“Ralf Rothmann, bireysel sorunlar ile savaş, ırkçılık, taciz, tecavüz ya da çalışma hayatının zorlukları gibi toplumsal sorunları, farklı kuşakların birbirini etkileyen hikâyeleri üzerinden tartışıyor romanlarında: ‘En zor iş, bir şeyi dünyaya getirmektir. Yok etmeyi, öldürmeyi her geri zekâlı becerir.’”
24 Mart 2022 20:00
Ralf Rothmann’ın geçen yılın sonlarında yayımlanan romanının adı, Türkçede yayımlanmış dört romanının üst başlığı olarak da kabul edilmeye müsait: Süt ve Kömür.[1] Bu iki kelimenin yanına bir üçüncünün eklenmesi koşuluyla: “Savaş.” Romanların hepsinde anlatılanlar doğrudan savaş zamanında ya da hemen ertesinde geçmese de, 2. Dünya Savaşı etki ve sonuçlarıyla işin içinde, zaten “süt”ten “kömür”e geçiş de “savaş”ın sonrasında gerçekleşiyor.
Türkçede ilk olarak 2007’de Genç Işık[2] yayımlanmıştı. Aradan on beş yıl geçmesine rağmen yeni baskısı yapılmayan bu romanda Rothmann, kömür madeninde çalışan bir işçinin, Waller’in on iki yaşındaki oğlu Julian’ın bir yaz tatili boyunca yapıp ettiklerini, başına gelenleri, gözlemlediklerini anlatır. Romanda Julian’ın hikâyesine paralel olarak isimsiz bir kömür işçisinin yerin altında çalışması da aktarılır. Hikâye salt Julian’ın o yaz yaşadığı değişimden, dönüşümden ibaret değildir, babası da nispeten az görülmekle beraber romanın esas kişilerindendir, önemli, etkin bir rol üstlenir. Baba-oğul ilişkisi ya da babayla oğul arasında belli belirsiz bağlar Rothmann’ın üzerinde durmayı sevdiği meselelerden. Nitekim, Baharda Ölmek’in[3] epigrafı olan şu cümle, “Korukları babalar yedi ama dişleri kamaşan oğullar oldu” cümlesi, Genç Işık’ta da karşımıza çıkar. Papazın kilisedeki ayin sırasında Kutsal Kitap’tan Julian’ın okumasını istediği cümle budur. Burada alıntının devamı da yer alır.
“‘Babaları ekşi koruk yediğinde çocukların dişleriydi bundan kamaşan. Çünkü biliniz ki bütün insanlar benimdir; babalar benimdir, tıpkı oğullar gibi; kim ki günah işler, ölecektir.’” (s. 87-88)
Rothmann’ın romanlarında bu alıntı gibi birbiriyle kesişen, örtüşen, benzeşen birçok öğe var. Örneğin on iki-on üç yaşlarındaki bir yeniyetmenin uzun sayılmayacak bir zaman aralığında –giderek olgunlaştığı, çocukluktan yetişkinliğe ilk ve esaslı adımlarının atıldığı bir dönemde– başına gelenlerin aktarılması. Genç Işık’taki Julian gibi, O Yazın Tanrısı’ndaki[4] Julia da o yaşlardadır (bu iki isim arasındaki benzerliğe de dikkat çekerim.) Baharda Ölmek’te çok merkezî bir karakter olmasa da, Walter’ın kız kardeşi Leni de yeniyetmedir; on üç yaşında olduğunu söyler ağabeyine, artık büyüdüğünü ima eder, ama bir yanı halen çocuktur. Rothmann’ın Türkçedeki tek öykü kitabı olan Deniz Kenarında Geyikler’deki[5] “Doğu’nun Gururu” öyküsünün iki anlatıcısından biri olan Tobias da o yaşlardadır, benzer biçimde “İki Bacaklı Fırıncım”ın anlatıcısı olan kız ve “Binlerce Rahip”in trende geçen bölümündeki Citha Maria da – bu üç öyküde de bu yeni yetmeler metnin merkezindedirler, çocuklukla yetişkinlik arasında salınmaktadırlar. Birbirlerini andıran iki roman kişisi daha var: İlki, Julia’nın ablası Billie ve Genç Işık’taki komşu kızı Marusha. Her ikisi de henüz ergin olmamışlarsa da (on altı-on yedi yaşındadırlar) artık cinselliklerinin iyiden iyiye farkına varmış, arzularının peşinden gitmeye, karşı cinsle baştan çıkarma üzerinden bağ kurmaya başlamış genç kadınlardır. Hem Baharda Ölmek’te hem de O Yazın Tanrısı’nda karşılaştığımız Liesel de akranları sayılır, en çok bir yaş büyüktür Billie ve Marusha’dan. Süt ve Kömür’deki erkek çocuklarını, Simon ve Pavel’i de anabiliriz. Yaş olarak Billie ve Marusha’ya yakınlardır, onlar da cinselliği yeni keşfetmiş ve önlerinde onları bekleyen hayattan alabilecekleri kadar çok şey almaya azimlidirler.
