“Bizde çok sayıda bağımsız yayınevi var. İtalya’da basılan bütün kitapların yüzde ellisi küçük yayınevleri tarafından basılıyor. Ve tabii ki, bu yüzde ellinin büyük bölümü çok çok küçük ölçekli yayıncılardan geliyor. Onların kitaplarını bazen kitabevlerinde bulamıyorsunuz bile, web sitelerinden almanız gerekiyor. Yine de varlıklarını sürdürüyorlar, yazarlar keşfediyorlar, çalışıyorlar ve her yıl yeni yayınevleri kuruluyor.”
20 Eylül 2021 12:41
Merhaba Sandro, bu yılki Kıraathane Kitap Şenliği’ne katıldığınız için çok teşekkür ederim. Her iki yayınevinizi de temsilen şenliğe katılmanız bizim için şeref. Bu yıl fizikî olarak İstanbul’da olamadığınızdan, ki ümidim gelecek yıl burada olmanız, şimdi sizinle biraz iki yayınevinden de konuşalım ve bu yayınevlerini Türkiye kamuoyuna, Türkiyeli okurlara, şenliğe katılanlara tanıtmaya çalışalım. E/O ile başlayalım. Öncelikle kişisel olarak sizin yayıncılığa başlama kararınızdan ve E/O’nun kuruluşundan biraz söz eder misiniz?
E/O’nun kuruluşu 1979 senesine kadar gidiyor. Demek ki kırk yıldan fazla olmuş. Ben ve karım Sandra o zamanlar çok gençtik.
Hakikaten son derece genç olmalısınız.
Çok gençtik, ayrıca yayıncılık âleminin parçası olan ailelerden de gelmiyorduk. Yani işin içinde olmayan insanlardık. Dolayısıyla bilgi sahibi olmaksızın ve büyük bir tecrübesizlikle işe başladık. Bizi bu maceraya taşıyan şey —ki ben buna hâlâ “macera” diyorum zira o zaman kesinlikle öyleydi— ikimizin de Doğu Avrupa’ya ve Doğu Avrupa kültürlerine olan ilgimiz ve tutkumuzdu. Karım Sandra, üniversitede Rusça, Çekçe ve diğer Slav dillerini okumuştu, dolayısıyla İtalya’daki muhtelif üniversitelerin bu dillerin eğitimini veren bölümleriyle temas hâlindeydi, bu dilleri biliyordu. Bana gelince, bu dilleri bilmiyordum ama Doğu Avrupa’nın siyasetine ve iktisadî tarihine büyük ilgi duyuyordum. Tabii, sene 1979’du ve Sovyetler Birliği hâlâ ayaktaydı. Çekoslovakya, Polonya, Macaristan ve diğerleri de sistemin parçasıydı. Fikrimiz şuydu: Doğu Avrupa’da edebiyat alanında —aslında sadece edebiyatta değil, sinema ve diğer sanatlarda da böuleydi ama biz edebiyatla ilgileniyorduk— birçok ilginç eser olduğuna ve bunların Batı’da, İtalya’da pek bilinmediğine kaniydik. Pek çok önemli yazarın kitapları çevrilmemişti ya da çevrilse bile tek tük çevrilmişti. Dolayısıyla tanınmıyorlardı. Böylece büyük bir işe giriştik, İtalyan okurları Doğu Avrupa’nın edebiyat âlemiyle tanıştırmaya kararlıydık. On yıl boyunca bu yönde ilerledik. Sadece Doğu Avrupa’dan yazarları bastık.
En ünlüleri ve bizim kitaplarıyla en çok başarı kazandıklarımız arasında Christa Wolf vardı, o dönemin öne çıkan Alman yazarıydı ve bence hâlâ yirminci yüzyıl edebiyatının en büyüklerindendir. DDR’dendi. Doğu Almanya’dan. Onun Kassandra adlı kitabı —belki Türkçeye de çevrilmiştir, birçok ülkede çevrildi—Troyalı bir prensesin hikâyesidir, yani şu anda Türkiye sınırları içinde olan bir yerden söz ediyoruz. Bu kitapla ilgili çok ilginç olan şey, Wolf’un mitolojik bir karakteri yirminci yüzyıl kadınının zihniyeti ve kaygılarıyla, dolayısıyla feminizmle ve zamanın büyük sorunu olan Soğuk Savaş’la donatmış olmasıdır. Bu kitap çok başarılı oldu. Doğu Avrupa’dan bir başka yazardan daha söz etmek istiyorum, Çekoslovakyalı yazar Bohumil Hrabal.
