Yusuf Ziya Ortaç 1960’ta basılan Bir Varmış Bir Yokmuş kitabında Reşat Nuri Güntekin için şöyle diyor: Bize bir değil, iki değil, beş kalemin vereceğini tek başına verdi. Ama biz o çapta bir Avrupalı yazara verilen huzurun beşte birini ona veremedik
19 Kasım 2015 13:20
Eski Zeynep Kâmil Konağındayız. Darülfünun Edebiyat Fakültesinde. Sınıflardan birinde, sıralara dizilmiş gençler, yine kendileri kadar genç birini dinliyorlar: Yirmi dört yaşında birini. Bu keskin çizgili yüzün altında, uçları hafifçe kırık iki yaylı kaş ve içi altının, zümrütün, bakırın, çeliğin karıştığı, renkli ışıklarla dolu iki göz var. Bu yirmi dört yaşındaki genç adam, Hikmet-i Bedâyi muallimi Hamdullah Suphi Beydir. Kendisini, soluk almadan dinleyen sınıfın karşısında, talebesinden birini ayağa kaldırmış, konuşuyordu:
- “Size haber veriyorum: Doğduğunuz gün, talihin eli, beşiğinizin üstüne bir yıldız asmıştır. Yazınızın, gözlerimin önüne serdiği manzarada ne kadar feyiz var. Eğer isterseniz, eğer hilkatin size cömertçe verdiği değere sırt çevirmezseniz, emin olunuz, şöhretiniz bir gün memleket hudutlarını da aşacak, dış âlemde tanınacaksınız!
Hamdullah Suphi Tanrıöver’in heyecanla övdüğü bu derisi kemiğine yapışık, bu çelimsiz, bu hareketli genç, Reşat Nuri idi.
Ben onu, Şehzade Camiinin üst yanında, sokak içi, eski, ahşap bir evde tanıdım, tarihçi Emin Âli Çavlı’nın evinde. Adı pek yabancı değildi bana: İmzasını, ara sıra, piyes tenkidlerinin altında görüyordum. Fatih taraflarında bir ortaokulun müdüriydi o zaman. Manzum bir piyes yazdığımı öğrenince beni mektebine çağırdı. Yaz günlerindeydik. Elimde iki defter, ona, henüz “Darülbedâyi = Şehir Tiyatrosu” edebî heyetine vermediğim eserimi, Binnaz’ı götürdüm. Sınıflar boştu. Sıralardan birine o oturdu, birine ben. Sonuna kadar, dikkatinin bütün antenleriyle dinledi. İki asır yaşasaydık, bu ikinci konuşmamızdakinden daha fazla dost olamazdık.
Biraz sonra onu Tanin matbaasında, dış merdivenden çıkınca sağdaki odada buldum. Burası La Pensé Turque dergisinin idare eviydi. İttihat ve Terakki Cemiyetinin beslediği bir mecmuaydı bu. Paris’te okumuş, Paris’te yaşamış, Paris’te imza sahibi olmuş biri çıkaracaktı bu dergiyi: Halit Carim.
Reşat Nuri’nin bu dergiye girişi anlatılmaya değer:
La Pensée Turque hazırlanırken, Halit Carim hepimize soruyordu:
- Makaleleri, hikâyeleri Türkçeden Fransızcaya çevirecek birini tanıyor musunuz?... Her iki dili de iyi bilen birini?...
Hepimiz düşünüyor, hafızamızı yokluyor, tanıdığımız bir kaç ismi, yarım yamalak bir güvenle kekeliyorduk.
En son, sora soruştura Reşat Nuri’nin üstünde birleşildi. Ondan üstünü yok. Ama bu Reşat Nuri başka Reşat Nuri’dir, alafranga Reşat Nuri!
Hemen nerede oturduğu öğrenilmiş, adresine mektup yazılmış, dâvet edilmişti…
İki gün sonra Reşat Nuri gelmiş… Ama gelen O Reşat Nuri değil, bizim Reşat Nuri!
Halit Carim ikisinin de yabancısı. Ne gelenin farkında, ne gelmiyenin. Başlamışlar çalışmaya… Netice umduğundan üstün, umduğundan güzel.
