"Bugün size onunla tanıştığım benim için unutulmaz olan o günü anlatacağım. Belki bu mütevazı anım onun engin şairliği hakkında bir fikir vermeyecek, ama candan insanlığı hakkında sanırım bir şeyler anlatacak."
15 Aralık 2020 13:21
Şükran Kurdakul. Büyük şair…
Türkiye’nin o çalkantılı 12 Eylül döneminde özellikle bizim 78 kuşağının en çok okuduğu şairlerdendi. Şiirler içinde yatsın. 15 Aralık onun ölüm yıldönümü. 16 yıl ne çabuk geçmiş… Aslında belki de şairleri sadece doğum günlerinde anmak lazım. Bir de gökten bir yıldız kaydığında…
Bugün size onunla tanıştığım benim için unutulmaz olan o günü anlatacağım.
Belki bu mütevazı anım onun engin şairliği hakkında bir fikir vermeyecek, ama candan insanlığı hakkında sanırım bir şeyler anlatacak.
Yıl 1997. Bahar. Aylardan Nisan. Tarık’ın (Günersel) oluşturduğu Şiir Uzayı Laboratuvarı’nın Şiir Günü kutlaması etkinliği. Önceleri 3-5 arkadaş olarak 1991 yılında Tarık’ın Moda’daki evinde başlayan Şiir Atölyesi çalışmalarımız, daha sonra Günseli İnal, Lale Müldür, Mazhar Candan, Şükran Kozalı gibi şairlerin katılımıyla gerçek bir şiir laboratuvarına dönüşmüştü.
Bir başka gün 21 Mart Dünya Şiir Gününün hikâyesini ayrıca yazarım. Bu gezegende insanlar şiire ait bir güne sahipseler, aslında bunu bu topraklarda yaşayan bir avuç şaire borçlu olduklarını bilmeli.
Şiir Uzayı Laboratuvarının o dönemki en görkemli etkinliği bu şiir günü kutlamasaydı. Amacımız öncelikle Türk Pen’i tarafından böyle bir günün kabul edilmesiydi. Bunun için 21 Nisan 1997 günü İstanbul Yerebatan Sarayında küçük bir kutlama organize etmiştik. Grubumuza dair şairler şiirler okuyacaklar, böylelikle sarnıcın rutubet kokulu o egzotik ortamında tarihe 21 Nisan Şiir Günü olarak ilk notu düşecektik. (O yılın sonuna doğru, yani 1997’de Edinburg’a Türk Pen’ini temsilen bizzat giden Tarık Günersel’in öneri tebliği ile Dünya Şiir Günü kabul edilecekti. Tek farkla ki 21 Nisan yerine 21 Mart olarak.)
O zaman Türk Pen’inin başkanı rahmetli Alpay Kabacalı idi. Görevi de Şükran Kurdakul’dan devir almıştı. Bana o güne ilişkin önemli bir görev verilmişti; Pen’in halefini ve selefini, yani Alpay Beyi ve Şükran Abiyi ben evlerinden alıp getirecektim. İkisinin de Dünya Şiir Günü’nün kabul edilmesinde emekleri vardır. Önce gidip Alpay Beyi Salacak’taki evinden aldım. Alpay Bey tanıyanların çok iyi bildiği gibi, son derece nazik ve sessizdi. O ufak tefek yapısı bu mizacına çok uygun düşüyordu. Şükran Abi ise Kızltoprak’ta oturuyordu. Ona gidene kadar Alpay Bey’in ağzından birkaç sözcük koparabilmek için bayağı çabalamıştım. Dün gibi aklımda:
“Bir metni incelerken en çok neye bakarsınız?”
Cahil cesareti işte, damdan düşer gibi girmiştim konuya. Sanırım ilk anda incelemesi için hemen eline bir dosya tutuşturacağımdan korkmuştu. Yine de nezaketle yanıtladı:
“Yenilik önemlidir. Ben bu anlamda iki şeye bakarım. Bir… Türk edebiyatına yeni ne katmış? İki… Türk diline yeni ne getirmiş?..”
Bu dedikleri hiç aklımdan çıkmadı. Huzur içinde uyusun.
