Bütün politik mesajlara rağmen, aşırı politik bir Documenta yoktu karşımda. Çünkü politik olanı duygusal olanla, varoluşsal deneyimle birleştirmeyi amaçlayan yapıtlar çoğunluktaydı...
03 Mayıs 2017 16:22
Simurg masalında, ulaşmaya çalıştıkları ütopyanın kendi birliktelikleri olduğunu unutan kuşlar gibiyiz, diye düşünüyorum bazen.
Atina’da açılan Documenta sanat gösterisinde bir ütopya arayışı sezinledim, onun izlerini takip ediyordum. Karşıma komik bir slogan çıktı:
“Ali Baba’ya oy verin, onun sadece kırk haramisi var.”
Bu sevimli hicivdeki acı gerçeği hangi birliktelik değiştirebilir? İnsanlar yönetilmek zorunda oldukları için bazen hırsızlara bile oy vermeye gönül indirebiliyorlar. Kendimizi yönetmek çok zor. Ama şikayeti bırak, dünyayı değiştirmeye çabala der gibi bir mesaj da var bu Documenta serisinde.
Sanat direktörü, Polonyalı Adam Szymczyk, “Sorumluluk almalı ve politik özneler olarak davranmalıyız, işi seçilmişlere bırakmak yerine” diyordu, açılış konuşmasında.
Küresel ekonomik ve siyasî krizleri artık düzeltmek ve dünyayı iyileştirmek zamanı geldi, der gibi bir aciliyet hissediliyor gösteride. Kamusal programın yöneticisi Paul B. Preciado, aynı basın toplantısında, yeni bir finans hegemonyasının, yoksulluğu suç hâline getirdiğini, muhalifliğe hastalık muamelesi yaptığını ileri sürüyordu.
“Atina’dan Öğreneceklerimiz” teması Documenta için sadece bir pusula olarak seçilmiş olsa gerek, diye düşündüm. Bütün bu politik mesajlara rağmen, aşırı politik bir Documenta yoktu karşımda, görebildiğim kadarıyla. Çünkü politik olanı duygusal olanla, varoluşsal deneyimle birleştirmeyi amaçlayan yapıtlar çoğunluktaydı.
Geçmişteki sanatı bugüne bağlamak gibi klasik bir formül gene kullanılmış, bazı büyük toplu sergiler fazla didaktik/ ders verici gibi duruyor, benim gezebildiğim Çağdaş Sanat Müzesi’ndeki sergi sanki bir şirket koleksiyonu gibi karmakarışık ve biraz ciddi suratlıydı, ama gösterinin bütün şehre yayılması ve gündelik hayatla pratik bağlar kuran işlerin öne çıkması, bu olası sertlikleri yeterince yumuşatıyordu bence.
Szymczyk, bu gösteriye önyargısız yaklaşmamızı ve genel hüküm vermekten kaçınmamızı öneriyor; üzerinde değerlendirme yapmak da zor, çünkü tek söz söylemek, tek büyük cümle kurmak gibi bir amaç güdülmemiş. Önce Atina’da, sonra da Kassel’de iki bölüm olarak açılan sergilere bir deneyim olarak bakmamızı istiyor. Bu bana uydu, çünkü ütopya arayışları yanı sıra, gördüğüm birçok yapıt bende varoluşsal yankılar uyandırıyordu.
Uzun süredir bir yeni- varoluşçuluk dönemine girdiğimizi söyleyip duruyorum, ne kastettiğimi anlatmaya çalışayım; temelde hepimiz özgürüz ama özgürlüğümüzle ne yapacağımızı bilmiyoruz; özgürlük bize ağır bir sorumluluk gibi geliyor; özgür olmaktan korkuyor ve kaçıyoruz; çünkü özgürlük bize hayatta hiçbir şeyin zorunlulukla cereyan etmediğini hatırlatıyor, bize kendimizi emniyette hissettiren her şey alışkanlıktan ibaret. Güvendiğimiz yapılar ve kurumlar sürekli yenilenmek istiyor. Bilgiyle bilinmezlik arasında salınıyoruz.