Romanlar arasındaki esas kesişme Baharda Ölmek’le O Yazın Tanrısı arasında. Nitekim O Yazın Tanrısı’nın arka kapak yazısında da bu iki romanın diyaloğundan bahsediliyor. Daha netleştirmek gerekirse, O Yazın Tanrısı’nda on yedi yaşındaki bir süt sağıcı olarak karşımıza çıkan Walter’ın 2. Dünya Savaşı’nın sonlarına gelindiği sırada askere alındığını öğreniriz, romanın sonlarına doğru da savaştan döndüğünü. Romanın başkahramanı Julia’dır, Walter onda ilk kez karşı cinse duyulan hislerin yeşermesine yol açan kişidir ve delikanlının gönlü Elizabeth (daha çok Liesel diye çağrılır) ismindeki, yaşıtı bir genç kadındadır. İşte, Baharda Ölmek’te O Yazın Tanrısı’nda askere alındığını öğrendiğimiz Walter’ın savaşta neler yaptığı anlatılıyor. Süt ve Kömür’ün anlatıcısı Simon’un ebeveyni de Walter ve Liesel isimlerini taşırlar, ama birebir öbür iki romandaki kişiler değildirler. Pek çok ortak yanları olsa da soyisimleri farklıdır, öbür iki romandakilerin Urban, Süt ve Kömür’deki çiftin soyismiyse Oller’dir. Bu romanda anlatılan, öbür Liesel’le Walter’ı hayli andıran bir çiftin 1968 civarındaki hayatlarıdır. Baharda Ölmek’in sonunda evlenip bir çiftliğe süt sağıcı olarak gitmeye karar veren çift sanki bir zaman sonra çiftlik hayatını bırakmış, şehre göç etmiştir, tabii çoluğa çocuğa karışmışlardır. Her iki romandaki Walter da artık süt sağıcı değil, kömür madeninde işçidir. Çok paralel hayatlar sürmüşlerdir. Süt ve Kömür’deki şu diyaloğun pekâlâ öbür romanlardaki çiftin arasında geçtiğinden emin olabiliriz.
“‘Neden köyde kalmadık ki? Yani her şeyimiz vardı. İyiydik.’
‘Ya tabii, her şey’ dedi alay ederek. ‘Evin arkasındaki koca bir çukurda inek boku, çamur ve domuz gübresi de cabası.’
‘Ya burada, Ruhr’da? Borçlar, isli çamaşırlar, tozla dolu ciğerler, öyle değil mi?’
‘Burası şehir: Asfaltlanmış caddeler, kibar komşular, televizyon ve her cumartesi akşamı Maus’ta dans.’” (s. 20) [Vurgu metinde var.]
Şu cümlelerse Baharda Ölmek’ten:
“Süt sağıcı ve daha sonra madenci olarak yaptığı ağır iş vücudunu bozmuş olsa da babam aslında dünyada görülmemiş bir şeydi: zarif bir işçi.” (s. 8)
Belki zarafetleri benzeşmez ama suskunlukları çok yakındır. Eşlerinin dans etme tutkularını paylaşmamaları da.
Süt ve Kömür’de savaş bahsine pek girilmez, ama bir yerde Walter’ın oğlu babasının savaş zamanı şoförlük ve SS kuvvetlerinde zırhlı araç sürücülüğü yaptığına değinir – Baharda Ölmek’teki Walter’ın da askerde zırhlı araç sürücülüğü yaptığını eklemeliyim.
