2014 sonlarına doğru Refik Halid Karay’ın kitapları yeni baskılarıyla yeniden okurla buluştu. İnkılâp Yayınları’ndan çıkan bu muhteşem çalışmanın altında ise Tuncay Birkan imzası var. Peki, ne yaptı Tuncay Birkan, editörlük mü? Hayır…
04 Şubat 2015 22:45
Refik Halid Karay’ın 2014 Kasım’ı itibariyle ilk yedi cildi yayımlanan (ve 2015 içinde on bir cildi daha yayımlanacak) Memleket Yazıları, Türkiye’de yalnız bu senenin değil son birkaç senenin en önemli edebiyat, –genişleteyim– yayıncılık, hatta –daha da genişleteyim– kültür olayıydı. Sadece edebiyat müfredatı denen kuytu, havasız yerde tozlanmaya terk edilmiş müthiş bir yazar tekrar ve bir sürü yeni kitapla aramıza döndüğü için değil. Refik Halid’i tekrar keşfeden, daha doğrusu gazete ve dergi koleksiyonlarının arasında sabırla tekrar “icat eden” Tuncay Birkan’ın sergilediği heyecan verici entelektüel “performans” dolayısıyla da.
Tuncay Birkan’ın Refik Halid’i tekrar keşfettiğini, hatta icat ettiğini söylerken aslında keşifle icat arası, ismini bilmediğim bir üçüncü “bulma” işinden bahsediyorum. Çünkü Birkan’ın yaptığı ne tamamen unutulup gitmiş iyi bir yazarı tozunu alıp tekrar gündeme getirmek, ne zaten hiçbir zaman kayda değer bir varlık gösterememiş vasat bir yazarı “ya tutarsa” iyimserliğiyle giydirip kuşandırıp karşımıza çıkarmak.
Başka bir şey.
Editörlükten çok... (Refik Halid’in bir yerde dediği gibi, “kelimeden ürkmeyelim”) küratörlük: Gazete arşivlerinde gömülü kalmış göz korkutucu büyüklükte ve baş döndürücü çeşitlilikte bir yazı kalabalığını kazıp günışığına çıkarma, bir araya getirme, derleyip toplama sabrı, evet. Ama işi bu saygıdeğer hamallıkta da bırakmamak. Elindeki yığını kronolojik bir sıraya koyuverip, iki sayfalık göstermelik bir biyografi, karınca duası gibi bir hurufat, bürokratik bir kapak tasarımı ve bol tarafından tashih hatasıyla, “R. H. Karay – Toplu Yazıları” üst başlıklı biner sayfalık (ve dizinsiz) dört-beş cilde tıkıp... Hayır, vaktini bu çok yapılan işle geçirmek yerine, hamallığa heyecan ve yaratıcılığı da katarak, o dağ gibi yığından, hemen her biri Refik Halid’i bugün okumanın yolunu ve anlamını araştıran eleştirel “sunuş” yazılarıyla çerçevelenmiş yeni kitaplar çıkarmak (daha isabetli ama fazla dramatik fiille, “devşirmek”.) Edebiyat tarihlerine yazarlığının en rağbet görmüş ama en zayıf tarafıyla (romancılık) geçmeyi kendisi istemiş, nispeten güçlü bir tarafıyla (hikâyecilik) geçirilmiş, ama tartışmasız en güçlü tarafı (denemecilik) hem kendisi hem de başkaları tarafından biraz ihmal edilmiş bir yazarı baştan tarif etmek, internet diliyle söyleyeyim, başka, yeni anahtar kelimelerle “etiketlemek” Birkan’ın yaptığı.
Hatta, biraz abartılı kaçacağını hissetmesem, Birkan’ın Rus edebiyat eleştirmeni Viktor Şklovski’nin adını koyduğu ve Tolstoy’dan örneklerle açıkladığı o çok tanıdık bir şeyi yabancı hale getirme, bin kere görüp artık kanıksadığımız şeyi algımızı tazeleyerek tekrar görmemizi sağlama tekniğini, “yadırgatıcılaştırma”yı Refik Halid Karay “imajına” tatbik ettiğini söyleyeceğim: Büyük bir hız ve telaşla geçiveren seksen küsur Cumhuriyet senesinin dillerini acımasızca eskittiği, dünyalarını çocuksulaştırdığı, sepya fotoğraflarında donmuş jest, kılık- kıyafet ve saç ve bıyık kesimlerini zalimce komikleştirdiği üç kuşak öncesinin yazarlarından biri (tabii unutmamak kaydıyla: o yazarların yeniye ayak uydurmaya en eğilimli, en hazır ve en hevesle razı olanlarından biri), tekrar bir tazelik duygusuyla okunabilecek bir yazar haline geliyor. Tanıl Bora’nın başka bir bağlamda “Refik Halid retrosu” dediği şeyden fazlası bu. Daha çok, Amerikan sürrealistlerinin baştan kurgulayıp, fonuna yeni bir müzik koyup tekrar, başka bir gözle seyredilebilir hale getirdikleri siyah- beyaz filmler gibi: Hem aslında basbayağı hâlâ o bildiğimiz eski, eskimiş film ama hem de tuhaf bir şekilde yeni, başka bir film işte.
