"Yazarın bir görevi de canlı tanık olarak tarihe bir not düşmek"

Reyhan Saygın: Sadece bu coğrafyanın değil, soluk alıp verebildiğimiz için bile minnettar olmamız gerektiğine şartlandırıldığımız ve her geçen gün daha da acımasız olan bu dünyanın canlı tanıklarıyız...

26 Mart 2018 13:55

Reyhan Saygın'ın Ayizi Kitap tarafından yayımlanan ikinci romanı Denizlere Çıkar Sokaklar, bir gidişin ve o gidiş ardından kalışın, zaman zaman tökezlemenin, öylece durup kalmanın ama hep tutunmak için umut etmenin güzelliğini ve direncini anlatıyor. Evet, hikâyenin merkezinde kadınlar var; kalan kadınlar ama dimdik kalan kadınlar... 

Romanın "kahramanı" Sevin’den başlayalım önce. İnsana güven hissi veren bir yanı var. Nasıl geldi Sevin size, hangi duygularla kurdunuz ya da duyurmak istediniz onun sesini?

Sevin, aslında erkek kadın fark etmeden insanın içinde var olan iyi, merhametli, sevecen, sevilmeyi uman, kırılgan ama pes etmemeyi tercih eden taraf. Hepimizin geçmişinde, ailesinde, mahallesinde Sevin gibi teyzeler vardır; koruyucu, kollayıcı, güven veren. Kurabiye yapan, evinden o koku geldiğinde size de bir parça geleceğinden emin olduğunuz. Benim çocukluğumdan böyle anılarım var. Bugün yaşadığımız karamsar ve tehditkâr ilişkiler ağında Sevin’i bulmak belki zor ama vardı biliyoruz. Hatta hepimiz Sevin olabiliriz; koruyan, kollayan, güvenilebilecek. Hangimiz bir çocuğun karnını doyurduğumuzda ya da güvenliğini sağladığımızda mutlu olmuyoruz? Olmayanlarla aynı evrende yaşamak ne kadar zor değil mi? Bu zorluğun altından ben de yazarak kalkabiliyorum.

İlk romanınız Zamansız Mevsimler ile Denizlere Çıkar Sokaklar arasında nasıl bir kan bağı, duygudaşlık var sizce?

İki romanımda da başrollerde kadınlar var. Sizin gibi, benim gibi kadınlar. Her gün benzer olaylar, farklı bakış açıları ve farklı sonuçlarla yaşanıyor. Acılarımız, üzüntülerimiz, dertlerimiz, beklentilerimiz, kırgınlıklarımız benzer. Elbette ateş düştüğü yeri yakıyor. Ama ne zaman insanın yüreğine ateş düşmüyor ki? Birbirimizin hikâyesini dinleyebildiğimizde, o aynı duyguyu yakalayabildiğimizde yükümüz hafifliyor, sanki birlikte yaşamışız, paylaşmışız gibi. Duygudaşlık, yoldaşlığa giden yolda önemli bir adım. O yüzden de ben, bizim hikâyelerimizi anlatıyorum ve anlatmaya devam edeceğim.

Ve Yusuf Taha… Bu kadar kadının arasında nasıl eşlik etti sizin hikâyenize?

Okuyucularının hayran olduğu özel biri. Ancak bu özel yeteneği ile sanki hayatın lanetlediği biri. Annesi ile olan patolojik ilişkisi hayatını zindana çevirmiş, sonları yazmaya meraklı ve kendi sonunu yazmaya hazırlanırken hayatına Sevin’in girmesi ile yaşadığı zindanda bir pencere açılıyor. Sevin aslında onun sessiz çığlığını duyuyor. Biz kadınlar biraz daha mı duyuyoruz bu sessiz çığlıkları?

Denizlere Çıkar Sokaklar, Reyhan Saygın, Ayizi KitapSokakların denizlere çıktığı bir hikâye… Ve sanki çıkmaz gibi görünen sokakların. Sizdeki duygularını merak ediyorum, özellikle de karakterlere dair; terk edilmek ve hayatta kalabilmek merkezinde karakterleriniz için neler söylersiniz?

İnsanın sahip olduğu en değerli şeyin; varlık ya da hak diyelim, yaşam olduğuna inanıyorum. Yaşam yoksa her şey bir anda mutlak boşluk haline geliyor. Yaşama tutunmak için yani düştüğümüzde tekrar, yeniden devam etmek kısaca hayata asılmak boynumuzun borcu. Ama asılmayı tercih etmiyorsak da sonlandırmak yine elimizde. Yani iki yol var. Benim tercihim asılmak, yani umudu kovalamak, mutluluğu başkasına, eşyaya yüklemeden içimizden geçen yolda, doğallıkla takip etmek. Yaşamdan geleni kabullenmek, içimdeki o devasa gücün hepimizde olduğunu bilerek zihinlerimizde yarattığımız zindanlardan sadece kendi irademiz, isteğimiz ile çıkabileceğimizi bilerek yürüdüğümde Ankara da bile denizlere çıkıyor yollar, hatta bazen ufuktan gemiler geçiyor… Benim hikâyelerimde umut, mutluluk yolundaki tüm adımların temelindeki sevginin bu hayatta sizi tekrar bulacağına olan inanç, karakterlerimi yaratıyor.