Öyleyse, tekrar kendi duygularımıza ve deneyimlerimize odaklanıp, onlara taze gözle bakalım, onlara daha çok değer verelim, güvenebileceğimiz tek şey kendi deneyimlerimiz. Bu deneyimlerle özgürlüğe yeni kapılar açalım, derin varoluş ânları tadalım. Dans edelim, yeni lezzetler bulalım; acı çekiyorsak üzerine deneysel şiir yazalım; dille oynayalım, her şeyle oynayalım. Hayatın kendisi bir deney. Benim yeni- varoluşçulukla ilgili özetim bu.
Benzer bir deneysel arayışı Atina’daki Documenta’da yakalar gibi olmak, hoşuma gitti. Documenta buna bir de kolektif boyutu eklemiş, bireyselliğin yanı sıra birlikteliği vurgulayan bir bakışı var. Yer yer politikleşir gibi olsa da, aslında politik mesajların bile politikayı baştan tanımlayan, bazen politikayla bile dalga geçen bir yanı vardı bana kalırsa, çocuklara resim çizmek için ödev verilen bir konuda hayal gücünü serbest bırakmak gibiydi biraz, gördüğüm işlerin çoğu.
Bazı yapıtlar da, tersine, oyunbaz bir militanlıkla, dünyayı harekete geçirmek için son dakika haber flaşları geçiyordu âdeta, küresel bir hareketin parçasıymışız duygusu vardı; üstelik gezdiğim bir sergi gerçekten de “Breaking News/ Son Dakika” adını taşıyordu.
Bir akşamüzeri, çok merak ettiğim ve duvarları grafiti dolu, ünlü anarşistler mahallesi Exarchia’da yürüyorum, Psiri bölgesinin sınırlarına ulaşıyorum, orada Theatrou Meydanı’nda, Atina’nın en eski teknik okulu Diplarios’a girip üçüncü kata çıkıyorum.
İngiliz sanatçı Michael Landy, Documenta için düzenlediği sergiyi bizlere gezdiriyor. İnternet üzerinden Atina halkına çağrı yapmış, şehirle ilgili kendi yarattığınız yahut sokakta, gazetede, duvarda bulduğunuz her tür imgeyi, izlenimi, yazıyı bize gönderin, kendi Atina’nıza dair bir metni ya da görseli paylaşın çağrısı yapıyor.
Gelen malzemeyi genç bir ekiple birlikte ayıklıyor, seçiyor ve sadece Yunan bayrağının mavi –beyaz renklerinde resimlere dönüştürüyor. Kimi karikatür, kimi slogan, kimi projeksiyon, çoğu krizle ilgili, ekonomik sarsıntıyla, mültecilerle, iflasla, direnişle, ama giderek mitolojiyle, tanrıçalarla, aşkla ilgili olanlar da var. Katılım ve seçme işlemi dört ay boyunca sürecek, yani günden güne değişen ve yaşayan bir enstalasyon söz konusu. “Yeni Atina şimdi Atina’da” sloganı çok hoşuma gitti. Buradaki alay tam da yeni varoluşçuluğun bayrağı bence.
Bu çalışma için Atina’ya sürekli gidip gelecekmiş Michael Landy. 1990’larda Londra’da boş bir mağazada, sahip olduğu her şeyi yok ederek ün yapmıştı bu sanatçı. Otomobilinden giysilerine, kitaplarından bardaklarına kadar, bütün eşyasından kurtulmuştu. Yirmi senedir eşyasız mı yaşıyor sormadım, kravatsız giydiği mavi kostümü gayet şıktı, ama Atinalıların zihninde yaşayan eşyaya, düşüncelere ve hicve güzel bir yol açmış. Ali Baba’yla ilgili slogana da onun sergisinde rastladım.
Bir başka akşam, şehrin en eski mahallesi Plaka’nın dar sokaklarında yürüyoruz, Dora Stratou Dans Tiyatrosu’na giriyoruz, orta genişlikteki ana salonda büyük bir kalabalık toplanmış, çoğumuz yerde oturuyoruz. Alman sanatçı Olaf Nicolai, “Ormanda Bir Kuş Var” adlı ses çalışmasını, bir performansla sunuyor.
