Sürgün bir “kış ruhu”dur. Faşizmden kaçıp Belçika’nın küçük sahil kenti Oostende’de yolları kesişenler arasında özellikle iki isim öne çıkar: Stefan Zweig ve Joseph Roth
21 Aralık 2017 14:00
Ev, geçmişte kalmıştır.
Theodor W. Adorno, Minima Moralia
Edward Said, modern Batı kültürünün büyük ölçüde sürgünler, mülteciler ve göçmenler tarafından belirlendiğini öne sürer ve 20'nci yüzyılın akademik, entelektüel ve estetik düşüncesinin, muhalifleri kovmaya, bir biçimiyle onlardan kurtulmaya dayalı totaliter rejimlerden kaçan sürgünler ve mülteciler tarafından şekillendirildiğini söyler. Haklıdır; yüzyılın düşüncesini ve edebiyatını şekillendiren Beckett ve Nabokov, Auerbach ve Adorno, Brecht ve Mann gibi isimler, bu kitlesel göç çağının sadece en tanınmışlarıdır. Nitekim eleştirmen George Steiner, “[ç]ok sayıda evsiz yaratan, dilleri ve insanları köklerinden koparan, bir yarı-barbarlık uygarlığında sanat üretenlerin, kendilerinin de dilin içinde yersiz/yurtsuz ve gezgin şairleri olduğunu söylerken, 20'nci yüzyıl Batı edebiyatının sınır ve ulus-ötesi bir edebiyat olduğunu ima eder ve kuşku yoktur ki bu sürgünleri aklından geçirir. Benzer şekilde Terry Eagleton da, 20'nci yüzyıl İngiliz edebiyatının en önemli isimlerinin biri hariç – D.H. Lawrence’tır bu istisna– İngiliz olmadığını söyler; Conrad, James, Eliot, Pound, Yeats, Joyce’tan bahsetmektedir.ii
Sürgün bir “kış ruhu”dur; Said böyle tanımlar. Sürgüne dair düşüncelerini topladığı aynı adlı makalesinde, milliyetçilik ile sürgün arasındaki ilişkide Hegel’in efendi-köle diyalektiğini teşhis eden Said, zafer kazanan her milliyetçiliğin, kendini baki kılmak için son kertede hamasi bir anlatıya gerek duyacağını belirtir.iii Efendi-köle diyalektiğinin yol açtığı sonuçlar, Hegel’in –ve Nazi Almanyası’nda “siyasal kavramı”yla ünlenecek olan halefi Carl Schmitt’in– devlet aygıtının karşıtlık oluşturmak suretiyle düşman yaratmak zorunda olduğunaiv ilişkin söylemleriyle daha da pekişir. Şu halde devlet kovuşturur; sürgün ise ‘biz’i bizden olmayandan ayrıştırmaya yarayan hayalî bir sınırın ötesinde dolanıp durmaya mahkûm edilir.
Evet, bir kış ruhudur sürgün. Nitekim nasyonal sosyalizm, 1936 yazının Oostende’de geçen sıcak yaz günlerini bir anda kışa çevirecektir. Faşizmden kaçıp Belçika’nın bu küçük sahil kentinde yolları kesişenler arasında özellikle iki isim öne çıkar: Stefan Zweig ve Joseph Roth; her ikisi de Üçüncü Reich’ın Ari ırk fantezileri tarafından yerinden yurdundan edilmiştir.
1936 yılına tarihlenen Oostende’deki karşılaşmanın, bu iki ünlü yazarın dostluklarının başlangıcına tanıklık ettiği, iki yazarın ilk kez burada tanıştığı düşünülmemelidir. Daha ziyade mecburi bir istikamettir Oostende; Kuzey Denizi’ne kıyısıyla Kıta Avrupası’nın kuzeybatı ucunda yer alması, eski Avrupa’nın sonuna, Zweig’ın sonraları otobiyografisine de vereceği adla “dünün dünyası”na işaret eder. Kaldı ki Zweig ile Roth’un dostlukları biraz daha eskiye, Roth’un Salzburg’a yaptığı bir ziyaretle Mayıs 1929’a dayanır.v
Viyanalı varlıklı bir Yahudi aileden gelen Stefan Zweig ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun eyaleti konumundaki Galiçya’da dünyaya gözlerini açan Joseph Roth’un, aynı çok-uluslu yapının içine doğmuş ve Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle bu yapının dağılmasına tanıklık etmeye mecbur kalmış olmanın dışında çok az ortak yönleri vardır. Nitekim sürgünün getirdiği umutsuzlukla bezenen son eserleri Satranç ile “Aziz Ayyaşın Efsanesi”, bu durumu yansıtır. Zweig’ın öyküsünde satranç, barbarlığın saldırısına karşı kendini koruyamayan sanatın ve kültürün metaforu olarak karşımıza çıkar. Satranç, birbiriyle asla uzlaşamayacak politik duruşları, karşıt iki figür aracılığıyla yitmekte olan bir dünyanın orta yerine konuşlandırarak aslında Avrupa’nın ve Avrupalı değerlerin çöküşünü simgeleştirir. Bu uzun öykü, 1938-1941 yılları arasında Brezilya sürgününde kaleme alınmıştır ve bu süre zarfında İkinci Dünya Savaşı her geçen gün daha da yayılırken umutsuzluğu da doğru orantılı olarak artan Zweig’ın dünyaya vedası niteliğini taşır: Satranç’ın manüskrilerini üç yayıncıya birden gönderdiği günün ertesinde Zweig, eşi ve sekreteri Lotte’yle beraber intihar eder.