Süt ve Kömür’ün geçtiği dönem aşağı yukarı Genç Işık’ın da geçtiği yıllar, yukarıda değindim, Genç Işık’taki maden işçisinin adı Waller (Walter değil), dolayısıyla aynı aile söz konusu değil, ama onların yaşam çizgilerinin de paralel seyrettiği açıktır. Bu arada Genç Işık’ın anlatıcısı komşu evlerden söz ederken arada “Urbanlar”ı da anar! Waller da Walter gibi savaşta bulunmuştur. Madende neler yaşadıklarından konuştukları sıralarda eşi çocukların anlatılanlardan korkmasından çekinir, özellikle en küçüğün. “Kulağa savaş gibi geliyor anlattıkların!” dediğinde, Waller, “Saçma… Savaşın ne olduğunu iyi bilirim herhalde” diyecektir. Bunun üzerine ufaklık babasına savaşta insan öldürüp öldürmediğini sorar. Bunun yanıtını öğrenemeyiz. Bu adam öldürme bahsi, Baharda Ölmek’te Walter’in hikâyesinin merkezî noktalarından biridir.
Roman ve öykülerde yinelenen bir izlek de yetişkin bir adamın yeni yetme kız ya da oğlan çocuğunu taciz etmesi yahut ırzına geçmesi. Bu bahis O Yazın Tanrısı’nda romanın kritik bir noktasını oluşturur, Genç Işık’ta taciz edilense Julian’dır, ama bunu yapan adam çok ileri gitmez, gidemez. Aynı romanda Julian’dan birkaç yaş büyük Marusha’yı (Julianların komşusudur) gözleriyle taciz eden bir adama ve ergin olmadığı halde onunla cinsel ilişkiye giren bir başkasına rastlarız. Hal ve tavrı, gözleriyle kız çocuğunu taciz eden adama çok benzeyen biriyle yukarıda sözünü ettiğim “İki Bacaklı Fırıncım” öyküsünde de karşılaşırız. Değindim, Rothmann yeniyetme roman kişilerinin kritik bir dönemlerinin hikâyesini anlatıyor; cinselliğe akıllarının ermeye başladığı, bedenlerindeki değişimden tedirgin oldukları, ama ilgi ve meraklarının da arttığı bir dönem bu. Beri yandan, bu küçüklere saldıran adamlardan biri savaş zamanı bir SS komutanı, öbürleriyse işçilerdir; SS komutanının tacizi savaş zamanı yaşanırken, öbür iki adamın tacizleri savaştan on beş yirmi yıl geçtikten sonradır; bu farklılıklara rağmen yeniyetmeler karşısındaki hallerinin hayli benzeşmesi dikkat çekicidir. Bu bahiste Süt ve Kömür’deki Liesel’in Batı Prusya’dan ailesiyle beraber kaçarken (muhtemelen Luisa’nın yaşlarındadır) bir düşman askerinin tecavüzüne uğramış olduğu da hatırlanabilir.
Rothmann’la ilgili biyografi notlarında romanlarının otobiyografik öğeler taşıdığı belirtiliyor. Türkçede yayımlanan dört romanın benzerliklerinden, anlatılanlarda kendisinin ve ebeveyninin hayat hikâyelerinden esintiler bulunduğunu düşünmek mümkün. Türkçede yayımlanan tek öykü kitabındaki kişiler ise romanlardakilerden büyük ölçüde farklı. Şu vurgulanmalı; öyküler günümüze daha yakın bir zamanda, 2000’lerin başında geçiyor, öykü kişilerinin meslekleri de süt sağıcılık ve/veya maden işçiliği değil, daha geniş bir spektrum söz konusu: hemşire, yüksek lisans öğrencisi, avukat, inşaat taşeronu, fırıncı, kombi servis elemanı, işsiz bir bekâr anne, aşçı, garson, emekli bir felsefe hocası, bir caz kulübü sahibi… Kuşkusuz, öykü kişilerinin meslekleri edebi bir metinde özellikle üzerinde durulması gereken noktaların başında gelmez, ancak Rothmann’ın öykülerinde sınıf farklarına rağmen insanların yaptıkları işlerin, yaşamlarını nasıl kazandıklarının bir biçimde karşımıza çıkması dikkat çekici. Ayrıca Rothmann’la ilgili biyografi notlarında lise eğitimini yarım bıraktıktan sonra çok farklı işlerde çalıştığı, hastabakıcılık, aşçılık, inşaat işçiliği, matbaacılık yaptığı belirtiliyor. Öykü kişilerinin bazısıyla meslektaş sayılır yani.
