Refikim Refik

Neden Çetin Altan'ın Refik Halid'le karşılaştığında “Hâlâ piyanoya çivi çakıyorlar üstad” dediğini, neden bu memlekette piyanoya çivi vuranlardan olmayanların piyanolarına ısrarla ve mütemadiyen çivi çakıldığını şimdi anlıyordum...

 

Sevdiğimiz yazarların, kendi sevdikleri yazarlarıyla olan ilişkilerine dair yazdıkları, çoğu kez biz okurlara kendi serüvenlerimizde yolu kısaltacak mucizevi patikalar açıverir. Beni Refik Halid Karay’a götüren dolambaçsız patikayı da Refik Erduran ile Çetin Altan işte böyle birden açıvermişlerdi. Bu sayede uzun seneler boyu, “tango yapmayan,” inadına “tango oynayan” melodik Türkçesiyle kulağımı terbiye eden Refik’im hep yanımda oldu ve en zor zamanlarımda dahi o keskin mizahıyla beni asla yalnız bırakmadı.

Sanırım 1987 idi. Refik Erduran önce Güneş gazetesinde tefrika ettiği gençlik hatıralarını Gülerek adıyla kitaplaştırmıştı. Kitabın sonuna eklediği bazı söyleşi ve yazılarından birinde ömrü boyunca tanıdığı en zeki ve muzip insan olan Refik Halid ile ilgili bir anısına da yer vermişti.

Refik Halid, hepimizin malûmu olduğu üzere kelimelerle oynamayı seven bir Türkçe ustasıydı. Bunu çok iyi bilen Erduran, biraz da gençliğinde sahibi olduğu Çağlayan yayınevinden birkaç romanını bastığı için doğan hukuklarına ve samimiyetlerine güvenerek, üstada merakını celbeden bir soru sormuş. Ancak Refik Erduran gibi muzip bir zekânın yöneltebileceği bu soruyu ve yine ancak Refik Halid gibi bir ironi ustasının böyle tuhaf bir soruya verebileceği bu hınzır cevabı Gülerek’ten okuyalım:

“Soyadınız tersten okununca Türkçede ayıp sayılan kelimelerden biri çıkıyor. Bunu mahsus mu yaptınız?”

Cin cin gülmüştü.

“Fark ettin demek?”

Sonra biraz düşünüp mırıldanmıştı:

“Ben o nesneyi sevimli bulurum. Sevimli ve alık.”

“Sevimli ve alık mı?”

“Evet...”

Bundan sonra söylediğini sözcüğü sözcüğüne anımsamıyorum. Ama şöyle bir şeydi:

“Gözsüz, kel, pürheves bir hayvancık gibi şirin. Öyle bir hayvancık kadar da akılsız. Zaten adının başına ‘dal’ koyarsan ‘dangalak’ yerine geçer...”

14 yaşındaydım ve o zamanlar tam da hayatımın merkezini teşkil eden erkeklik sembolü bir et parçasının dazlaklığı ile akılsızlığı arasında kurulan bu bağlantıdan etkilenmiştim.

Kirpinin Dedikleri, Refik Halid Karay, İnkılap YayınlarıBu ilk tanışmamızdan yıllar sonra akademideki ofisimde gözaltına alınıp, savcıya ifade verirken de aklıma nedense evvelâ Refik’im düşecekti. Gerçi artık kazık kadar bir herif olduğum için bu defa soyadıyla değil de Kirpinin Dedikleri’nde yer alan bir yazısıyla anacaktım üstadı: “Vergiyi Nasıl Toplarlar.”

Üstad bu yazısında adliyede izlediği bir davayı hikâye eder. Sanık, kendisine tebliğ edilmediği için ödenmemiş bir vergi borcu nedeniyle evine hacze gelmiş kaba vergi tahsildarlarıyla arasında cereyan eden olayları anlatır. Buna göre yirmi icra memuru bir anda adamcağızın evine çamurlu ayakkabılarıyla dalmış ve dur demeye kalmadan her tarafı darmadağın edip batırmaya başlamışlar. Bu arada yan odadan çivi sesleri gelmiş. Telaşla oraya koşturan adamcağız bir de ne görsün! Üç kişi çömelmiş, piyanoya çivi çakmakla meşgul. Ne yaptıklarını sorduğunda ise aldığı cevap şu olmuş: “Piyanoyu haciz için duvara çivi ile bağlayıp mühürleyeceğiz, âdet böyledir!”

İşte bu cevap üzerine bizim adamcağız bütün memurlara “Defolun haydut herifler!” diye bağırmış. Bu sefer de memurlar dikleşmiş: “Biz meşrutiyet memuruyuz! Mürteci, Mürteci!”

Devlet görevlisinden ziyade çete mensubuna benzeyen bu Moğolların, verdikleri zararla yetinmeyip, bir de adamcağızı şikâyet etmelerinden ötürü açılan davayı, elbette piyanoyu çivileyenler değil de piyanosu çivilenen taraf kaybetmiş. Çıkarken adama yaklaşan Refik Halid, adamcağıza karşı bir dava açmasını önerdiğinde ise muhatabından şu cevabı almış: “Neden dava edeyim?.. Hürriyetperver onlar olsunlar, ben piyanoya çivi vuranlardan olmayayım da!”

43 yaşında ömrümde ilk kez Terörle Mücadele polisleriyle birlikte adliye sarayının akşam çökmüş koridorlarında savcının kararını beklerken, bu hikâyeyi tam mânâsıyla içimde hissetmiştim. Neden Çetin Altan’ın Refik Halid’le karşılaştığında “Hâlâ piyanoya çivi çakıyorlar üstad,” dediğini, neden bu memlekette piyanoya çivi vuranlardan olmayanların piyanolarına ısrarla ve mütemadiyen çivi çakıldığını şimdi anlıyordum. Anlıyordum ve gönlümün derinliklerinden, içimin en mahrem ve en masum yerlerine çakılan çivilerin sesini duyuyordum.

Allahtan Refik’im yanı başımda benimle oturuyordu, yalnız değildim. Bütün bunları düşünürken, 43 yaşımdaki ben gitmiş ve 14 yaşımdaki ben gelmişti. Önce hafifçe tebessüm ettim. Sonra aleni güldüm. Polisler şaşırdı. Elimde değildi, içimde bastıramadığım bir kahkaha tazyiki belirmişti. Refik’imin kendi soyadına dair görüşleri aklıma düşmüştü. O ufak hayvancığı mı yoksa beni mi anlatmıştı üstad, bilemiyordum. Evet, gözsüz ve kel değildim. Ama sevimli ve alıktım. Hatta başıma bir “dal” koyulsa “dangalak” yerine geçerdim muhakkak.

Lav gibi kabaran kahkahalarımı zapt edebilsem de hâlâ gülümsüyordum. Çünkü şunu çok iyi öğrenmiştim artık: Piyano varsa, ona çivi çakılmaması bu memlekette düşünülemezdi.

43 yaşındaydım, devlet ruhumun derinliklerindeki piyanoma ilk defa çivi çakıyordu ve Refik’imle ben kendimizi gülmekten alamıyorduk...