Tuncay Birkan Refik Halid Karay’a (1888-1965) bunu yapabiliyor, çünkü, madde madde:
1. Refik Halid’i kendisi tanır, tanıdıkça sever, sevdikçe sevgisini anlamlandırmaya çalışır ve sonunda da ayarına karar verdiği eleştirel bir mesafeden “yazarına” bakarken, akademik edebiyat tarihçiliğinin artık çok az iş gören paslı araç gerecine (Fecr-i Ati, hiciv, konuşma dili- yazı dili ikiliği vs.) yüz vermiyor.
2. Erken Cumhuriyet dönemi edebiyatının önemlice bir kısmını –hak verdiğim gerekçelerle– kaba, naif ve çorak bir lafazanlık, okunaklı bir edebiyat birikiminden çok dönemin kültürel kargaşasını anlamaya yarayacak bir semptomatik tik ve refleksler yığını, tasnif edilmeyi bekleyen atıl bir zihniyet tarihi malzemesi olarak gören “sol” gelenekten (ve bizzat çevirmenliğini de yaparak yoğun bir şekilde haşır neşir olduğu 1970 sonrası eleştirel düşünceden) edindiği başka araçlarla Refik Halid’i “ayıklıyor”.
3. O da Refik Halid’in yazdıklarını geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemleri, eski İstanbul hayatı ya da Türk matbuat tarihi hakkında fikir ve bilgi edinmek için başvurulacak çok zengin bir gözlem ve anekdot kaynağı olarak görüyor görmesine, ama yazarını bu kuru ansiklopedik işleve indirgemekten de kaçınıyor. Oldum olası övülmüş, bol bol tadı çıkarılmış ama işleyişi üzerinde de hemen hiç kafa yorulmamış “üslubuyla”, düzyazı zekasıyla önemsiyor Refik Halid’i.
4. Ama, Memleket Yazıları’nın farklı ciltlerine yazdıkları “takdim” yazılarında Erol Üyepazarcı’nın “şakrak”, Tanıl Bora’nın da “kelime oburu” dediği bu canlı üslubu önemserken, Refik Halid’in çeşitli siyasi “kabahatlerini” (Milli Mücadele karşıtlığı, Atatürk inkılaplarına burun kıvırmışlığı, vs.), Nuray Mert’in bir yerde “aristokratik” dediği müşkülpesentliğini ya da Osmanlıcı bir kültürel nostaljiye uzak durmuş olmasını “tertemiz Türkçesi” hatrına abice affeden ve büyük ölçüde görmezden gelen (ayrıca Tanpınar’ın kumar oynamamışını, Nahid Sırrı’nın da eşcinsel olmayanını seven) mazbut eleştirel mutabakatı da bir saniye bile umursamıyor Birkan. Memleket Yazıları’na yazdığı “sunuş”lar art arda okunduğunda, Refik Halid’in mizacını ve hayat hikâyesini “üslubundan” ayrı düşünmeye çalışmanın yanlışlığı iyice ortaya çıkıyor: Çelişkilerle dolu (ve cesurca sahiplendiği) hayat hikâyesiyle başına çok iş açmış, neredeyse içgüdüsel muhalifliğinin de “tertemiz Türkçesi”yle beraber Refik Halid “ben” dediği anda çalışmaya başlayan o “üslup” makinesinin temel parçaları olduğunu anlıyoruz. (Bu arada, dil konusunda Türkçe milliyetçiliğinin gönül rahatlığıyla bağrına basamayacağı kadar geniş mezhepliydi Refik Halid. Laf aralarında “artık bunu da Türkçeleşmiş kabul etmeliyiz...” deyip cebine atıverdiği “yeni”, hatta “yabancı” kelime ve deyişler saymakla bitmez.)
Tanpınar ve bir dizi başka yazarın “derinliği” temsil ettiği ve “edebiyat= derinlik” gibi kaba, neredeyse Flaubertci bir basmakalıp düşüncenin hüküm sürdüğü bir ortamda Refik Halid gibi ısrarla “yüzey”le ilgilenmiş bir yazarın “edebiyatçı” olarak güçlü bir karşılık bulması zordu.
