. Bu da ona göre demokratik rejimin daha katılımcı ve eşitlikçi bir şekilde çalışmasına yol açar. Bu görüşe sahip kesimler, popülizmi daha katılımcı siyasî yapılara ulaşmanın ilk adımı olarak görürler. Böylelikle, Evo Morales 2006 yılında Bolivya'nın ilk yerli başkanı olduktan sonra yerli grupların sistem için çok daha güçlü bir şekilde örgütlendiklerine ve bu örgütler üstünden hükümeti denetlemeye çalıştıklarına tanık olduk. Ayrıca 2002 yılı sonrasında Brezilya'da iktidara gelen İşçi Parti'sinin bazı yerel belediyelerde katılımcı demokrasiye ağırlık verdiğini ve ayrıca bütçe hazırlanması süreçlerini daha şeffaf hâle getirdiğini biliyoruz. Fakat bu gibi örnekler dışında sol popülistlerle katılımcı demokrasi arasında ilişki kurmak için elimizde yeterince fazla sayıda örnek vaka yok.
İktidardaki popülist partilerin takip ettikleri politikalara bakınca popülizm ile liberal demokrasi arasında ciddi bir gerilim olduğunu görüyoruz. Çıkış noktaları itibariyle, popülist partiler kendilerini seçkin tabakalar karşısında halkın tek temsilcisi olarak gördükleri için eleştirilere karşı pek hoşgörü göstermezler. Çünkü onların gözünde takip ettikleri politikaları eleştirmek temsil ettikleri halk kesimlerinin çıkarına karşı çıkmak anlamına gelir. Aynı nedenden ötürü popülist hükümetler diğer partilerle uzlaşarak politika belirlemek yerine çoğunlukçu bir anlayışıyla hareket ederler. Onlar için siyaset arenası sadece tek bir tarafın kazanarak isteklerini politikalara dönüştürdükleri bir meydandır.
Popülist liderlere göre seçim sonuçları millî iradeyi yansıtır. Dolayısıyla, seçim başarısının onlara ülkeyi öteki seçime kadar istedikleri gibi yönetme hakkı verdiğini ve demokratik kurumlar ile sivil toplumun takip ettikleri politikaları engelleme haklarının olmadığını düşünürler. Bu nedenle de yargı denetimine, basının takibine ve meclis kontrolüne soğuk bakarlar. Nitekim, Venezuela, Bolivya, Macaristan ve Türkiye gibi ülkelerde popülist partilerin iktidara geldikten sonraki birkaç sene içinde Anayasa Mahkemesi'ni ele geçirdiklerini, denetleme ve dengeleme kurumlarını kontrol altına almak istediklerini ve yeni bir anayasa hazırlamaya gittiklerini gördük.
Bu politikaların popülist iktidarlarla diğer siyasî partiler arasında ciddi bir çatışma yaratacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Popülist partiler karşılaştıkları bu direnci liberal demokratik kurumlar içinde uzlaşma yollarını arayarak değil, kendi tabanlarını harekete geçirerek çözmeye meyillidirler. Bu da halkın sürekli siyasete meydanlarda katılmaya çağrıldığı ve toplumun iktidar tarafından kutuplaştırıldığı bir ortam yaratır. Böyle durumlarda genelde popülist partiler tabanlarını harekete geçirerek muhalefeti bertaraf etme yolunu tercih ederler. Fakat, popülist liderler yaşanan siyasî mücadeleyi geniş halk kesimlerinin seçkinlerle olan mücadelesi olarak gördükleri için popüler mobilizasyon demokrasiyi güçlendirmekten ziyade toplumu ayrıştırır.
Toplumun farklı kesimlerinin birbirine güvenmediği ve hatta düşman olarak gördüğü ülkelerde demokratik rejimi ayakta tutmak giderek zorlaşır. Çünkü popülist partilerin tabanları kendilerini sürekli bir elit baskısı altında görmeye başladıkları için iktidarın bazı haksız ve dışlayıcı uygulamalarını bile kabullenmeye açık hâle gelirler. Buna karşılık muhalefet kesimleri ise hükümet tehdidi altında olduklarını düşünerek iktidar partisine ve onun seçmenine karşı yabancılaşırlar. Böyle bir ortamda seçimlere atfedilen önem giderek artar ve özellikle seçim zamanında iki taraf birbirine karşı yüksek seviyede mobilizasyona girme yolunu seçer. Örneğin, Venezuela'da ekonominin krize girdiği ve muhalefetin baskı altına alındığı son yıllarda muhalefet çok büyük çaplı kitlesel protestolar düzenlemeye başladı. Tayland'da 2006 yılında gerçekleşen darbeden sonra devrik Başbakan Thanksin taraftarları ve muhalifleri arasında hiç bitmeyen protesto kampanyaları gerçekleşti. Türkiye'de Gezi Parkı olayları ve 15 Temmuz darbesi sonrası hem AKP seçmenleri hem de muhaliflerinin Türkiye tarihinde görülmemiş çapta sokak gösterilerine tanık olduk. Macaristan'dan Brezilya'ya, Güney Afrika'dan Yunanistan'a, dünyanın birçok yerinde hükümetleri sarsacak boyuttaki protesto eylemlerinin arkasındaki önemli bir faktör olarak içinde yaşadığımız popülizm çağını gösterebiliriz. Böylesine yüksek gerilimli bir siyasî ortamın siyasî istikrarsızlık, ekonomik durgunluk ve hatta askerî darbelere kapı araladığını söylemek kâhinlik sayılmaz.