Ah, tabii…
Siz de onu tanıyorsunuz. Hrabal gerçekten bazı büyük şaheserler yazmıştır, İngiltere Kralına Hizmet Ettim ve diğerleri gibi.
Hrabal benim gelmiş geçmiş en sevdiğim yazarlardan biri kesinlikle.
Bunu duyduğuma sevindim. Bence o dâhi bir yazar. Çok mizahi ve çok özgün. Fakat on yıl geçtikten sonra, ne oldu? 1989’a geldik, Berlin Duvarı yıkıldı. Doğu Avrupa’daki durum dramatik biçimde, tamamen değişti. Daha önce var olduğu hâliyle bir Doğu Avrupa kalmadı. Bizim yapmak istediğimiz şey, siyasi açıdan şu ya da bu tarafta olmayan yazarların Batıda tanınmasını sağlamaktı. Önemli olan yazdıklarının niteliğiydi ve ne söyledikleriydi. Bu da, o dönemin dünyasının deneyimlenmesiyle yakından ilintili bir şeydi. 1989’da bu bitti ve başka âlemlere açılmamız gerekli oldu. Dolayısıyla bir kimlik sorunu yaşadık. Doğu Avrupa edebiyatı yayıncısı olarak tanınmıştık. Artık bu geçerli değildi. Hep aynı görme biçimiyle, farklı yönlere gitmeye karar verdik. Yaklaşımımız, moda olduğu için ya da edebiyat ajanları önerdi diye belirli kitapları basmamaktı. Bir edebiyatın içine girmek, onun keşfine çıkmak ve onu derinlemesine deşmek istiyorduk. Böylece değişik ülkelerden yazarları yayımlamaya başladık. Mesela Afrika edebiyatlarını ama aynı zamanda Amerikan edebiyatını da. Çok uzun zaman önceydi. 1980’lerden, ya da 1990’lar diyelim, 1990’lardan söz ediyorum. Fazla tanınmayan yazarları yayımladık ama sonradan tanınır oldular. Mesela, yakın bir geçmişte Nobel ödülü kazanan Alice Munro’yu bastık o zamanlar. Thomas Pynchon, Joyce Carol Oates gibi yazarları da yayımladık. Başka yollar da denedik. Mesela polisiye edebiyat yayımlamaya başladık ki, bu 1990’larda, İtalya’da yeni bir şeydi. İtalyanca çok az polisiye basılıyor, hatta çok az polisiye yazılıyordu. Biz bu işi yapan ilk yayımcılardandık. Akdeniz’e odaklandık, çünkü Akdeniz’in kendi polisiye edebiyatını geliştirmesi bize çok ilginç gelmişti. Amerikan polisiyesi değildi bu. İtalya’dan, Fransa’dan, Cezayir’den, Ortadoğu’dan polisiyeler yayımlamaya başladık.
Bu sizin İtalyan yazarları yayımlamaya ilk başlayışınızdı, değil mi? Sadece çeviri yayımlamak yerine İtalyan yazarların kitaplarını da basmaya 1990’larda başlamıştınız.
Evet, çok geç başladık buna.
Hep sadece kurmaca mı yayımladınız, Sandro? Edebiyat, kurmaca yayımlayıp, kurmaca dışı kitaplardan uzak durdunuz, doğru mu?
İşin en başında birkaç kurmaca dışı kitap yayımlamıştık ama çok geçmeden buna son verdik. Çünkü kurmaca yayıncılığında daha iyi olduğumuzu hissediyorduk ve bu alanda yoğunlaşmak istedik. Zaten bu nedenle, başlangıçta da hep belli bir yönde ilerlemeyi istemiştik. Kurmaca dışı çok önemlidir ama bambaşka bir âlemdir.