Ancak bir ay sonra anlaşılmış ki, tavsiye edilen Reşat Nuri başka Reşat Nuri’dir, kendisine mektup yazılan, dâvet edilen başka!... ama dergi sahibi bizim Reşat Nuriyi o kadar seviyor, Fransızcasını da, Türkçesini de, tercüme san’atındaki hünerini de o kadar beğeniyordu ki:
- Aman ne güzel yanlışlık, ne mutlu yanlışlık, diye seviniyordu.
Bunlar, Reşat’ın gizli değerleri, gizli hizmetleridir elbet. Onun büyük şöhreti, şimdi sizin de bir ağızdan fısıldadığınız romanla başlar: Çalı Kuşu ile… Onu okurken kaç bin gözün ağlıyarak sabahladığını bilmem. Ama Süleyman Nazif’in, ama Celâl Sahir’in, ama İsmail Habib’in ağladıklarını bilirim.
Reşat Nuri, bize bir değil, iki değil, üç, dört, beş kalemin vereceğini tek başına verdi. Ama biz o çapta bir Avrupalı yazara verilen huzurun beşte birini ona vermedik!
Hafızamdakileri sayayım size: Çalı Kuşu, Damga, Akşam Güneşi, Dudaktan Kalbe, Yeşil Gece, Acımak, Bir Kadın Düşmanı, Yaprak Dökümü, Eski Hastalık, Miskinler Tekkesi, Kızılcık Dalları, Kan Davası, Gökyüzü, Harabeler Çiçeği, Gizli El… Onbeş cilt roman!
Leylâ ile Mecnun, Olağan İşler, Tanrı Misafiri, Balta… Dört cilt küçük ve büyük hikâye.
Sonra tiyatro eserleri: Taş Parçası, Hançer, Hakikî Kahramanlık, Gönül, Bir Gece Faciası, Eski Rüya, Gazeteci Düşmanı, İhtiyar Serseri, Şemsiye Hırsızı, Çifte Keramet, Ümidin Güneşi, Bir Donanma Gecesi, Sevmek Hakkı, Karanlık Kuyu, Babür Şahın Seccadesi, Bahar Hastalığı, Karaman Kahvesi, Gözdağı, Eski Borç, Balıkesir Muhasebecisi, Yaprak Dökümü, Bu Gece Başka Gece, Tanrı Dağı Ziyafeti… Eksik yazmadımsa yirmi üç piyes.
Reşat Nuri düşünmekle, yaratmakla kalmamış, kalemi, fikir ve sanat hayatımızı bir yandan da tercümelerle zenginleştirmiştir:
Fransız Edebiyatı Antolojisi, XIX. Asır Fransızca Edebiyatı, İbsen, Muhammed’in Hayatı, Donkişot, La Dam O Kamelya, Bir Fakir Delikanlı, Tolstoy, Yabancı, Altın Adam, Hakikat… Bunlar da sadece basılmış olanlar.
Bir de her parçası büyük bir romana harç olacak değerde ince görüşler, zeki dikkatlerle dolu, acımsı bir kitabı daha vardır: Anadolu Notları… Okurken, bazı güler, bazı utanır ve daima düşünürsünüz.
Bu saydıklarımın öz ağırlıklarını bırakınız, ama hepsini terazinin bir kefesine, Reşat’ı bir kefesine koysanız, yine kitaplar ağır basar.
Bu elli altı kiloluk dev adam bu kadar eseri ne zaman yazdı?... Size cevabını yüzüm kızararak vereyim: hep, biz güzel bir yemekten, tatlı bir sarhoşluktan, bir sinema, bir tiyatro, bir balo dönüşünden sonra mışıl mışıl uyurken..
Reşat Nuri’nin kendi boyunu çok aşan eserleri bu kadar da değildir. Günlük gazete sahifelerinde, çeşitli dergilerde, eski Akbaba’larda unutulmuş, kimbilir kaç yüz yazısı var.
Bir aralık, Mahmut Yesari, İbnürrefik Ahmet Nuri ve Ressam Münif Fehim’le beraber bir de mizah dergisi çıkardı: Kelebek… İlk sayısını bana getirdiği gün, yüzündeki kahkaha artığı çizgiler hâlâ gözümün önündedir. Saçından küçük bir tutam alnına düşmüş, yarım sigarası alt dudağına yapışık, sessiz sessiz gülüyordu:
- Yusuf Ziya, dedi, ismine bak da Akbaba ile nasıl boğuşacağını anla!...