Sonra geldik Kızıltoprak’a. Fenerbahçe antrenman sahasına yakın bir apartmandan Şükran Abiyi aldık. Tüm haşmetiyle geçti kuruldu arkaya. Alpay Bey önde yanımda oturuyordu. Ama öyle az yer kaplıyordu ki yanına bir kişi daha rahatlıkla sığdırabilirdik. Şükran Abi ise, tek başına olduğu halde arka koltuğu olduğu gibi kaplamıştı. Dikiz aynasında bile bana yer bırakmamıştı.
Davudi, gürül gürül akan sesiyle Alpay Bey’in tersine daha ben lafa girmeden gürledi:
“Necisin bakalım sen?”
Bir bilgisayar şirketinde çalıştığımı söyledim. Nedense ortak olduğumu söylemeye korktum.
“Emekçisin yani?... Çalışanlar bu memlekette böyle cip alabiliyorlar mı artık?”
Aha, korktuğum başıma gelmişti. Şimdi ayıkla pirincin taşını. Oysa altımdaki cip, göbekten vites, ikinci el aldığım, en az on beş yaşında külüstür bir arabaydı. Bostancı-Kadıköy taksi dolmuşlarının müdavimi olarak çocukluğumdan beri göbekten vitese hastaydım. Böyle bir fırsatı yakalayınca kaçırmamıştım. Allahtan Şükran Abi bugünün sonradan görme cip kültürünü pek yaşamadı.
“Markası ne bunun?”
Kaçınılmaz bir bela kamyon gibi üstüme geliyordu.
“Şevrole…” Onun bir şey demesine fırsat vermeden hemen ekledim, “…ama 15 yaşında!”
“Oğlum şevrole bu! İsterse yüz yaşında olsun… Bizim gibi, eski tüfek!.. Değil mi Alpay?”
Alpay Bey onayladığını belli eder şekilde belli belirsiz başını salladı. İşte bu dediğinde çok haklıydı. İkisi de zorba yönetimlerin kararlarıyla ömürlerinin bir dönemi dört duvar arasında geçirmişler; ama asla pes etmemişlerdi. Hem de ilk tutuklanmalarına daha lise çağında başlamışken. Ben salvo halinde gelen sorulara yanıt vermeye çabalarken bir yandan da yola konsantre olmaya çalışıyordum. Nihayet Boğaz Köprüsü yoluna çıkmıştık.
“Peki sen ne yazar, ne çizersin, bizimle işin ne?”
“Şiir yazıyorum.” Arka koltuktaki homurtuyu duyunca yine düzeltme gereği hissettim: “Ama şair değilim.”
“Çoban mısın? Şiir yazana şair denir. Bari şiire saygısızlık etme!”
Bu lafın altından kalkamayacağımı zaten biliyordum, dikiz aynasına bakmayı denemedim bile. Artık şoför koltuğunda nasıl büzülmüşsem, Alpay Bey ile aynı seviyeye gelmiştim. Müşfik ama yine sessiz bir gülümsemeyle beni teselli etmeye çalıştı. Tam o sırada o koca tüfek, enseme arkadan koca eliyle öyle bir şamar patlattı ki, az kalsın direksiyon hakimiyetimi yitiriyordum. Aynı anda şen bir kahkaha patlatarak gürledi yine:
“Bak Alpay, bak!.. Vapura dolmuşa mahkûm olmadık. Buna şair mürüvveti denir. Ölmeden önce kaderimizde şair mürüvveti görmek de varmış.”
Enseme inen o şamardan 7 yıl sonra kaybettik onu. Alpay Bey’i de 6 yıl önce yine bir Nisan günü. Şiirler içinde uysunlar.
O günden beri ne zaman Şükran Abi’nin adı geçse, ensemde sıcacık bir usta mürüvveti…
Onu burada en sevdiğim dörtlüklerinden biriyle bir kez daha anıyorum.
Işığımın Damarları
Şu görüntüye bak, gözün gönlün açılsın
Yüreğimin kayalarını gör, umutlan.
Al alacağını ışığımın damarlarından,
Duy duyacağını, özgürlüğüne kan gelsin.
(Bir Yürekten, Bir Yaşamdan 1978-1981, Cem Yayınevi )
•