Rothmann’ın kendisinin ya da ailesinin hayat hikâyelerine bu kadar yaslanan edebi metinler kaleme almış olması, onun yapıtlarını “oto-kurmaca”ya yakınlaştırıyor. Ancak temel bazı farklar var. Romanların başkahramanları farklı; aynı kişiler romanlarda karşımıza çıksa da her metnin odaklandığı kişi aynı değil, dolayısıyla bu kişinin yazarla ne kertede örtüşüp örtüşmediği gibi bir soru ya da anlatıcı-yazar mesafesi gibi bir sorunsal söz konusu değil. O Yazın Tanrısı’nda odaktaki kişi Luisa; Baharda Ölmek’te Walter; Süt ve Kömür’deyse Liesel. Bunun yanı sıra, Rothmann’ın romanlarında yan karakterlerin de hayli önem taşıdığı eklenmeli, metinler tek kişinin yaşantılarını odakta tutarak ilerlemiyor. Rothmann’ın benzer temalar, kişiler, mekânlar çevresinde farklı romanlar kaleme alırken bir aile tarihi ortaya koymak gibi bir niyeti olduğunu da zannetmiyorum, ama belli ki Almanya’nın geçen yüzyılda önemli değişimler yaşadığı farklı dönemleri (1940’ların ve 1960’ların ikinci yarısı) belirli bir sınıfın yaşantıları ve iç dünyaları üzerinden anlatmak, edebiyat vasıtasıyla bu yılları, bu yılların tortularını düşünmek istemiş. Kabaca özetlemek gerekirse, şöyle bir sosyo-ekonomik durum söz konusu: Savaş öncesinde ve hemen sonrasında tarımda işçi olarak çalışanların şehre taşınmaları. Bu durum büyük ihtimalle Rothmann’ın aile hikâyesiyle örtüşüyor, dolayısıyla az çok bildiği, birinci elden tanıklarını dinleme imkânı bulduğu bir dönem ve konu. Bununla birlikte, Rothmann’ın bu yapıtlarında tartışmak ya da ortaya koymak istediği bir yan daha var. Kuşaklardan kuşaklara nelerin geçtiği – korukla kimlerin dişlerinin nasıl kamaştığı. Buradan bakınca Rothmann için esaslı meselelerden birinin çocukluk olduğu anlaşılıyor. Luisa, Luis… zaten başroldeler ve anlatılanlar onların büyüme hikâyesi, ama salt bu ikisiyle sınırlı değil, Süt ve Kömür’de anlatıcının ön plana pek çıkmayan kardeşinin romanın sonundaki hal ve tavrı (roman boyunca okuyageldiklerimize ilişkin yaptığı kısa, ama çarpıcı yorum) da mesela çocukluğun nasıl yaşandığının, nasıl hissedildiğinin ve hatırlandığının, ebeveynle ilişkinin ne denli sorunlu, tartışmalı olabileceğinin bir başka görünümünü sunuyor.
Rothmann, meseleleri tek boyuta indirgeyen, dönüp dolaşıp o boyutu açan, didikleyen, anlattığı hikâyelerle o boyutun önemine dikkat çeken bir yazar değil. Evet, çocukluk mühim, önceki kuşaktan sonrakine, yetişkinlerden çocuklara aktarılanlar mühim, ama bireylerin hayatını, kaderini baştan sona belirleyen bu değil. Savaşlar var, çalışmak, sömürülmek var, erkeğin kadını, yetişkinin çocuğu erkini kullanarak hor görmesi, taciz etmesi ve bunu meşru görmesi var… Savaşın cephede ve cephe gerisinde nasıl yaşandığı, Baharda Ölmek ve O Yazın Tanrısı’nda gündelik hayatların nasıl altüst olduğu üzerinden anlatılır. Öte yandan bu romanları salt savaş anlatıları olarak değerlendiremeyiz; başta değindim, bir büyüme hikâyesi, acı bir büyüme hikâyesi O Yazın Tanrısı. Sabahlara kadar kitaplar okuyan, çiftliktekilere yardım eden, okuluna bombardıman altında kalana kadar devam eden Luisa’nın çok kısa sayılabilecek bir zaman içerisinde, “Ben her şeyi yaşadım” deme noktasına gelmesinin hikâyesi. Savaşın, elinde silah bulunanlara sadece düşmana değil, kendi yurttaşları arasındaki kendisinden güçsüz olanlara da dilediklerini yapabilme pervasızlığını sunduğunu, daha beteri, savaş zamanı SS üyesi olan bir katilin savaştan sonra da önceki işinin benzerini üstlenebildiğini görür Luisa.