Şu noktada, popülist hareketlerin her ortaya çıktıkları ülkede başarı kazandıklarını söylemek biraz abartılı olur. İngiltere'de dar bölgeli seçim sistemi nedeniyle UKIP parlamentoya sadece tek bir milletvekili sokabildi. Korkulanın aksine, Avusturya'dan Hollanda'ya, Almanya'dan Fransa'ya aşırı sağ popülist partiler oylarını arttırsalar bile seçimleri kaybettiler. Özellikle siyasî kurumların güçlü olduğu ve demokratik nizamın kökenlerinin onlarca sene önceye dayandığı ülkelerde sağ popülist partiler düzeni değiştirmek hedeflerinin çok uzağında kaldılar. Hatta bu partilerin kızgın, umutsuz ve ekonomik durumu kötü durumdaki seçmen kitlelerinin taleplerini siyasî alana taşıdıkları oranda demokratik düzeni güçlendirdiklerini iddia etmek bile mümkün.
Fakat tek başlarına iktidara geldikleri zaman, sağ ve sol popülist partiler demokratik düzen içinde ciddi bir tahribata yol açabilirler. Örneğin, son yıllarda Freedom House'un ölçümlerine göre demokrasi skorları en hızlı düşen ülkeler arasında popülist partiler tarafından yönetilen Tayland, Venezuela, Macaristan, Güney Afrika, Polonya, Filipinler ve Türkiye gibi ülkeleri görüyoruz. Durum böyleyken, demokratik rejimlerin popülist dalgalar karşısında ayakta kalma şansı nedir? Popülistler tarafından yönetilen bir ülkede muhalafet otoriterleşme ve siyasî istikrarsızlığı engellemek için ne gibi adımlar atabilir?
İktidardaki popülist partilerin çoğunlukçu uygulamaları karşısında muhalefet ilk etapta elindeki denge ve denetleme (checks and balances) kurumlarını kullanma seçeneğine sahip. Ayrıca, basından sivil topluma uzanan geniş bir sivil demokratik cephe kurarak, popülist iktidarın hareket alanını daraltmaya çalışabilir. Bu noktada, iktidara geldiğinin ilk 100 gününde başkanlık kararnameleri ve siyasî açıklamalarıyla ABD'de yaşayan azınlık grupların haklarını kısıtlamaya yönelen Donald Trump karşısında Demokratların Temsilciler Meclisi ve Senato'da gösterdiği direnç örnek verilebilir. Ayrıca, Trump'ın bazı ülkelerden gelen vatandaşlara getirdiği seyahat yasağı birkaç gün içinde mahkemeler tarafından durduruldu.
Fakat, meclis kurumlarının gelişmemiş olduğu, mahkemelerin siyasî etkilere ve hükümet baskısına açık bulunduğu ülkelerde yukarıda önerilen seçeneği kullanmak zor olabilir. Zira, Venezuela, Macaristan ve Türkiye'de gördüğümüz gibi popülist partiler ciddi bir seçim zaferi sonrası parlamentoda yüksek bir çoğunluğa sahip olarak iktidara gelebilir. Seçim kazandıktan sonraki bir sene içinde Macaristan'da Fidesz partisi yeni bir basın yasasını ve anayasayı parlamentodan geçirdi. Ayrıca, hükümet Anayasa Mahkemesi'ne kendi partisine yakın yargıçlar atayarak bu denetleme yolunu da kapattı. 2002 yılındaki başarısız darbe sonrasında Venezuela'da ve 2010 referandumu sonrasında Türkiye'de de benzer bir tablonun gerçekleştiğini biliyoruz.
