Çok ama çok satmak... Paranın olduğu yerde mantık aramayalım, peki ama kitabı nerede arayalım? Çok satan mı, hep satan mı? Sorular, acı ama gerçek yanıtlar ve piyasa şartları derken nasıl bir dünya içerisindeyiz, bir bakalım...
11 Mart 2015 18:00
Kitapların ticari mi yoksa edebi mi olduğu, okurların ve yayıncıların asla tartışmaktan bıkmadığı bir konudur. Kimine göre çok satan bir kitap nitelikli değildir. Elbette yayıncısına sorarsanız en çok satan ve en çok basılan kitap adeta dünyanın en iyi kitabıdır, hem de sadece bir süreliğine değil. Yayıncı, aradan yıllar geçse bile, artık kimsenin adını bile hatırlamadığı o kitabı düşünüp, “ne satmıştık ama!” diyerek anmaktan kendini alamaz. Rekabetçi kitap piyasasında nicelik nitelikle doğru orantılıdır, ama bundan en çok çeken de, bir türlü iyi kitap çıkmadığından ya da çıkan kitapların nitelikli bir baskıyla, çeviriyle yayımlanmadığından yakınan okurlardır. Yazarlar ise bu iki grubun ortasında kalır. Hem nitelik hem de nicelik önemlidir bir yazar için. Ne yazık ki bestseller listelerinde yer almaya başladığı anda bir grup okurunu kaybetme ihtimali vardır, ama daha fazlasını kazanmış da olabilir. Gerçi kitabın satıldığı, okunduğuna işaret etmez her zaman. Nihayetinde kitap ve para, düşman kardeşler gibidir.
Modern yayıncılık tarihi üzerine araştırmalar yapan akademisyen yazar John Sutherland, Bestsellers adlı metninde, seri üretimin ilk iki nesnesinin kitap ve para olduğunu hatırlatıyor. Darphaneler ve matbaalar olmasa, modern dünyanın böyle şekillenemeyeceğini iddia ediyor. “Bestsellerizm” dediği zihniyetin ana fikrinin “Şimdi istiyorum” cümlesinde yattığını ekliyor. Elbette iki taraflı bir cümle bu. Bugün Türkiye’deki yayıncılık dünyasında da tanık olduğumuz gibi, bu cümleyi hem yayıncı hem de okurlar kuruyor. Çevirmenler ortalama iki ayda kitap tercüme etmek, editörler de en geç 3-4 hafta içinde yayına hazırlamak zorunda kalıyor bazı eserleri, çünkü Sutherland’in de kitabında belirttiği gibi, “haftaya olmaz”, kitap bugün satılmalı yayıncı için. Aynı şekilde o kitabı bekleyen ve dünyayla aynı anda okumak isteyen okurlar da şimdi alıp okumalılar kitabı, hatta filmi gelmeden önce okumalılar mümkünse.
Geçtiğimiz aylarda Türkçede yayımlanan Dünyanın En İyi Kitabı adlı kara mizah romanı, bir yandan “kitap içinde kitap” okumaktan hoşlananlara hitap ediyor, ama diğer yandan da “bestsellerizm” zihniyetini yerden yere vurarak yazarlara, editörlere, telif ajanslarına, yayınevi patronlarına, eleştirmenlere bir ayna tutuyor. “Dünyanın en iyi kitabını yazmak mümkün mü?” sorusuna ironik bir şekilde yaklaşan İsveçli yazar Peter Stjernström bu romanda, ideal bir bestseller kitabın nasıl olması gerektiğine kafa yorup, sonra da yayıncısının gözetimi altında bu ütopik kitabı yazmaya koyulan alkolik bir yazarın öyküsünü anlatıyor.