Kesinlikle öyle. E/O’ya tekrar sözü getireceğim ama şimdi biraz Europa’ya geçelim. Europa Editions 2005’te yine siz ve karınız tarafından kuruldu. Yine tam anlamıyla bir aile işi. Bir yandan Roma’daki yayınevinizi devam ettirirken niye bir başka dilde, İngilizcede kitap basmaya, merkezi New York’ta olacak bir yayınevi kurmaya karar verdiniz?
E/O’yu kurarken ve farklı genre’ların, alanların keşfine çıkarken niyetimiz neydiyse burada da aynısıydı: Keşfe çıkmak. Burada farklı bir keşif söz konusuydu. Yeni bir kitlenin, yeni bir okur kesiminin keşfine çıkmak istedik. Amerikan okurlarının, sadece Amerikalıların da değil, İngilizce okuyanların keşfi. Tabii ki, İngilizcenin çok bilinen bir dil olması ve bu dilde pek çok okur olması bizi motive ediyordu; teorik olarak büyük bir piyasaydı. Bu da bir sebepti. Ama bundan daha önemlisi, keşif yapmak istememizdi. Söylediğiniz gibi, 2005 senesiydi ve ABD’de basılan kitapların sadece yüzde 3’ü çeviri kitaplardı. Yani çevirilerin geneldeki oranı çok düşüktü. Bu iyi bir şey değil. Biz Amerikalı okurların farklı dünyalara, farklı edebiyatlara bu kadar kapalı olduğunu düşünmüyoruz.
Haklısınız, bu çok doğru.
ABD’nin editörlük sisteminde çevirilerin yayımlanmasını durduran bir şey var. Ve bence düşüncemiz doğruydu. Böylece oraya gitmeye karar verdik. ABD hakkında çok fazla şey bilmiyorduk. Oraya gittik ve bir dağıtım şirketi bulduk, bizimle çalışacak insanlar bulduk. İki üç yıl yayınevinin kuruluş hazırlıklarını sürdürdük. Şunu da söylemeliyim ki, oradakilerin büyük çoğunluğu bizimle çok caydırıcı konuşuyorlardı. “Delisiniz; niye bu işe giriştiniz? Burada çeviri edebiyata yer yok” diyorlardı. Aslında, doğru değildi bu. Bence biz haklıydık. Dünyanın her yanından edebiyat yayımlamaya başladık ve büyük başarılar elde ettik. Bu konuda son bir şey daha söylemeliyim. Bir getto gibi görünmek istemiyorduk. Küçük, niş, sadece ABD’nin doğu kıyısında veya Kaliforniya’da yaşayan ve bu tuhaf edebiyat çevirilerini okuyan özel insanlara hitap eden bir yayınevi olmak istemiyorduk. Bunu istemedik. Bunun için İngilizce yazan yazarların kitaplarını da basmaya başladık. Amerikalı, Britanyalı, aynı zamanda Avustralyalı ya da başka ülkelerden İngilizce yazanları da yayımladık.
Dediğiniz gibi, ABD piyasasında çok hızlı biçimde çok başarılı oldunuz. Ben eskiden orada yaşardım ve sizi tanımadan, yayınevinizin ününü duymadan çok önce Europa kitaplarının ABD’deki kitabevlerinde öne çıktığını, Avrupa’nın her yanından çok parlak yazarların —tabii bazı Amerikalı ve Britanyalı yazarlar da vardı ama daha ziyade Avrupalıların— orijinal dilinden doğrudan okuyamadığım kitaplarının sizin çok güzel, her zaman rengârenk kapaklarınızla karşıma çıktığını hatırlıyorum. ABD’de ve aslında Birleşik Krallık’ta da büyük kitabevlerinde, kocaman özel masalar görürdüm, üzerleri sadece Europa kitaplarıyla kaplı olurdu. Zira o zamanlar siz bu Avrupalı yazarları çeviren tek yayıncıydınız. Şunu da söylemeliyim; şimdi şenliğe katılanlar arasında Graywolf ve New Directions gibi sizin yaptığınızı yapma çabasında olan, giderek daha fazla çeviri yayımlayan bağımsız yayınevleri de var. Yine de ne yazık ki büyük ABD piyasasında bir azınlık onlar. Fakat size şunu sorayım: Dediniz ki insanlar, “Bu işin yeri burası değil” diyerek sizi caydırmaya çalışıyormuş. Peki, sizin kitaplarınızın İtalyan piyasasında gördüğü kabul ile ABD ve Birleşik Krallık’ta gördüğü kabul arasında nasıl bir fark var? Okurların zevki birbirinden farklı mı?