Tabii ki böyle durumlarda muhalefetin işinin hayli zor olduğu açık. Popülist partiler halk arasında kolay destek sağlayabilen ve bunu çabucak siyasî güce dönüştürebilen siyasî aktörlerdir. Muhalefet böyle bir popüler güç karşısında özellikle ilk yıllarda gerileme ve zayıflama sürecine girebilir. Özellikle yoksulluk seviyesinin yukarı seviyede olduğu ülkelerde geniş seçmen kitleleri için demokrasinin işlevinden çok, sonuçları daha önemli olacaktır. Siyasî istikrarsızlık ve ekonomik durgunluk sonrası iktidara gelen popülist partiler ekonomik başarı kazanırlarsa seçimlerde muhalefetin şansı hayli zor olacaktır.
Böyle bir senaryoda, muhalefetin ayakta kalmasının ve demokratik rejimi savunmasının yolu, mücadele ettiği popülist iktidara en azından takip ettiği strateji ve söylem açısından benzemekten geçer. Başka bir deyişle, muhalefetin de popülist iktidar karşısında seçmene yönelmesi ve politik programı için destek alması gerekiyor. Bu, ilk başlarda hayli sıkıntılı ve zor bir süreç olacaktır. Çünkü popülist parti yükselişi sırasında dar gelirli kesimlerin artan oranda desteğini aldığından, muhalefet partileri üst orta ve orta sınıflara hapsolmuş bir hâle gelebilir. Böyle bir partinin de dar gelirli seçmen gruplarıyla arasında olan sosyo-ekonomik, kültürel ve hatta tarihsel engelleri aşmasının hayli zor olduğunu şimdiden kabul etmek gerekir. Yeni seçmenlerin desteğini kazanmak için muhalefet partilerinin örgüt yapılarını güçlendirmeleri ve özellikle seçim esnasında seçmenlerini oy kullanmaya yöneltecek başarılı bir örgüt sahibi olmaları gerekir. Bu mücadele esnasında özellikle yerel belediyeler muhalefet partilerinin seçmenlerine iyi bir yönetim sunabileceklerini göstermeleri açısından önemli bir fırsat teşkil eder.
Popülist iktidarlar karşısında seçim kazanabilmek için muhalefetin kendine destek veren farklı grupları bir arada tutacak popüler ve güçlü bir lidere ihtiyacı olabilir. Zira, popülist partiler genelde karizmatik liderler tarafından yönetildikleri için onların iktidarında ülke siyaseti de hızla lider odaklı bir yapıya bürünür. Böylesine güçlü bir liderle karizması ve popülaritesi düşük siyasetçilerin mücadele etmeleri zor olacaktır. Dolayısıyla başarı kazanmak için muhalefetin de güçlü, sevilen ve karizmatik bir lider adayı ortaya çıkarması lazım.
Son olarak, muhalefet açısından diğer bir mücadele yöntemi seçim ittifaklarıdır. İktidardaki popülist partisinin büyük başarı kazandığı bir siyasî ortamda seçim kazanma ihtimalini devam ettirmek için muhalefet partilerinin elinde seçim dönemlerinde stratejik işbirliği yapma seçeneği var. Özellikle iktidardaki partinin devlet kaynaklarını partizanca kullandığı ve bu sayede seçim kampanyanlarında avantaj sağladığı durumlarda daha iyi mücadele edebilmek için muhalefet ortak bir aday veya aday listesinde üstünde anlaşabilir. Örneğin, Venezuela’da son yıllarda giderek otoriterleşen iktidar partisine karşı başta sağ muhalefet olmak üzere birçok parti kendi aralarında tek bir başkan adayı üstünde anlaşarak seçimlere girdi.
Birçok ülkede popülist hareketler küresel ölçekte hâkim duruma gelmiş finans kapitalizminin yarattığı dar alanlı, teknokrat ve ekonomik sorunlara duyarsız siyaseti eleştirerek olarak ortaya çıktılar. Cas Mudde’nin deyimiyle popülizm demokratik ögelerini yitirmeye başlamış liberal bir düzene karşı verilmiş illiberal bir demokratik tepkidir.5 Popülizm, içinde taşıdığı çoğunlukçu dinamik nedeniyle kendi tabanı dışında kalan kesimleri dışlayarak siyaset yapar. Nitekim, dünyanın birçok yerinde popülist siyasetin yükselmesiyle birlikte temsilî demokrasinin sınırlarının zorlandığına ve otoriter eğilimlerin güçlendiğine tanık olduk. Fakat popülist hareketler sorunun kendisi olmaktan ziyade, onun bir semptomudur. Popülist dalga karşısında liberal demokrasilerin ayakta kalması için seçmenlerinin çoğunluğunu tatmin edecek bir ekonomik ve siyasî düzenin inşa edilmesi şart.