Dünyanın dört bir yanındaki radyo arşivlerinden, son beş yılda bir çok ülkede yapılan protesto gösterilerinin ses kayıtlarını toplamış; ortaya sadece hayalimizde veya ortak anılarımızda yaşayan bir filmin ses bandı çıkmış gibi düşünün. İsyan sesleri, miting gürültüleri, haykırışlar, sloganlar ve sirenler birbirine karışıyor; ben o karmaşada bile Gezi’nin hangi bölüm olduğunu tanıyabildim, sanıyorum başka ülke insanları da kendi yaşadıkları gösterileri tanımışlardır. Geçmişteki seslerin yankısıyla, bugün akan zamana bir halka eklemiş sanatçı, gürültüyle müzik arasında bir yapıt yaratmış.
Sunuş performansında, Yunanlı viyola sanatçısı Ilias Sdoukos, bu ses bandına kendi doğaçlama notalarıyla karşılık verdi, Nicolai bilgisayarın başındaydı, olay iki sanatçının diyaloğuna dönüştü. Biz izleyicilerin anılarını da katarsak, yankılardan oluşan bir koro da diyebiliriz buna. Nicolai’nin bu çalışması Kassel FM radyoda ve Documenta’nın internet sitesinde Eylül ayına kadar yayınlanacak.
Atina’da ses çalışmaları ve müzik çok ön planda. Ayrıca özel programlar dünya çapında dokuz ayrı radyodan sürekli yayınlanacak, sanat filmleri her hafta Yunan televizyonunda gösteriliyor; “küresel güneye açılma”nın bir simgesi olarak, ünlü “Güney (Bir Ruh Hâli)” dergisinin dört sayısını Documenta hazırlıyor.
Bütün bu faaliyetin ortasında, garip bir duyguya kapıldım: Tekrar üniversitedeyim, bütün Atina bir kampüs olmuş. Nehir gibi sürekli bir akışın içine dalıp çıkabiliyorsunuz.
Sanki deneysel eğitim yapılan bir kampüstesiniz, üstelik üniversite sözcüğünün özüne layık evrensellikte, tam anlamıyla uluslararası bir sanat gösterisi, dahası bir sanat hareketi içinde yer alıyorsunuz, dünyanın her kıtasından, her bölgesinden sanatçı var. Asıl ilginç tarafı, bunların çoğu henüz çok tanınmış sanatçılar değil. Normalde böyle büyük gösterilerde yer alan alışılmış yıldız isimler, her şeye tepeden bakan sansasyonel çalışmalar yok.
İyimser yorumcular, Szymczyk’in çağdaş sanatta alışılmış düzeni sarsmaya, önem sıralarını değiştirmeye çalıştığı kanısındalar; Batı sanat tarihiyle Batılı olmayan çalışmalar arasında yeni bağlantılar kurduğunu, günümüzdeki sanatsal ve politik hareketleri ilişkilendirmeye çalıştığını düşünüyorlar.
Bazı eleştirmenler, hatta sanatçılar ise, küratör bakışının sanatı gölgelediğini, bütün iyi niyetlere rağmen gene Avrupa merkezli bir bakışa Avrupalı olmayan sanatın yama edildiğini düşünüyor.
Londra’daki Galeri Greengrassi’nin sahibi Cornelia Grassi’yle tanıştığımda, onun iyimser grupta yer aldığını ve Documenta’ya sempatiyle baktığını fark ettim.
Nesnelerden çok hikâyelerin öne çıkması hoşuna gitmiş. Sanatın “lüks eşya” boyutuna fazla yüz vermeyen bir Documenta olmasını olumlu karşılıyor. “Sanat artık sanat olmaktan çıkmaya başladı, o yüzden de peş peşe bir sürü galeri kapanıyor, bu Documenta’da o piyasa dünyasından sanatçıların olmaması iyi” diyori. Dev galerilerin para gücüyle karşılaşmıyorsunuz; bilmediğiniz bir dünyada dolaşıp, sorular sormaya başlıyorsunuz, bu zihin açıcı yönü ona önemli görünmüş.