Öyle olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte, neredeyse sıradan, banal bir söz olacak ama iyi edebiyatın her yerde iş yaptığı da doğrudur. Napoli’den çıkma kitaplar, Elena Ferrante’nin kitapları, ABD’nin Orta-Batı bölgesinde de, dünyanın her yanında da İngilizce okunuyor, şimdi birçok başka ülkede de. İnsanların, okurların hikâyenin geçtiği ortamı veya ülkenin tarihini, bu örnekte İtalya’nın ya da İtalya’nın güneyinin tarihini mükemmel derecede iyi bilmesi gerekmiyor. Eğer karakteri, hikâyeyi, üslûbu ikna edici bulurlarsa nihayetinde farklı okurların kitaba tepkisi o kadar da farklı olmuyor. Ancak bu genel olarak böyle. Bununla birlikte, arada farklar olduğu konusunda siz haklısınız. Farklar var. Bugün hâlâ sadece ABD’de de değil, özellikle de Birleşik Krallık’ta okurlar yabancı edebiyat çevirilerine kapalılar, mesela İtalyanlara kıyasla böyleler. Kafaları daha karışık, hikâyeler onları kolay ikna etmiyor. Bunu daha ziyade cinema d’essai (deneysel sinema) kültürüne benzetiyorum ben. Bu edebiyatların çok özel elitler, çok özel birikim ve kültür sahibi kişiler için olduğunu düşünüyorlar. Bence bu doğru değil ama kitaplara gösterilen ilk tepki biraz böyle oluyor. Bir başka farklılık da kitapların tasarımına ilişkin. Siz, kitaplarımızın renkliliğinden söz ettiniz. Bu görünümümüzü korumakta epey zorluk yaşadık. Sonunda bu kapaklar pek çok insan tarafından çok sevildi. Bence çeviri edebiyatı okumaya biraz da, Amerika ve Britanya’dakilerden farklı olan bu tasarım sayesinde başladılar. Ama başlangıçta bu konuda bazı şüpheler vardı. Olumlu anlamda bir başka farklılık da şu: Özellikle ABD’de bence çok iyi olan şey, kitap incelemeleridir, edebiyat eleştirileridir. Genel olarak, bu eleştirilerin İtalya’dakilerden daha ciddi olduğu söylenebilir. Ve bu ciddiyet ödüllendiriliyor da, çünkü oradaki insanlar eleştirmenlere daha çok güveniyorlar. Dolayısıyla, New York Times’da, kamusal radyo yayıncılığı yapan NPR’da, New Yorker’da iyi bir kitap incelemesi ya da buralarda birkaç iyi yazı çıktıysa yarattığı farkı görüyorsunuz. İtalya’da bu pek olmuyor. İyi yazılar çıksa bile bu, söz konusu kitabın iyi satacağı anlamına gelmiyor.
Kesinlikle. Bence de ABD’de çok yerleşik ve saygın bir kitap eleştirisi geleneği var, bu neredeyse kendine has bir sanat biçimi ve tabii bu işi yapan çok kişi var. Elena Ferrante’den bahsettiniz, size onu sormak istiyorum, çünkü bu isim sizin yayınevinizi —iki yayınevinizi birden, hem Europa’yı hem E/O’yu— çok görünür kıldı. Napoli Kuarteti’yle ve diğer kitaplarıyla “çok satan” bir yayıncıya dönüştünüz. Bir yayıncı olarak sizin için “Ferrante’den önce / Ferrante’den sonra” diye bir ayrım yapılabilir mi? Okurlar, satış rakamları, tanınma anlamında Ferrante ile birlikte hayatınızda ne değişti?