Daha önce, Charles Dickens’ın en büyük romanlarından Müşterek Dostumuz’un Türkçe çevirisine (2010) yazdığı giriş yazısının bir yerinde, Dickens’ı popüler ilgiye gönül indirerek “yüksek” edebiyattan taviz verme günahını işlemiş ikinci sınıf bir romantik- gerçekçi olarak rafa kaldırmaya eğilimli baskın eleştirel geleneğe itiraz ederken şöyle demişti Birkan: “Böyle olunca da memleketimizde Dickens denince okurun zihninde vasat bir yazar imgesinin canlanması doğal. Ama ben bizdeki bu ilgisizliğin ardında, dünya edebiyatıyla temas kurmamıza aracılık eden aydınlarımızın, yazar, eleştirmen, çevirmen ve yayıncılarımızın Batı’da da çok uzun bir süre egemen olan ‘Dickens imajı’nın etkisinde kalmaları olduğunu düşünüyorum. (...) O yüzden de bu yazıda Dickens’ın Batı’da alımlanış tarzının aradan geçen yüz elli küsur yıl boyunca nasıl değişimlerden geçtiğini ele almaya odaklanacağım.”
Refik Halid “imajının” alımlanma tarzındaki değişimin böyle bir tarihi var mı peki?
Dickens gibi, roman sanatının en şaşaalı devrinde saltanat sürmüş ve okuyucularıyla derin bir duygusal ilişki kurmuş, eski tarzda “büyük” bir yazarın imajıyla, Refik Halid gibi –Dickens’la karşılaştırılamayacak kadar– sınırlı bir kültürel coğrafyada, kısa ömürlü saltanatlar (Nilgün romanının tefrika edildiği 1950- 52 dönemi mesela) sürmekle beraber, özünde okuyucularıyla hep bir itişip kakışma ilişkisi içinde olmuş bir yazarın imajını karşılaştırmak pek anlamlı değil. Ama yine de baskın bir “Refik Halid imajından” ve bu imajın alımlanma tarzındaki değişimin kör topal da olsa bir çeşit “tarihinden” söz edilebilir.
Kör topal, çünkü Türkiyeli yazarların hemen hepsi için geçerli olduğu üzere, “hemen hiç alımlanmama”yla başlayıp, yazarın hayatının sonlarına doğru (talihliyse) nazlana nazlana “hafif alımlanır gibi olma” safhasına geçen ve çoğunlukla yazarın ölümünden sonra (o da hayaletinin talihi yaver giderse) nefes nefese “nihayet biraz alımlanmaya başlama” noktasına varabilen ağıraksak bir tarihsel seyir bu Türkiye’de. Bu entelektüel kaderin ender elle tutulur istisnalarından biri olan Tanpınar’ın gördüğü gecikmeli rağbette de biraz bu “alımlama tembelliği”yle ilgili geriye dönük bir suçluluk duygusu yok mu zaten? Suçluluk duygusu, bir de Osmanlı geçmişi, kültürel kimlik ve İstanbul’da aşk gibi konularla muhafazakâr zannedilmeden de ilgilenebilme imkânını Tanpınar’da bulabilmenin huzuru.
Geçmişimiz, kimliğimiz, İstanbul romantizmi... Sabırsız, bir söyleşisinde kendine yakıştırdığı sıfatla “Epiküryen” Refik Halid’in öyle uzun uzadıya ilgilenemeyeceği, bir noktadan sonra kasvetli, fazla soyut, hatta abartılı bulup sıkılacağı konulardı bunlar. “İki dakika kaldır başını şu kitaplardan da sokağa çık, azıcık insan yüzü gör” diye paylanacak melankolik kitap kurtlarından değil, etrafında insan (kadın) görmeyince huzursuzlanan, hız, heyecan ve hareketle beslenen yazarlar soyundandı. Diyaloga dayalı romanlarında da, tasvire dayalı hikâyelerinde de, yeteneğinin havai fişek gösterisine dönüştüğü olağanüstü denemelerinde de her şeyin yüzeyiyle, yüzeyin (“şiiriyle” denemese de) ahengiyle meşguldü: Yüzeysellik değil, yüzeyin hakkını vermek. İnsan ruhunun derinlikleri üzerine bir, insan anatomisinin (kendi çok karikatürü çizilmiş burnundan başlayarak) ayrıntıları üzerineyse beş cümle. Kadıköy’de harap bir konak, ama o konağın hatırlattığı geçmişin hüznünden çok, şimdi, şu bahar günü, öğleden sonra saatlerinde sokağa düşen gölgesinin güzelliği. Metafizik ürperişleri yakalamaya çalışan incelikli metaforlar değil, her an tetikte bekleyen beş duyunun somut dünyadan topladıklarını kayda geçirmeye çalışan bol bol sıfat.