Baharda Ölmek’te Walter savaşın tam ortasındadır, inanmadığı bir savaşta, kazanma ihtimalinin bulunmadığı bir ordunun askeridir. Kaçmaz, kaçınamaz orduya alınmaktan, genceciktir, şansının yaver gitmesini, cephe gerisinde askerliğini yaparken savaşın bitmesini bekler. Ne var ki umduğu gibi olmaz, cepheye gider. Baharda Ölmek'te Walter’in her ikisi de askerde olan iki adamla ilişkisi de büyük önem taşır; biri en yakın arkadaşı, öbürüyse babasıdır. Ebeveyn-çocuk bağının Rothmann’ın önemli izleklerinden olduğunu belirttim. Bu kez, kendisine hep kötü davranmış babasına yıllar sonra veda etme çabasına giren Walter’ın hikâyesi üzerinden bu meseleye bakma imkânı buluruz. Keza kısa bir sahnede annesiyle de hesaplaşacaktır.[6]
Rothmann’ın kuşaktan kuşağa geçen “koruk kamaşması”nı romanlarında tartıştığından söz etmiştim. Baharda Ölmek’teki bir pasajda bu meseleye farklı bir yönden bakar. Bu kez Walter değil, onun yakın arkadaşı, romanın en savaş karşıtı karakteri Fiete’dir konuşan. Fiete, doktor olan babasından söz eder. Onun babasıyla ilişkisi Walter’ınki gibi çatışmalı olmamıştır, beri yandan babasının başına 1. Dünya Savaşı’nda çok kötü şeyler gelmiştir. Fransızlar tarafından üç kez idama mahkûm edilmiş, kendi mezarını kazmaya zorlanmıştır, her üç seferde de düşman askerleri doldurdukları karabinayı ona değil, kazdığı çukura ateşlemişler. Fiete, “bir keresinde [babasına] rüyalarından bahsettiği[n]de,” babasının “vücudumuzdaki hücrelerin de hafızası olduğunu söyle[diğini]” aktarır.
“Sperm, yumurta ve hücrelerin de var, dolayısıyla bu kalıtsal bir şey. Ruhsal ya da fiziksel olarak yaralanman, gelecek kuşakları etkiliyor. Yani sana isabet eden hastalıklar, yumruklar ya da kurşunlar, doğmamış çocuklarını da yaralıyor. Ve sonradan ne kadar sevgiyle büyütürsen büyüt, hastalanma, yumruk yeme ya da vurulma düşüncesi karşısında paniğe kapılıyorlar. En azından bilinçaltında, rüyalarında.” (s. 104)
Rothmann’ın kuşaklararası aktarıma ilişkin çarpıcı bir başka vurgusu O Yazın Tanrısı’nda yer alır. Roman Luisa’nın ve onun çevresindekilerin hikâyesidir, ama metnin içinde bir başka metin daha bulunur. Daha eski bir savaş zamanında tutulmuş bir kroniktir bu. Yazı’nın (edebiyatın da) insanların acılarıyla arasındaki bağa şaşırtıcı bir noktadan bakmıştır kroniği kaleme alan Bredelin Merxheim.
“Yaşayıp gidiyor[um], taş evde tavuklar ve çavdar var, gut hastalığına ve gözler[im]deki lekelere rağmen okuyup yazabiliyorum. Durumu[m] iyi. Auen’in [yaşadığı belde] şansı yaver giderse ve bize bol meyve verebilirse kimsenin aklına kalemin ucunu sivriltmek gelmez, parşömen de pek bulunmaz, fıçı da. Ama ortalıkta ölüm varsa ve yangın etkili olursa, her şeyi yakıp kavurursa, mürekkep için yeterince kurum da bulunur, meşe palamudu da. Öyleyse bu kroniğe devam edelim ve yeterince yazalım.” (s. 11)
Merxheim’in kroniğinde bir savaş ve savaşın ertesidir anlattığı. İnsanların genel ruh halinden söz ettiği satırlarda Fiete’nin babasının sözünü ettiği “ruhsal yaraları” hatırlamak mümkün.
“İnsanların içini açlıktan, salgın hastalıklardan ve hangi milletten olursa olsun barbarların korkusundan çok keder ve melankoli kemiriyordu, hepsi gözlerini umarsızca göğe dikiyorlardı. Gözünün önündeki onca sefalete duyarsız kalan bir tanrıya artık kimse inanmıyordu.” (s. 38)
O Yazın Tanrısı’nda esas olarak cephe gerisinde yaşananlar anlatılır. Bütün bunların o yaz yetişkinliğe ilk ciddi adımlarını atmakta olan Luisa’nın ruh durumunu, duygu dünyasını nasıl derinden etkilediğine tanık oluruz. Yüz yetmiş sayfalık romanda on beş-yirmi sayfa tutan Merxheim’ın kroniği ilk anda Luisa’nın hikâyesiyle doğrudan büyük bir paralellik içermiyor gibidir, hatta ne gereği var bu metnin diye sormak da mümkündür, oysa insanların benliğinin derinlerinde olup bitenler açısından bakıldığında Rothmann’ın bu metni neden romanın içine kattığı anlaşılır.