Evet. İtalya’da yayıncılığa 1979’da başladığımızı söylemiştim. Yirmi yıl boyunca ticarî bakiyemiz hep eksideydi. Zarar ediyorduk. Her yıl zarar ediyorduk. Kitaplarımızla bazı başarılar yakalamış olmamıza rağmen böyleydi bu. Çok zordu, bağımsız yayıncılık zor çünkü. Giderek daha da zorlaşıyordu. Yirmi yıl bizim için çok zor geçti. Sonra 2000’li yılların başında daha büyük başarılar elde etmeye başladık. Mesela Amerikalı yazar Alice Sebold’un Lovely Bones [Türkçeye Cennetimden Bakarken adıyla çevrildi] kitabını basmıştık; kitap çok büyük başarı kazandı. Sonra Fransız yazar Muriel Barbery’nin ABD’de bile çok başarılı olan Kirpinin Zarafeti kitabını, İngilizcede, esasen de ABD’de iki milyondan fazla sattık. İtalya’da bile bir milyondan fazla sattık bu kitabı. İktisadî durumumuzun değişmeye başlaması böyle oldu. Yatırım yapabilmek ve değişebilmek için yeterli paramız olmaya başladı, ki yayıncılıkta bunlar da önemli elbette. Sonra Ferrante geldi. Aslında Ferrante yavaş başladı. İlk Elena Ferrante romanını 1992’de yayımlamıştık; o bizim ilk İtalyan yazarlarımızdan biriydi. Kitap Belalı Aşk idi. Bu kitabın biraz ün kazanması yıllar aldı. Yıllar, yıllar geçmesi gerekti. Filmi yapıldı. Sonra bir roman daha yazdı, Sen Gittin Gideli. Onun da filmi yapıldı. Başarısı artıyordu ama gayet yavaş bir şekilde. Sonra 2010 yılında… ki o sırada kendisi İtalya’da artık meşhurdu ve biz onun İngilizce de yayımlamıştık ama yine de bu kadar büyük değildi.
Fenomen değildi…
Evet, fenomen olmamıştı. İlk cildi yayınladık, adı neydi…
Kuartetin ilk cildini…
“L’amica geniale!”
Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım.
Evet, doğru, “Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım.” Ve bu çok büyük oldu. Daha önce İtalya’da başarı kazanmıştı, fakat ABD’nin ve Birleşik Krallık’ın, özellikle de ABD’nin farkı şu: ABD’de başarı kazanırsan onların bunu çok çok büyük bir şeye dönüştürmek yönünde bir zihniyeti ve alışkanlığı var. Böylece bir “Ferrante Ateşi” başlattılar. Herkes bu kitabı okudu. Michel Obama okudu, Hollywood’un büyük yıldızları okudu vesaire. Herkes bu kitabı okuyor ve sözünü ediyordu. Sonuçta uluslararası bir fenomene dönüştü. Ama samimi ve açık söylemek gerekirse, kitap İtalya’da zaten çok önemli bir yerdeydi.
Bence harika kitaplar. Kuartet öyle ve ben (Ferrante’nin) diğer kitaplarını da seviyorum. Son kitabını da çok sevdim. Biraz ilerlemek istiyorum. Yirmi yıl boyunca zarar ettiğinizi söylediniz. Bu, Türkiye’de bağımsız yayıncılık yapan çoğumuza gayet tanıdık geliyor. Bazı yayıncılar daha iyi durumdalar ama yayınevlerinin çoğu gelirini giderine denkleştirmekte zorlanıyor. Ben üst üste iki yıl Roma’daki bağımsız yayıncılar kitap fuarına katılma fırsatı buldum. Più libri più liberi’ye. Bunu söylemek hoşuma gidiyor. “Daha fazla kitap, daha fazla özgürlük” anlamına geliyor, değil mi? Oradaki manzara çok etkileyiciydi. Görünüşe göre, İtalya’da o kadar çok sayıda bağımsız yayıncı var ki! Düzinelerce ve düzinelerce. Bağımsız yayıncılığın kendisi muazzam bir sektöre dönüşmüş durumda. Burada da sektör büyüyor, fakat ben İtalya’daki kadar çok, başarılı ve kendi içinde çeşitliliği olan bir bağımsız yayınevleri topluluğuna başka ülkelerde rastlamadım. Bunu çok etkileyici buluyorum. Size genel olarak İtalya’daki bağımsız yayıncılıkla ilgili şunu sormak istiyorum, zira orada devasa büyüklükteki bazı şirketler de yayıncılık yapıyor: Nasıl bir rekabet içindesiniz?