Bir “Refik Halid imajından” ve Tuncay Birkan’ın bu imaja yaptığı (kelimeden ürkmeyelim) “revizyonist” müdahaleden de bence bu noktada bahsedilebilir: Tanpınar ve onun etrafında kabaca kümeleyebileceğimiz bir dizi başka yazarın “derinliği” temsil ettiği ve “edebiyat= derinlik” gibi kaba, neredeyse Flaubertci bir basmakalıp düşüncenin hüküm sürdüğü bir ortamda Refik Halid gibi ısrarla “yüzey”le ilgilenmiş bir yazarın “edebiyatçı” olarak güçlü bir karşılık bulması zordu. Hürriyet ve İtilafçı, Milli Mücadele aleyhtarı, iki sefer sürgüne gitmiş, sözünü hiç sakınmamış “yüzellilik” Refik Halid’le sevimli ama dağınık bir sürü romanın, iki sağlam hikâye kitabının, iki hatırat ve “kronik” dediği (Memleket Yazıları’nın yanına konması gereken) bir dizi deneme kitabının yazarı Refik Halid’i tanıyorduk. Ama üçüncü Refik Halid’le, ancak 1940’larda Tan ya da Akşam, 1950’lerde de Zafer ya da Yeni İstanbul gazetelerini takip etmiş eski toprakların hatırlayacağı asıl Refik Halid’le şimdi, Memleket Yazıları’yla tanışıyoruz.
Tıpkı asıl George Orwell’la ya da asıl Joseph Roth’la da, Tuncay Birkan’ın Refik Halid’de yaptığına benzer “eleştirel tadilatlardan” sonra, büyük deneme yazarları olarak baştan tanıştığımız gibi. Son yıllarda İngiltere ve Amerika’da “kişisel deneme”nin bir tür yeniden doğuş yaşadığına dair haberler Türkiye’ye hep olduğu gibi gecikmeyle (belki de değil: mesela Geoff Dyer çevrildi, çevriliyor) ulaştığında, kendi atalarını icat etme telaşına düşen Türk “kişisel deneme” yazarı büyük ihtimalle en büyük ilhamı Refik Halid’de bulacak. Memleket Yazıları’nı bayıla bayıla okuyacak ve Tuncay Birkan’ın da sunuş yazılarından birinde (çoktan yayımlanmış bir kitaptan, Tanıdıklarım’dan) alıntıladığı şu pasajı (varsa) Facebook sayfasında status mesajı olarak göreceğiz: “Neşriyat kongresinde konuşulmayan bir mesele vardı: Yazı rekoltesinin kalitesini yükseltmek. Azadan biri kalkıp da, mesela, şöyle demedi: Acele yazıyoruz, ihmalkâr yazıyoruz, fena yazıyoruz; yazdıklarımız hep gündelik, çoğu baştan savma yazı. İdarehane masasının bir kenarına ilişiyoruz, elimize rasgele, ucu aşınmış, mürekkebi tortulanmış bir kalem alıyoruz; pürüzlü bir matbaa kâğıdına üç öksürük, dört sigara, bir çay arasında... siyasi bir makale, bir adapte hikâye, bir beylik röportaj, bir basmakalıp tenkit, hatta roman parçası karalıyoruz... Ama içimizde bir hoşnutsuzlukla... Mesleğin icabını tam yapamamaktan doğan bir nedamet!”
Ortalama her ay iki yeni cildi çıkagelen Memleket Yazıları’nın, ölmüş bir yazarın meraklı bir araştırmacı tarafından hazırlanmış yazıları değil de yaşayan bir yazarın uzun bir sessizliğin ardından peş peşe çıkardığı yeni kitapları olduğuna inandı inanacak haldeyiz. Kırkından sonra İngilizce yazdığı romanlarıyla büyük bir şöhret ve saygınlık kazanan Vladimir Nabokov’un (o da bir sürgündü) anadili Rusçada “kalmış” erken dönem romanlarının itaatkâr oğluyla beraber yaptığı İngilizce çevirileri peş peşe yayımlandığı sıralarda, hayranı John Updike’ın bu romanlardan biri (Glory) hakkında yazdığı neşeli yazının ilk cümlesini hatırlıyorum. Memleket Yazıları da o umulmadık bir anda geçmişten çıkagelen roman gibi “bir eleştiri yazısını değil, kutlama partisini hak ediyor.”