Romanlar kısalıyor mu?

"Kâğıda basılı dev romanların henüz nesli tükenmiş değil ama kesinlikle yok olma tehlikesi altındalar. Hiç kuşkusuz okur ve bununla birlikte okurun talebi de değişti. Okuma alışkanlıklarımız daha hızlı tüketeceğimiz metinlere yöneldi."

Dijital yayıncılığa geçince kitaplar kalın mı, ince mi önemi kalmayacak sanıyorduk; maliyetin büyük bir kısmını oluşturan kâğıt ve ciltleme masrafı olmadan sayfa sayısı önemini yitirecekti. Ve gerçekten de 2000’li yılların başında “romanlar artık daha uzun” başlıklı çok sayıda makale yayımlandı. Çevirmenler ve editörler de kitap başına –sayfa sayısı ne olursa olsun– telif alıyorlardı. Bütün bu söylediklerim dijital kitaplar için geçerliydi. Basılan kitaplar ise son birkaç yıl içinde tam tersi bir gelişme gösterdi, gittikçe kısaldılar.

Öncelikle uzun ve kısadan ne kastettiğimize bir bakalım. Bazen bu konu karışıklık nedeni olabiliyor: 7.000 sözcüğe kadar olanlara öykü, 17.000 sözcüğe kadar olanlara uzun öykü ya da novelette, 40.000 sözcüğe kadar olanlara novella ve 40.000 sözcüğün üzerinde olanlara roman denir. Geçtiğimiz yıllarda bir eserin kitap olarak basılabilmesi için 20.000 sözcük sayısı yani 100 sayfa civarında olması yetersiz bulunurdu, oysa şimdi 50-100 sayfa arası çok sayıda kitap basılıyor, üstelik bunlar şiir kitapları değil. Günümüzde en ilgi gören türler arasında uzun öykü ve novella gelmeye başladı.

Başka Mevsimler

1982 yılında Stephen King Different Seasons adıyla yayımlanan kitabının sonsözünde bir açıklama yapma gereği duydu. Rita Hayworth and Shawshank Redemption adındaki bir novella'sı tek başına yayımlansın diye yolladığı yayınevlerinden kısa olduğu için kabul edilmemişti. Yüz küsur sayfa uzunluğundaki novella bir kitap olmak için fazla kısa bulunmuştu. Bunun üzerine üç farklı novella’nın bir arada yayımlanmasına ve adının Different Seasons (Türkçeye Kuşku Mevsimi adıyla çevrildi) konmasına karar verilmiş ve sonunda 527 sayfa uzunluğunda bir kitap olarak basılmıştı bu kitap. Bu arada bir parantez açarak bu novella’ların her birinin filme çekildiğini ve özellikle Esaretin Bedeli (Shawshank Redemption, 1994) filminin çok ses getiren ve en iyi film Oscar’ına aday olan, sinemanın kült filmlerinden biri olduğunu da hatırlatalım.

1980’lerden beri yayıncılığın ne denli değiştiğini gösteren, güzel bir örnektir bu. Bugün olsa, özellikle de ülkemizde, dört novella’yı ayrı ayrı basmayı tercih ederdi yayınevleri hiç kuşkusuz. Kalın bir tek kitapta toplanmasını tercih etmeyecek okur da daha çok ilgi gösterirdi. Günümüzde basılan kitaplara baktığımızda çok sayıda 100 sayfanın altında kitap görüyoruz.

Akla gelen bunun gibi çok sayıda örnek var bugün. Marcel Proust’un üç bin sayfanın üzerinde, sekiz kitaptan oluşan Kayıp Zamanın İzinde romanından bir bölüm, zamanı az olan bugünün okurunun gözünü korkutmaması için 66 sayfalık (Kıskançlık, çev. Ebru Erbaş, Can Yayınları, 2020) ayrı bir kitap olarak basıldı. Aynı şeyin Fransa’da ve İngiltere’de de yapıldığını görüyoruz. Klasiklerden bölümler kitap olarak yayınlanıyor...

Şimdi adı duyulmamış yeni bir yazar 500 sayfanın üzerinde bir romanının basılması için girişimde bulunduğunda kitabın kalın olması sorun yaratıyor. Bunu çoğu yazardan duyuyoruz. Kitaplarının reddedilme nedeni olarak metnin uzunluğu gösteriliyor. Okurlar da tanımadıkları bir yazarın kitabı kalınsa almakta tereddüt ediyorlar. Ancak tanıdığı, daha önceden başka romanlarını okuduğu yazarlarda bu riski (!) göze alıyorlar. Yayıncılıktaki bu yeni durum romanın dilini ve anlatı tekniklerini hiç kuşkusuz etkiliyor.

Maraton

Bir karşılaştırma yaparsak, romanları maraton koşularına, öyküleri de kısa mesafe koşularına benzetebiliriz. Bir romana başladığımızda eserle uzun soluklu bir ilişkiye girdiğimizin bilincindeyizdir. Romanın kalınlığına göre bazen haftalarca sürecek bir birlikteliktir bu. Konudan saptığını, yan karakterlerle ilgili öykücüklere girdiğini düşündüğümüz bölümlerde dikkatimiz dağılır ama sonra tekrar ana temaya dönüşle bütünlük kazanır zihnimizde. Bu yüzden konuyu ve temayı, okumadığımız zamanlarda da belleğimizde tutmamız gerekir; televizyon dizilerinde olduğu gibi geçmiş bölümlerini özetini veren kısa tanıtımlar yoktur romanlarda.