Cornelia’ya göre, bu Documenta alışılmış tarzda “modernizm” yorumu da yapmıyor, biçim üzerine ahkam kesmiyor. Sanırım, o da benim gibi üniversite kampüsünde dolaşıyormuşuz duygusunu sevmiş. Onun sayesinde, başka türlü görmeyeceğim bir çalışmaya ilgi duydum.
Alman sanatçı Maria Eichhorn, “Mülkiyetsiz Mülk” adlı çalışmasında gene ayrıksı bir sürpriz çıkartmış. Atina’nın Kipseli semtinde, Amerikis Meydanı’na yakın, 1928 yılında inşa edilmiş neo-klasik bir müstakil konağı, “mülkiyetsiz mülk” ilan etmiş.
Arazi spekülatörleri binaya dokunamayacak, bina satılamayacak, yıkılamayacak, yasal olarak “sahipsiz” duracak.
“Kentsel dönüşüm” bahanesiyle emlak yağmalarına, spekülatif ticari kazanç girişimlerine karşı yapılmış bu protesto ve koruma çalışması, elbette Atina Belediyesi’nin işbirliğiyle gerçekleşiyor. Stavropoulou Caddesi 15 Numara böylece tarihe geçiyor. Sevdiğim şehirlerde ne zaman güzel bir ev kurtulsa, seviniyorum.
Maria Eichhorn, Kassel için de bir başka yetim mülk projesi gerçekleştirmiş; Nazilerin yağmaladığı sanat eserleri konusunda, son yıllarda ortaya çıkan Gurlitt koleksiyonu çevresindeki tartışmaları ele almak üzere bir enstitü kurmuş.
Eichhorn aynı zamanda sanat piyasasına da eleştirel bakan bir sanatçı. Bir keresinde, sanat galerisinde çalışan herkese paralı izin verip, sergi açmak yerine galeriyi boş bırakmış. Onun bu radikal tavrı bana bir başka “yetim ev” projesini hatırlattı. 1960’ların siyahi sivil direniş hareketinin sembol kahramanı Rosa Parks’ın Detroit’teki evini akrabaları restore edemeyince, sanatçı Ryan Mendoza evi olduğu gibi Berlin’e taşımıştı. Türkiye’de, özellikle azınlıklardan kalan kaç tane “yetim mülk” olduğunu düşününce, Documenta’nın bu sosyo-politik yaklaşımı bana daha bir anlamlı gözükmeye başladı.
Peki bütün bu gürültünün ardından, Kipseli’deki evin kurtulması dışında, Victoria Meydanı projesindeki birliktelik ütopyası dışında, benim yakaladığım varoluşçuluk izleri dışında, Documenta’nın Atina’ya uzun vadeli bir yararı olacak mı?
Sanat söz konusu olunca, Olimpiyat Oyunları’ndan farklı bir miras kalmasını bekliyor insan. Televizyonda izlediğim bir özel galeri sahibi “Çok seviniyoruz, merak duyuyoruz, ama biraz da endişeliyiz” diyordu; “bir aşk hikâyesi gibi, aşk bitince geriye hüsran ve melankoli mi kalacak?” Aynı yayında, Documenta’da çalışması bulunan sanatçı Andreas Angelidakis, hayır, Atina’ya odaklanan bu ilgi Yunan sanatına ancak yarar getirir, diye demeç veriyordu. Gerçekten öyle mi acaba?
Sanatçı ve küratör arkadaşım Dimitrios Antonitsis bu konuda biraz şüpheli. “Yunanistanlı sanatçılarla çok az temas kuran bir Documenta’dan Yunan sanat ortamına gerçekten bir iz kalacak mı, Eylül’den sonra göreceğiz” diyor. Atina’nın dünya sahnesine çıkmasından memnun, ama getireceği yarar konusunda karamsar.
Szymczyk ve ekibi, ki aralarında Yunan küratörler de var, bu gösteriyi hazırlarken, Yunanistan’da hiçbir atölye ziyareti yapmamışlar, sanatçıların bunu âdeta aşağılama gibi algıladığını Dimitris’ten öğreniyorum.