Romanın içinde akan ikinci bir metnin, ayrı bir anlatı koridorunun Genç Işık’ta da karşımıza çıktığına başta değindim – bir maden işçisinin yeraltında yapıp ettikleri. Gördükleri işlevler açısından O Yazın Tanrısı’ndaki ve Genç Işık’taki koridorlar benzeşiyorlar. Başta uzak zannedeceğimiz hikâyelerin yakınlığını işaret ediyor her ikisi de. Süt ve Kömür’deyse “Sonsöz” farklı tarzda böyle bir işlev görür. Romanda anlatılan iki ayrı zamandır; bir yandan anlatıcı çocukluğunu hatırlar ve aktarır, bir yandan da annesinin vefatının ardından onun evine gidişini, kalan eşyayı kurcalamasını, toparlamasını... “Sonsöz”deyse bütün bunların yaşanmasının ardından anlatıcının konferans vermek için gittiği Japonya’da bir Budist tapınağına yaptığı ziyaret anlatılır. Bu parça öbür iki romandaki gibi metnin içinde akan bir koridor değil, adı üstünde sonsöz, romanda anlatılanlarla bağıysa neredeyse tek kelimeden ibaret gibidir. Budist tapınağındaki rahiplerden biri Simon’un gençlik arkadaşı Pavel gibi ona soyismiyle seslenir. Bunu anlatıp kimin seslendiğini sorduğunda başrahip “kim” değil “ne” demesi gerektiğini söyler ve ne olduğunu yanıtlar: “Ziyarete gelen bir toz zerresi.” Kuşaktan kuşağa aktarılan bir şeyler olduğu gibi dünyanın öbür ucuna taşınabilen bir şeyler de var olabilir, ama emin olamayız. “Sonsöz”le ilgili değinilmesi gereken bir ayrıntı daha var. Anlatıcı tapınaktan söz ederken Zen düşüncesi hakkında çok az şey söyler, ama şunu vurgular: “Burada sezgi deneyim oluyordu.”
Genç Işık, Adolf Winkelmann tarafından sinemaya uyarlanmıştı (2016).
Süt ve Kömür’de anlatılan hikâyelerden çarpıcı bir tanesi kuşaktan kuşağa aktarım ve “deneyim”le yakından ilgili. Simon’ın yakın arkadaşı Pavel’in de babasıyla arası hiç değildir – Pavel’in annesi eşi ve oğlu için, “Evde birbirlerine tahammül edemiyorlar” der. Bu konuşmanın devamındaysa Pavel ve Simon’a şunları söyler:
“Ah çocuklar, çocuklar… Keşke sizi tüm bunlardan koruyabilsem. Annemle babam da böyleydi. Tıpatıp aynısı, ben de şöyle düşünmüştüm: Hayır, ben bunu istemiyorum. Ben farklı olacağım. Ama sonra hoşlandığın biri çıkar karşına, en azından ilk başlarda. […] Sonunda hamile kalırsın ve her şey aynı şekilde yinelenir.” (s. 23)
Demek ki kader gibi bir şeydir bu, kaçınılmazdır; aşağı yukarı benzer hayatlar yaşanacak, benzer şeyler deneyimlenecektir. Pavel’se henüz on beş yaşında olmasına rağmen bunu sezmiş ve kendince bir çare bulmuş gibidir. Bir dolu çılgınlık yapar roman boyunca. Bir gece Simon’ı dudaklarından öpmek istediğini söyler, daha önce eşcinsel eğilimi olduğuna dair bir şeye tanık olmamışızdır, aksine yaşça büyük bir kadınla beraber olmuştur. Simon’a da, “Belki de benim manyak ya da sapık olduğumu ya da başka bir şey düşüneceksin ama şu an seni öpmek istiyorum. Senin için bir sakıncası olur mu?” der. Öptükten sonra da şunu söyleyecektir: “Bunu da yapmış olduk.” Demek bir yapılacak işler, yeni deneyimler listesi vardır Pavel’in. Babasının, annesinin kaderinden kaçmak için bulduğu yol budur belki de. En sonunda da babasıyla kavga edip evden kaçacaktır, Simon onu bir daha görmemiştir. Kim bilir, belki de yıllar sonra yeni sezgilerin yeni deneyimler olabileceği düşüncesiyle Japonya’ya gitmiştir!