Roman okumak bu açıdan belleği çalıştıran bir okuma egzersizi sunar bize. Kurgu içinde motif tekrarları metne derinlik veren en önemli şeylerden biridir, bunları hatırlamak, her seferinde nasıl dile geldiğini, başka neler çağrıştırdığını görmek romanı zenginleştirir. Bazen yazarın romanın başlarında yaptığı bir gönderme çok sonra yinelenir; bu metnin bağlantılarını oluşturan, bütünlük kazandıran bir öğedir. Roman sanatı okurdan bu bağlantıları yapmasını bekler. Okuru soktuğu dünya içinde gezdirirken daha önce gittiği yerlere götürmesi gibi görürüm ben bu motif yinelemelerini.

Çağımızın en önemli sorunlarından biri bellek oluşturamamamızdır. Günümüzde elektronik cihazların ve sunduğu nimetlerin büyüsüne kapılıp sürekli düşünme yetimizi kaybettiğimizi ilk olarak sinirbilimciler dile getirdi. İşte tam da bu yüzden özellikle birkaç ciltten oluşan destan romanları okumakta zorlanıyor bugünün okuru.

Başka bir açıdan da önemli bir durum bu, çünkü karmaşık şekillerde düşünme yeteneğini kaybetmekle yüz yüze geliyoruz. Kısacık cümlelerle mesajlaşmak ve Twitter’da olduğu gibi ekonomik bir dil kullanmak belki de derin düşünme yeteneğimizi zedeliyor.

Şimdi son yıllarda çok satanlar listesine giren klasik romanlara göz atarsak, bunların çoğunun 40.000 sözcükten kısa olduğunu görürüz. George Orwell’in Hayvan Çiftliği 30 bin, Albert Camus’nün Yabancı’sı 36 bin, Franz Kafka’nın Dönüşüm’ü 20 bin sözcük civarındadır. Çok satanlar listesinde neredeyse her hafta yer alan Stefan Zweig’ın kitapları da, örneğin Satranç yüz sayfanın altındadır.

Nesli tükeniyor mu destan romanların?

Kâğıda basılı dev romanların henüz nesli tükenmiş değil ama kesinlikle yok olma tehlikesi altındalar. Hiç kuşkusuz okur ve bununla birlikte okurun talebi de değişti. Okuma alışkanlıklarımız daha hızlı tüketeceğimiz metinlere yöneldi.

Bu durumu sadece entelektüel tembellik olarak ele almak da doğru gelmiyor bana. Her okur için farklı bir durum söz konusudur kuşkusuz, bir nesil için hâlâ romanlar –ne denli uzun ve zor olsalar da– okunacaklardır ama değişen okuma alışkanlıklarından bu çağda söz etmemiz bizi geleceğe hazırlayacaktır.

Kitapları bugüne kadar güvenilir ve değerli bilgi kaynağı olarak kabul eden okurlar vardı, artık aynı değere sahip olduğunu söyleyemeyiz. Kitabı nelerle ilişkilendirdiğimiz kesintiye uğradı, belki de geri gelmemek üzere o bağlantı koptu. Yeni bir öğrenme ve bilgi edinme formuna geçildi, romanlar da mutlaka değişimden etkileneceklerdi. Genç nesiller bilginin her an ellerinin altında olmasına alışarak büyüdüler. Bilginin akılda tutulması gerekmiyor artık onlar için. Başladıkları cümleyi bazen ellerindeki akıllı cihazın sayesinde bitiriyorlar, eksik bilgiyi tamamlıyorlar. Gündelik hayatımıza yansıyan bu yeniliklerin okuma alışkanlıklarımızı etkilemesi kaçınılmazdı.

Mississippi Üniversitesi İngiliz Edebiyatı bölümü profesörlerinden Beth Ann Fennelly roman okumanın zihni nasıl çalıştırdığını, nasıl empati kurmamıza yaradığını TED Talks’daki ilginç konuşmasında anlatıyor. Romanların sadece düşünsel olarak değil, aynı zamanda duyusal ve ruhsal olarak gelişime yaradığını kanıtlayan bilimsel araştırmalardan örnekler sunuyor. Romanların hayatımızdaki önemine değinen bu konuşmayı şuradan izleyebilirsiniz:

Elbette roman okumak sadece bize fayda sağladığı, empati yeteneğini geliştirdiği ve daha derin düşünme ve duygulanma sağladığı için değil, zevk verdiği için de önemlidir. Kısa bir metinden çok şey öğrenebiliriz ama edebiyatta daha yoğun hedonizm ancak roman okuyarak sağlanabilir.

 

 

GİRİŞ RESMİ:


Solda: Dünyanın en minyatür kütüphanesine sahip olan Jozsef Tari'nin 1972 yılından beri biriktirdiği 4.500 minyatür kitabından bir tanesi. Kitapların çoğu Macarca olmakla birlikte, koleksiyonda başka dillerde de kitaplar var.
Sağda: Stephen King'in bir novellasından sinemaya aktarılan kült film Esaretin Bedeli'nde (Shawshank Redemption, Frank Darabont, 1994) Tim Robbins.