Yunan sanatından çok az örneğin yer aldığı bu kocaman gösteriye, Yunan sanatını çok iyi tanıyan özel galerilerin bir katkısı olamıyor, çünkü Documenta sadece kamusal kurumlarla çalışan, ticari olmayan bir organizasyon. Gene de, galerilerin çoğu, Documenta sırasında paralel sergiler açarak bu uluslararası canlılık ortamına hem katkıda bulunmaya hem de ilgi çekmeye çalışmışlar.
Bu galerilerden birisi, Ileana Tounta’nın sanat merkezi. Aynı zamanda Dimitrios Antonitsis’in de galerisi ve onun küratör olarak katkıda bulunduğu “Integral I” sergisini gezerken, Ileana ile tanışıp sohbet etmek fırsatım oldu.
Sergide, Victoria Meydanı’nda grafiti olarak işleyeceği ipek ekranlarını çok sevdiğim Frini Mouzatikou da vardı; Dimitrios’in çalışması ise en beğendiklerim arasındaydı.
“Leventi Bucolique /Köylü Leventler”, 19. yüzyıl klasik tarzda bir yemek odası takımı. Aksamı alüminyum- titanyum karışımından yapılmış, en ileri düzeyde modern Batı tasarımı kullanılmış; iskemlelerin döşemesiyse en rustik, en geleneksel Yunan kilim kumaşı, arkalarında geleneksel cepken- etek üniformayla “leventler” yani 19. yüzyıl Yunan askerlerinin kabartmaları var. Çok güzel bir mobilya, çok katmanlı mesajlar veriyor.
1836 yılında Yunanistan kralı Otto’nun “Baylar, iflas ettiğimizin resmidir” sözlerine, Michael Landy’nin “Son Dakika” sergisinde de rastlamıştım ve Yunanistanlı bir izleyici, mali krizlerin ülke tarihinde sürekli tekrar eden bir örüntüsü olduğunu söylüyordu.
Dimitrios’in yemek odası takımı, sadece eski ekonomik krizlere gönderme yapmakla kalmıyor, Yunan leventlerinin, yani bir ulusun haysiyetinin, Batılıların yemek sofrasına meze olduğunu da ima ediyordu bir bakıma. Siyasî bağımsızlığını yeni kazanmış bir Yunanistan, ekonomik iflasla yenilgiye uğruyor ve dize geliyor. Ve şimdi, bugün, bir kez daha.
Sanatçının leventlere "köylü" demesi de, batının Yunan kültürüne küçümseyerek, turistik ve folklorik bakışını hicvediyor bir bakıma. Çok masum görünen ama hayli sivri dilli bir çalışma.
Documenta küratörlerinin Yunan sanatçılara atölye ziyaretleri yapmayarak neler kaçırdığını, ya da kaçırmayı göze aldıklarını, daha iyi anlar gibi oldum, bu fantastik yemek masasında otururken. Documenta’nın temasını hatırlayınca, “Atina’dan Öğreneceklerimiz” biraz eksik kalmış olabilir diye düşündüm.
Sohbetimiz sırasında Ileana Tounta, dünya çapında kaliteli sanat üretildiği hâlde, dünyayla bağlantıların yeterli olmadığını, Yunanistan’da koleksiyoncuların ortadan yok olduğunu, sanat dünyasında ikinci plana itildiklerini, bir sürdürülebilirlik sorunu yaşadıklarını anlatıyordu. “Siz Türkiye’de bizden iki adım öndesiniz” dedi. Bu konuda şüphelerim olsa da, dile getirmemeyi tercih ettim.
Almanlar Documenta’yı Atina’ya götürmekle ve Batı dışı sanata geniş yer ayırmakla, dünyayı daha çok kucaklamak istemiş olabilirler, ama kucaklaşma işinin bıçak sırtı bir şey olabileceği, Çağdaş Sanat Müzesi’ndeki bir performansı izlerken aklıma geldi.
Müzenin girişine büyük bir yer yatağı serilmiş. İki kadın, arzu eden izleyicilere, yedi dakika süreyle bu yatağın içinde çeşitli kucaklaşma deneyimleri sunuyorlar.