Nazi egemenliği karşısında Zweig, Almanya’da her şeye rağmen yayın yapılabilecek kültür kurumlarına duyduğu güveni uzun müddet korumuştu. Bu kültür kurumlarının önü çok geçmeden kesildiğindeyse yeni platformlar bulunmasında destek olacak entelektüel dayanışmaya inanmıştı. Nihayetinde direnişin ahlaki boyutu bunu gerektiriyordu ve Nazi Almanyası’nda yasaklanan yazarlara kendisi de bilfiil yardım ediyordu. Joseph Roth, bu yazarlardan biridir. Roth’un “Aziz Ayyaşın Efsanesi” adlı öyküsü, ancak Zweig’ı simgeleyebilecek türden bir hayırseverliği işler ve seçkin bir hayırsever tarafından her defasında mahvolmaktan kurtarılan ayyaş Andreas’ın ikilemini anlatır. Öykünün gerilimi, Andreas’ın iyi niyetli kararlarının her defasında yeniden alkole yenik düşmesinden beslenir. Bu, Roth’un da desenidir. Roth’un ancak ölümünden sonra yayımlanabilen “Aziz Ayyaşın Efsanesi,” “Tanrı hepimize, biz ayyaşlara, böyle rahat ve güzel bir ölüm nasip etsin!”vi temennisiyle son bulur. Ne ki bu temenni, gerçek olmaz; Roth’un ölümü, Andreas’ınkine benzemez. Yakın dostu Ernst Toller’in New York sürgününde hayatına son verdiğini öğrendiğinde Roth Paris’tedir ve zaten sallantıda olan dünyası bir anda yıkılır. Geçirdiği krizden sonra bir düşkünler evinde onu yatağa bağlarlar; çift taraflı zatürredir ve tıbbi yardımdan yoksun kaldığı dört gün boyunca, son saatleri de dahil olmak üzere, alkol yoksunluğuyla boğuşur. Daha 45 yaşında bile değildir. Roth’un ölüm haberini alan Zweig, dostu Romain Rolland’a Londra’dan şunları yazar:
“[…] eski ve aziz dostum Joseph Roth’un Paris’te öldüğüne dair şu an bir telgraf almış bulunmaktayım! Bir hafta içinde Toller ve (gerçekten büyük yazar olan, ama Hitlerciliğin ruhen çökerttiği) o. Yaşlanmayacağız bizler, biz sürülmüşler! Onu kardeşim gibi severdim […]”vii
Alkol, Roth’un eserlerinde sıklıkla karşımıza çıkan bir desendir. Avrupa edebiyatının kült romanlarından biri olan Radetzky Marşı’nda Teğmen Trotta’nın da kendini alkole verdiğini görürüz. Diğer yandan kendini ve karakterlerini alkolle uyuştursa da Joseph Roth’un kafası bir konuda Stefan Zweig’ın aksine gayet nettir: “Alman olmayan ruha karşı eylem”viii sloganıyla nasyonal sosyalist dünya görüşüne uymayan yazarların kitaplarının 10 Mayıs 1933’te Berlin’de yakılmasından birkaç ay sonra, 29 Kasım 1933’te Stefan Zweig’a İsviçre’den bir mektup yazarak şöyle seslenir:
“Şunu, aziz dostum, hâlâ anlamıyorsunuz: Almanya için siz (ben) [,] Arnold Zweig, Fischer, Viyana’da A.Z., Feuchtwanger, Thomas, Heinrich, Klaus Mann, hepimiz aynıyız, tastamam aynı Yahudi bokuyuz. Hepi topu.
[…]
Almanya bitmiştir. Bizim için bitmiştir. Bundan böyle hesaba katılamaz. Alçaklığı da asaleti de. Bir rüyaydı. Anlayın artık bunu, ne olur!”ix
Gerçekten de Roth ileriyi görmüştür sanki, olacakları öngörmüş gibidir. Çok daha erken tarihli, 23 Ekim 1930’da Frankfurt’ta bir otelden yine Stefan Zweig’a yazdığı mektupta Roth şu teşhisi koyar:
“Politika kimi tiksindirmiyor ki? Haklısınız, Avrupa intihar ediyor ve bu intiharın yavaş ve gaddar tarzı, intihar edenin bir ceset olmasından ileri geliyor. Bu çöküşün psikozla nahoş bir benzerliği var. Psikotik birinin intiharı da böyle görünür. Şeytan sahiden dünyayı yönetiyor.”x
Roth’un bahsettiği ceset, Avrupa’dır ve onun da teşhisiyle, ağır ağır intihara doğru giderken, beraberinde başkalarını da sürükleyecektir. Roth hayatına kendi eliyle son vermese de, alkol bağımlılığının onu usul usul intihara götürdüğü açıktır. Zweig da geleceğin ülkesi olarak umut bağladığı Brezilya’da intihar edecektir. Said, sürgün için eve dönmenin mümkün olmadığını söyler. Doğrudur. Geçmişte bir yerlerdedir ev; nihayetinde kış ruhunda “bahar olasılığı kadar yazla güzün pathos’u da yakın ama ulaşılamaz bir yerdedir.”xi