Söylediğiniz doğru. İtalya, kendi içinde çeşitliliğe sahip geniş bir bağımsız yayıncılığın var olduğu benim dünyada bildiğim birkaç ülkeden biri. Az önce değindiğiniz “Più libri più liberi” tarzında bir fuar dünyada sadece İtalya’da var. Bu yalnızca bağımsız yayınevlerine açık bir fuar ama gayet büyük. Bizde çok sayıda bağımsız yayınevi var. İtalya’da basılan bütün kitapların yüzde ellisi küçük yayınevleri tarafından basılıyor. Ve tabii ki, bu yüzde ellinin büyük bölümü çok çok küçük ölçekli yayıncılardan geliyor. Onların kitaplarını bazen kitabevlerinde bulamıyorsunuz bile, web sitelerinden almanız gerekiyor. Yine de varlıklarını sürdürüyorlar, yazarlar keşfediyorlar, çalışıyorlar ve her yıl yeni yayınevleri kuruluyor. Ne yazık ki bazıları da kapanıyor. Çünkü çok zor. Rekabet çok sert. Zira bizde çok büyük çaplı gruplar da bu işi yapıyor. Mesela İtalya’da şöyle bir problemimiz var: Bu büyük grupların kendi kitabevi zincirleri var ve tabii o kitabevlerinde sadece kendi kitaplarını satmıyorlar ama kendi kitaplarına ayrıcalık sağlıyorlar. O kitabevlerine girmek zor. Bazen o kitabevlerinde kitabınızın iyi bir yerde görünebilmesi için para ödemeniz gerekiyor. Bu da küçük yayıncılar için çok zor. Fakat aynı zamanda çok yaratıcı işler de yapılıyor. Çok sayıda bağımsız yayıncı var. E/O İtalya’da Adelphi ve Sellerio’dan sonra üçüncü büyük bağımsız yayınevi ama bizden sonra gelen pek çok bağımsız yayıncı var. Belki İtalya’da yayıncılığın diğer ülkelerdeki kadar tek şehirde yoğunlaşmamış olması da önemli. Her şey Milano’da değil. O büyük gruplar Milano’da, tabii. Ama İtalya’nın her yanındaki küçük şehirlerde yayıncılar var ve orada var olmaları daha kolay. Belki biraz izole durumdalar, fakat satın alınma, büyük gruplara entegre edilme riskleri daha düşük. Sanırım bu da İtalyan yayıncılık âleminin çeşitliliğini, çok renkliliğini açıklayan bir şey.
İtalya’daki bu durumun çok cesaretlendirici olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de sizin bu şenlikte olmanız bizim için şans. Kıraathane Kitap Şenliği de sadece bağımsız yayınevleri için bir şenlik, fakat tabii Roma fuarından çok daha küçük boyutlu. Son soruya geldik zira zamanımız doluyor. Size bu sezonu sormak istiyorum. 2021, 2022’de İtalyancada ve İngilizcede sizi heyecanlandıran kitaplar neler? Öne çıkardığınız yazarlar, romanlar, hikâyeler hangileri?
Önce kısaca şunu söyleyeyim. Son yıllarda yayınevlerimizle ilgili en önemli gelişme, otuz üç yaşındaki kızımız Eva’nın bizimle tam zamanlı çalışmaya başlaması oldu. Eva şimdi Birleşik Krallıkta, Europa Editions’ın oradaki şirketini yönetiyor. Bazen Roma’dan da çalışıyor ve kataloğumuzdaki yazarların hepsiyle ilgileniyor. Eva’nın ve onun kuşağından birkaç kişinin yayınevimizde çalışmaya başlaması, kataloğumuzun genişlemesini sağladı. Yeni yazarların, daha genç yazarların kitaplarını basmaya başladık. Aynı zamanda farklı genre’ları, farklı türde edebiyatları da yayımlıyoruz artık. Mesela fantastik edebiyat. Eva, “Harry Potter kuşağı”ndan geliyor; fantastik edebiyat o kuşak için çok önemli. Biz de fantezi ve benzeri türlerde kitap basmaya çalıştık, daha önce bunu yapmıyorduk ve bu kitaplarla başarılı olduk.