Annie Sprinkle “seks aktivisti” ve “hafif pornografi” yıldızı olarak tanınıyor, çalışma arkadaşı Beth Stpehens ile birlikte bu performansı gerçekleştiriyorlar. Elime tutuşturulan broşürde, “Kucaklaşma” adlı bu çalışmanın ne anlama geldiği yazıyordu:
“Onlar, sınırları kapatın diyorlar, biz kucaklaşalım diyoruz./ Onlar duvar inşa edilsin diyorlar, biz kucaklaşalım diyoruz./ Onlar, yabancılardan korkun, uzak durun, yarışın, kazanın diyorlar, biz kucaklaşalım diyoruz.” Agresif neo-liberal politikalara ve devletin saldırılarına karşı, kırılgan bedenlerin dayanışma arayışı da diyebiliriz. Bir yanda böl ve yönet, bir yanda kucaklaş ve diren.
Sevimli ve isyancı, özgürleştirici ve zevksiz, Documenta’da birçok çalışma böyle sınırlarda dolaşıyor. Annie Sprinkle Documenta boyunca Atina’da, her ne demekse, “bedava kaldırım seks kliniği” uygulayacakmış. Böyle bıçak sırtı çalışmalar, bana varoluşsal açıdan ne kadar bıçak sırtı bir dönemde yaşadığımızı hatırlatıyor.
Documenta’da izini sürdüğüm ütopyacılık ve varoluşçuluk, bıçak sırtında geziniyor.
Annie Sprinkle’ın performansını izlemeden önce Çağdaş Sanat Müzesi’nin dev salonlarında dolaşırken, Documenta’da sık rastladığım bir sanat tarzı dikkatimi çekmişti: Birçok kıtadan yerlilerin ve kızılderililerin kullandığı kutsal maskelerden, şaman ayinlerinden, geleneksel inançlardan esinlenen çalışmalar.
Örneğin Cecilia Vicuña’nın tavandan yere sarkan kızıl halatlarla inşa ettiği ve “Quipu/ Rahim” adını verdiği çadıra benzeyen barınak çok etkileyiciydi – Perulu yerliler örermiş “quipu” denilen bu halatları, günlük gibi kayıt tutmak için kullanırlarmış. Profesyonel yorumcular böyle işlere “antropolojik çalışmalar” diyor, biraz küçümseme var sanki. Hâlbuki ben bu tarzı çok önemsiyorum. Dünyadaki bütün kültürler, bütün dinler, kaynağında bu şaman kökenlere dayanıyor. Varoluşsal açıdan bıçak sırtı bir dönemdeysek, özgürlüğü yeniden tanımlamak için ihtiyacımız olan enerjiye bence bu tarz çalışmaların önemli katkısı var. Documenta’nın böyle işlere geniş yer ayırması hoşuma gitti.
Sonuç olarak, beğenecek ve eleştirecek çok şey vardı, böyle büyük gösterilerde daima olduğu gibi. Bu sefer göremediğim, tekrar gezme fırsatım olursa görmek istediğim işler de var elbet. Bouchra Khalili’nin, Avrupa’ya göç etmeye çalışan mültecilerle ilgili, gören herkesin yürek parçalayıcı bulduğu, “The Tempest Society/ Fırtına Toplum” adlı bir saatlik video belgeseli, Nilima Sheikh’in büyük kumaş ekranlara nakşettiği halk masalları ve minyatür esinli resimleri- “Her Gece Kaşmir’i Düşlerine Koy” ve Atina’nın ünlü Philopappos tepesine Rebecca Belmore’un yerleştirdiği “İçeriden” adlı mermer mülteci çadırı, en başta gelenler.
Benim Atina’dan neler öğrendiğime gelince, o hiç değişmiyor: Hayatımızda karşılaşmaların büyük önemi; birbirimize aktardığımız enerjinin daima yeni bir şeye dönüşmesindeki heyecan. Quipu halatları gibi ördüğümüz birliktelik ve ütopya düşü.
Atina’da Documenta sona ermeden, Venedik Bienali başlıyor. Kassel Documenta biterken, İstanbul Bienali açılacak. Sanatla dolu bir yıldayız. Ulaşabilenlere, derin yaralarımızı sarmak için önemli birkaç fırsat.