Beri yandan her iki Liesel-Walter çiftinin çiftlikten Ruhr havzasının madenci şehirlerinden birine taşınmaları onlar için yeni bir deneyimdir, ama bu yeni deneyimin seçimleri olduğunu düşünmek zor. (Üstelik Walter aslında maden bölgesinden gelmiştir çiftliğe, savaş nedeniyle madenler kapanınca çalışma yaşı geldiğinde iş bulmak için oralardan ayrılmıştır. Yıllar sonra memleketine dönmüştür, baştaki kaderine!) Liesel’lerin her ikisi de çamurdan, domuz pisliğinden yılmışlardır, şehirde olmak, hiç değilse hafta sonu dansa gitmek istiyorlardır. Ailece verilen kararda etkileri olmuştur olmasına, ama salt onların arzusu değildir yer değiştirmelerinin nedeni. Hayat hikâyelerinin bize anlatılmayan kısımlarında yapmışlardır bu seçimi, ama bunun esas nedeni sosyal ve ekonomik şartların sonucu olsa gerektir – süt sağıcılık artık sürdürülebilir, geçim sağlayan bir meslek olmaktan çıkmıştır. Bunun ilk ipuçları savaşın hemen ertesinde belirmiştir zaten. Baharda Ölmek’te Walter savaştan sağ çıkıp çiftliğe döndüğünde çiftliğin kâhyası, öncesinde söz verdiği ve çok istediği halde onu yeniden işe alamaz.
“Burada artık kararları ben vermiyorum. Gördüğün gibi neredeyse sırf müttefikler için üretim yapıyoruz, onlar da bütün işi makinelerle hallediyorlar.” (s. 130)
Daha önce, savaş sırasında bir komutanına süt sağma işinde insan elinin hassasiyetinin, bu konuda eğitilmiş olmanın öneminden söz eden Walter, kâhyadan “modern süt sağma makinelerini bir geri zekâlı[nın] bile kullanabil[eceğini]” öğrenince, “O zaman sizin yanınızda üç sene boşuna eğitim almışım, öyle değil mi? Bütün emek boşa gitti. […] En iyisi Ruhr bölgesine geri döneyim. Madenci ve demir çelik işçisi arıyorlar, fena para da vermiyorlar. Birçok maden yeniden açıldı” diyecektir. Devir değişmiştir, yeni “deneyim”lere mecbur kalmışlardır. Üstelik değişim hızlı ve süreklidir. Romanın anlatıcısı Walter ve Liesel’in oğullarıdır; Süt ve Kömür’deki “Sonsöz” gibi bu romanın sonunda yer alan “Epilog”ta da onun anne-babasının mezarlarının bulunduğu mezarlığa ziyaretini anlatır. Mezarlık babasının bir zamanlar çalıştığı maden ocağının bulunduğu tarafı görmektedir. “Bütün arazi terk edilmiş, geriye sadece kuyunun orada duran kargalar yüzünden siyah görünen ağzı kalmıştı[r].” Anlarız ki, yeni bir değişimin ardından o şehrin insanları da başka deneyimlere açılmak zorunda kalmışlardır.
Deniz Kenarındaki Geyikler'de yer alan "Doğu'nun Gururu" öyküsünden yapılan kısa film. (Christoph Wermke, 2012)
Maruz kalınan deneyimlerin en acısıysa savaştır. Belirttim, Rothmann’ın iki romanının merkezinde savaş var, öbür ikisinde de savaştan sağ çıkmış bir adam ve ailesinin yaklaşık yirmi yıl sonraki yaşantıları. Romanların birbirlerini andıran ayrıntılarından bir başka çarpıcı örnek de “deneyim” bahsiyle ilgili. O Yazın Tanrısı’nın sonunda Luisa, henüz on üç yaşında olmasına rağmen savaş sırasında “Ben her şeyi yaşadım” der. Baharda Ölmek’te Walter’ın savaştan döndükten sonra Liesel’le sohbet ederlerken söylediği şu cümle Luisa’nınkine hayli yakındır.