Bir de Uzakdoğu’dan, Japonca ve Çinceden kitaplar basıyoruz. Eva, Japon edebiyatıyla çok ilgileniyor. Japon yazar Mieko Kawakami’nin Göğüsler ve Yumurtalar adlı romanını bastık. Japonya’da çok popüler ama aynı zamanda hem İtalya’da hem ABD’de ilgi gördü. Bu arada, Sandra ve ben de işimize devam ediyoruz elbette. Mesela, bu yıl elde ettiğimiz en büyük başarı, muazzam bir başarı, yine bir Fransız yazarla oldu. Adı Valérie Perrin. İkinci kitabı “Çiçekler İçin Taze Su”yu bastık ve şimdi üçüncü romanını yazdı. Bu kitaplar büyük satış rakamlarına ulaştılar. Psikolojik ve daha geleneksel romanlar bunlar. Fakat özgün bir yönleri de var. Biz her zaman buna çalışıyoruz. Yayıncıların keşfe çıkması ve okurlara hep yeni tecrübeler sunmaya çalışması gerektiğine inanıyoruz. Değişiklikler olmalı, öyle değil mi? Bence bunu yapmayı denememiz önemli. Ayrıca yakın geçmişte çok önemli bir Türk yazar olan Ahmet Altan’ı da yayımladık, çok güzel bir romanını bastık. Aynı zamanda onun Osmanlı Kuarteti’ni de basıyoruz.
Belki bu konuşmanın dipnotu olarak şunu söyleyebiliriz. Siz Ahmet Altan’ın Hayat Hanım romanının, İtalyanca adıyla Signora Vita'nın dünyadaki ilk yayıncısı oldunuz.
Evet, galiba dünyada ilk biz bastık.
Türkçeden de önce.
Bu harika. Bundan büyük gurur duyuyoruz. Rekabet hevesiyle değil ama bizler birer kâşif olduğumuz için. Bunu yapmayı çok seviyoruz. Bunu ilk kez yapmıyoruz. Ahmet Altan’la bunu yaptık ama yıllar önce de yapmıştık. Size kısaca bir hikâye anlatmak istiyorum; eski ve çok sevdiğim bir hikâye: Doğu Avrupalı yazarların kitaplarını basarken Polonyalı bir yazarımız vardı. Onu çok severdik. Artık yaşamıyor. Adı Kazimierz Brandys. “Rondo” diye bir roman yazmıştı. Polonya’da askerî darbe olmuştu Dayanışma hareketine karşı. “Rondo”nun Polonyalı yayıncısı bu darbeden sonra kitabı Polonya’da yayımlamaktan korktu. Dolayısıyla yayına hazırlanmış, dizilmiş kitabı küçük bir paketin içinde bize yolladı. Biz de bu kitabı bastık. Kitap dünyada ilk olarak İtalyanca çıktı. Ve yıllarca Polonya’da basılamadı. Bu 1981 yılında oldu. Tabii, sonradan bir şeyler iyi yönde değişti ve nihayet kitap kendi ülkesinde de basılabildi.
Size bugün bize verdiğiniz bir kelimeyle veda etmek istiyorum. O kelime “keşif.” Yayıncılığın ve özellikle de bağımsız yayıncılığın çok önemli bir kısmını “keşif” oluşturuyor. Sandro, dijital ve uzaktan bile olsa, bu yıl bizimle Kıraathane Kitap Şenliği’nde olduğunuz için size çok teşekkür ederim. Ümit ediyorum ki sizi yakında İstanbul’da göreceğiz. Ailenize de saygılarımı iletin lütfen.
Çok teşekkür ederim. Sizi İstanbul’da görmek için sabırsızlanıyorum. Hoşçakalın.
Ciao.
Ciao.
çeviren: YASEMİN ÇONGAR
•
Kıraathane İstanbul 2021 Kitap Şenliği'nin dijital katılımcılarından ikisi olan E/O ile Europa Editions yayınevlerinin yöneticisi Sandro Ferri ile yapılan söyleşiyi Kıraathane İstanbul'un Youtube kanalında da izleyebilirsiniz.