Can sanki sahiden de can veriyor, hayat veriyor hem hikâyeye hem dolayısıyla da okura… O çaldıkça sanki dünya da değişirmiş gibi…

Evet, Can da özel yetenekli bir çocuk, belki Sevin’in karşılıksız sevgisi olmasa ileride bir Yusuf Taha olacak. Aslında Can ve Sevin birbirlerine can verdikçe dünyaları aydınlanıyor ve o dünya içinde olan kim varsa bu ışıktan faydalanıyor. Okuyucuya aktarmak istediğim iyilik, dürüstlük, sevgi üzerine kurulu bir yaşamın diğer yaşamlara da yol göstereceği, sirayet edeceğine olan inancım. Bu yolun zor, kimine göre imkânsız olduğunu bilerek ancak çabalamaya değer bir yol olduğuna inanarak yazıyorum.

Tabii bir de romanın müziği var, anlatımın müziği… İster istemez insan merak ediyor yazarın kulağındaki müziği ve romandaki müziğin yazardaki yerini…

Benim takıntılı olduğum bir başka konu da kelimelerin ve cümlelerin müziği, hatta sesli okuduğunuzda bir ritmi yakalamanız. Bir şiir gibi akmalı zihninizden. Metni sanki bir libretto gibi düşünüyorum. Konu zihnimde üç boyutlu olarak canlanıyor, kişilerin sesleri hatta mimikleri beliriyor ve fonda hep bir müzik oluyor. Karakterlerim bu ritimle konuşuyor, düşünüyor, ağlıyor, rüya görüyor… Bazen bir senfoni orkestrası gibi kelimeler çıkıyor dilimden, bazen de bir kadının ağıtı gibi ilk önce benim yüreğimi delip çıkıyor, bir sese dönüşüyor kelimelerim.

Romanlarınızda kadınlar var hep. Peki, "kadın yazar olmak" desem, cümleyi nasıl devam ettirirsiniz?

Kadın yazar olmak, yazdığım kadınların sorumluluğunu sırtlanmak; sözlerini havada, başlarını eğik bırakmamak. Bizim anlatacaklarımız var, bağırmadan sesimizi yükseltmemiz ama gerektiğinde de çığlık atmamız gerekiyor. Benim sorumluluğum da o kadınların nefesi ve sesi olmak.

Hikâye anlatmak evet, peki hikâyenin nasıl anlatıldığı, yani aslında dil sizin için ne ifade ediyor?

Benim için hikâyenin kurgusu kadar önemli, hatta bazı yerlerde kurgunun önüne geçip günlerce bir cümle üzerine düşündüğüm, tekrar tekrar yazdığım oluyor. Okuyucu hikâyenin içinde gezinirken kendine rastlasın ve o anda da kendi sesini duysun istiyorum. O yüzden de uzun cümlelerden mesela uzun tasvirlerden kaçınıyorum, sade ama ahenkli bir dil, tıpkı bazen kendi kendimizle hesaplaştığımız gibi kısa ama vurucu bir anlatım olması için çabalıyorum.

Biraz da edebiyatla olan meseleniz hakkında konuşmak isterim. Ama önce okur olmak; nasıl bir okurdur Reyhan Saygın?

Edebiyatla meselem hikâyemi net aktarabilmekle alâkalı, hikâyemiz yapabilmekle. Ben de bir okur olarak diğer hikâyeleri merak ediyorum. Ünlü ünsüz, ödüllü ödülsüz hikâyeleri. Dolayısıyla beni içine alan, hikâyeye katan ve nefes nefese kaldığım tüm kitaplar benim için en değerli oluyor. Bunları bulabilmek için de çok okuyorum, yakın olduğum yazarların peşinden koşarken yenileri ile de tanışmaya can atıyorum. Tahminimden daha çok yeni yazarla tanışıyorum ve bu beni çok heyecanlandırıyor, umutlandırıyor.

Okurlukla yazarlığınız arasında nasıl bir etkileşim var?

Benim ilham kaynağım hayat. Sadece kendiminki değil, gözlemleyebildiğim tüm anlar. Ama gözlemleyemediğim, başka yazarlar tarafından gözlemlenenler de… Bir öykü, bir romandaki bir satır, bir şiirdeki bir kelime, bir haber hatta bir tweet benim için hazine olabilecek bir kaynak hâline gelebiliyor.

Yazar çağının tanığıdır. Çağınız ve yaşadığınız coğrafya sizin yazınıza nasıl yansıyor?

Evet, bu çağın da tanığı olmak bize nasip oldu! Sadece bu coğrafyanın değil, soluk alıp verebildiğimiz için bile minnettar olmamız gerektiğine şartlandırıldığımız ve her geçen gün daha da acımasız olan bu dünyanın canlı tanıklarıyız. İlk romanım Zamansız Mevsimler’de, bu tanıklığın çok ciddi ifadelerini paylaştım okuyucuyla. Eleştirenler de oldu; tek romanda hem terörist saldırı, kanser, ailenin dağılması, mülteciler hem de çocuğa cinsel istismar olur mu diye, birkaç roman çıkardı diyenler de oldu. Evet, olur! Bir gün içinde herhangi bir haber kanalında ya da gazetede, bu konulardan en az üç dört tanesine aynı anda rastlamıyor muyuz? Yazarın bir görevi de canlı tanık olarak tarihe bir not düşmek.

 

Editörün notu: Ayizi Kitap'ın internet sitesi yenilenme aşamasında olduğundan kitaplara link verilememiştir.