“‘Çok şey gördüm’ dedi Walter en sonunda yutkunarak. ‘Bana sorarsan, gereğinden fazla. Ama savaş böyle bir şey.’” (s. 142)
Ralf Rothmann, 20. yüzyılın en korkunç trajedilerinden biri olan 2. Dünya Savaşı’nı sıradan emekçilerin yaşantıları ve deneyimleri üzerinden aktarıyor. Almanya’yı yöneten Naziler bu trajedinin en büyük sorumlularıdır, ama acısını dünya halklarıyla birlikte Alman halkı da çekmiştir. Hepsi değil tabii. Fiete’nin savaş sürerken Walter’a söylediklerini aktarmadan geçmek olmaz.
“Tanrım, ne işim var burada… Yani çoğu insan gibi Hitler’e oy vermiş olsaydım… Ama ben o karmaşaya girmek istemedim. Düşman olduğum kimse yok, en azından öldürmek isteyecek kadar… Bu, daha güçlü olanların hakkı dışında hiçbir şeye inanmayan siniklerin savaşı. Fakat aslında kuş beyinli ve pısırıklar, bunu savaş meydanında gördüm. Altındakileri ezer, üstündekilere eğilir, kadınları ve çocukları keserler.” (s. 103)
Askere alınmadan kısa süre önce de, Alman ordusuna karşı çarpışan gerillaların ailelerini ve hayvanlarını öldürdüğünü anlatan bir askerle tartışırken de her yanı kaplayan histeriye kapılmadığını hissettirmiştir Fiete.
“‘Ahırlara bomba koymak, aileleri temizlemek… […] Ah, seni zavallı talaş askeri, sen ne bilirsin! Bir ineğin doğum yapmasına yardım ettin mi hiç? Rahmi ters olduğu için sancılar içinde kıvranıyorsa? Ya da arkası çok darsa, yavrusu içinde enine yatıyor ve günışığına çıkmak istemiyorsa? Kolların kopar, gözlerin belerir. En zor iş, bir şeyi dünyaya getirmektir. Yok etmeyi, öldürmeyi her geri zekâlı becerir.’” (s. 21)
Walter savaştan önce dostu Fiete kadar net değildir savaş karşıtlığında, ama savaş sırasında “çok şey görür”. Nitekim Liesel’le evlenip bir çiftlikte çalışmak ve çocukları olma ihtimalleri üzerine konuşurlarken genç kadının şaka yollu, çocuklarıyla ilgili olarak “Peki ileride ne olacak bu çocuk? Baş süt sağıcı mı?” diye sorması üzerine şu yanıtı verir.
“‘Ne istiyorsa olsun […] zaten bunu kader ya da zaman belirler. Bana sorarsan her şey olabilir, yeter ki asker olmasın.” (s. 144)
Ralf Rothmann, yakın bağların, özellikle çekirdek ailenin barındırdığı, neden olduğu, insanın kendisinin farkına varmasıyla beraber acısını, sıkıntısını duymaya başladığı, üstesinden gelmek için boğuşup durduğu bireysel sorunlar ile savaş, ırkçılık, taciz, tecavüz ya da çalışma hayatının kimi zaman savaşı andırırcasına ölümcül olabilen zorlukları gibi toplumsal sorunları, farklı kuşakların birbirini etkileyen hikâyeleri üzerinden tartışıyor romanlarında. Birbirini çok andıran roman kişilerinin başlarından geçenler, ortaya insanlığın geçen yüzyıldaki haline dair büyükçe bir resim çıkarıyor, bu yüzyılda da bizden önceki kuşaklardan büyük ölçüde miras aldığımız – kuşaktan kuşağa taşınacağa benzeyen diş kamaşmalarının resmi!
•
NOTLAR:
[1] Ralf Rothmann, Süt ve Kömür, çev. Serap Gülerçin Karluk, YKY, 2021, 127 s.
[2] Ralf Rothmann, Genç Işık, çev. Ogün Duman, Metis Yayınları, 2007, 178 s.
[3] Ralf Rothmann, Baharda Ölmek, çev. Esen Tezel, YKY, 2019, 149 s.
[4] Ralf Rothmann, O Yazın Tanrısı, çev. İlknur Özdemir, YKY, 2021, 170 s.
[5] Ralf Rothmann, Deniz Kenarında Geyikler, çev. Ogün Duman, Metis Yayınları, 2009, 168 s.
[6] Bir başka benzerlik/kesişme. Baharda Ölmek’te Walter’ın üvey babasının mesleği cenaze levazımatçılığıdır, Genç Işık’taki Waller’in de.