Sık sık gelir, masamın üstüne sıçrar, otururdu. Bakardım, sigarası gittikçe ufalıyor, ucundaki kül gittikçe büyüyor. Derken korktuğum olur, esmer bir toz sütunu dudağından kopar, yakasından yuvarlanarak masamın üstüne düşerdi. Titiz olduğumu bilirdi benim. Ama:
- Dur Reşat, Tablaya süpürelim, demeğe kalmaz, ceketinin koliyle, hem de büsbütün sıvıştırarak siler, hem kendi esvabını, hem masayı berbat ederdi…
Evlendiği günü hatırlıyorum: Akbaba’ya hemen kafes içinde ufacık bir kuş çizdirmiştim. Bu ince gagalı, alt dudağı sarkık kuşun başı Reşat Nuri idi. Altına iki kelime yazdık: “Çalıkuşu Kafeste!”
Bu şaka pek hoşuna gitmişti onun.
Tatlı, uysal bir mizacı vardı. Çoğumuzu kızdıran olaylar onu güldürürdü.
Bir gün, İstanbul Maarif Müdürlüğünün merdivenlerini çıkarken, duvara çakılı büyük, rakkaslı saati tamire götüren hademe Reşatın omuzuna adamakıllı bindirmiş. Ama o, can acısını hazin bir tebessümle örterek:
- Evlâdım, demiş, cep saati kullansan daha iyi edersin!
Bir aralık Mebus oldu. Ama politikacı olamadı. Meclisten çok Bâbıâli’de görüyorduk yine…
Sonra Paris’e gitti: Hem Talebe Müfettişi, hem Unesko temsilcisi olarak… Orada, başından geçen, ucuz atlatılmış pahalı bir kaza vardır:
Bir çalışma gecesinin sabahı, odasında yalnız uyurken apartımana hırsız girmiş ve yükte hafif, pahada ağır ne varsa çalmış: Reşat’ın birikmiş parasını, eşi Hadiye Güntekin’in elmaslarını…
Tahkikat yapan polis, her şeyi inceledikten sonra, ayrılırken elini uzatmış Reşat’a:
- Tebrik ederim size… Talihiniz varmış!
- Talihim mi?... Neden?
- Hırsızlığın tarzına göre bu bir zencidir. Gündüz, kapıdan girer onlar. Gözleri gayet pek olur. Eğer uyansaydınız, eğer karşılaşsaydınız, sizi bir daha ayılmamak üzere nakavt ederdi!
Reşat, yalnız eserlerinin ikinci, üçüncü baskısını görmüş büyük bir romancı, bir hikâye ustası değil, ince bir mizah yazarı idi de. Akbaba’da çok emeği vardır: Hem asıl imzası, hem Ağustos Böceği, Ateş Böceği imzasiyle çeşitli konular üstünde hünerle kalem oynatmıştır. Bunların arasında Balta isimli büyük hikâyesi, bence onun en başarılı eserlerinden biriydi.
Reşat Nuri’nin hizmeti, yalnız bir roman, bir hikâye mimarı olmakla da kalmaz. Çalıkuşu, güzel Türkçemizle her duygunun dile getirilebileceğini de isbat etti. Sonra, yine Çalıkuşu, sayısı on binleri aşan bugünkü roman okuyucusunu hazırlamıştır: Salon kadınından hizmetçi kıza kadar!...
Maarif ve politika arkadaşı Cevat Durdunoğlu, onu anlatan özlü bir yazısında: “Cepheye giden her subayın manevra sandığında bir Çalıkuşu vardı” diyor.
Dudaktan Kalbe yazarı, yıllarca sonra, san’atinde bir dönemece gelmişti: Kalpten kafaya… Bu yeni çığır, ona eskisi kadar okuyucu kazandırmayacaktı. Ama edebiyat tarihindeki yeri eskisinden büyük, eskisinden üstün olacaktı elbet.
Bu dönüm noktası, eyvaaah, meğer bir ölüm virajı imiş!... Bu bir yerde duramıyan, şimdi bir koltuktan bir sandalyeye, şimdi bir sandalyeden bir masa üstüne sıçrayan, canlı, çevik adamın ansızın o ıslak, o karanlık, o sonsuz çukura yuvarlanacağı hiç aklıma gelmezdi.
Benim zavallı, zavallı, zavallı Çalıkuşum!