Romandaki formüle göre dünyanın en iyi kitabını, daha doğrusu en çok satacak kitabını yazmanın sırrı, her türden çok satan kitapların içeriğini tek bir metinde birleştirmek. Polisiye, yemek kitapları, diyet kitapları, iş dünyası ve kişisel gelişim kitapları, aşk, macera, gizem… Hepsi bir arada. Romanın kahramanı olan yazar da bu kitabı yazmaya başlıyor ve biz de okur olarak aynı anda okuyoruz dünyanın “sözde” en iyi kitabını. Ancak Stjernström, bu öykünün satır aralarında, bize İngiltere ya da ABD’deki ve hatta Türkiye’deki yayıncılık piyasasıyla İsveç’teki ortamın hiç de farklı olmadığını gösteriyor, tıpkı şu paragrafta olduğu gibi:
“Yayıncılık camiasındakiler spekülasyon ve komplo teorileri konusunda uzmandır. İnsan asıl işlerinin kitap yayımlamak olduğunu düşünebilir: Yazarlarının kitaplarını, okurlarının çıkarını gözeterek iyileştirmek ve kitapların mümkün olan en iyi şekilde pazarlanıp satılması için ellerinden gelen her şeyi yapmak. Gerçekten de hepsi bunları olduğu gibi yapar. Ama zamanlarının ve enerjilerinin büyük kısmını alan şey spekülasyon ve komplolardır: Diğer yayınevlerinden kâr getirecek yazarları çalmayı denemek için ajanslara yağ çekmek, satış rakamları düşen yazarların daha az yazmalarını ve hatta başka yayınevlerine geçmelerini sağlamak, rakiplerinin attığı her adımı izlemek. Örneğin, başka bir yayınevi, reddettiği bir yazarın bir kitabını basarsa gardlarını almaları gerekir; o noktada yanlış retorik, kültür-sanat sayfalarında yıkıcı saldırılara maruz kalmalarına neden olabilir ve markalarının itibarı zedelenebilir. Eğer satış rakamları kötüyse mesajlarını hızla vermeleri gerekir: ‘O dosyaya doğrudan hayır dedik. Hiç ticari potansiyeli yoktu; bunu bir çocuk bile görebilirdi.’ Eğer bir başarı söz konusuysa tam tersi geçerlidir: ‘Evet, dosyayı gördük. Her zamanki gibi ilk önce bizim elimize ulaştı. Ne yazık ki o sırada oldukça karmaşık bir yeniden yapılanma sürecinin ortasındaydık çünkü sıradışı bir başarı grafiği sergiliyoruz. O sırada seçim süreci belirsizliğe sürüklendi. Ama yazarı ilk tebrik eden de biz olmak isteriz.’ ”
Görüldüğü gibi, Peter Stjernström hiç de lafını esirgeyen bir yazar değil. Hatta yayıncılık ortamını bizim pek yakından tanımadığımız İsveç’teki bir kitap fuarını da bize çok tanıdık bir şekilde anlatıyor yazar: “Winchester Yayıncılık ve Babelfish her zamanki gibi devasa stantlarını birbirlerinin yanına yerleştirmiş: Yerden tavana uzanan renkli ve gösterişli dekoru olan, janjanlı kapaklarıyla yepyeni kitaplardan oluşan birer yanardağa benziyorlar. İki yayıncı, endüstrinin kalbi olmalarını sembolize edecek biçimde ana salonun tam ortasında.”
Geçtiğimiz günlerde Türkçeye çevrilip yayımlanan ve aslında kitap düşkünlüğü hakkında bir kitap olan Kâğıt Ev’de de, Arjantinli yazar Carlos María Domínguez, Buenos Aires’teki kitap piyasasının geldiği duruma değinmeden geçemiyor. “Bir gece içinde yayınevlerinin korumasındaki rezil kitapları paraya dönüştüren, pazarlama taktikleriyle piyasaya sunulan, edebiyat ödülleri kazanan, romanları kepaze filmlere dönüşen ve kitapçıların vitrinlerini süsleyen, sergilendikçe para üstüne para kazandıran eserler”den bahsediyor yazar ve şunu da ekliyor: “Editörler iyi kitapların yokluğundan, yazarlar büyük yayınevlerinin yayımladığı ‘bok’lardan şikâyet ediyordu.”
Dünyanın En İyi Kitabı ve Kâğıt Ev, biri bir İsveçli diğeri de bir Arjantinli tarafından yazılmış bu iki kitap, aşağı yukarı on yıl arayla birbirinden çok uzak ülkelerde yayımlanmış eserler olsalar da, neredeyse aynı vahşi yayıncılık portresini çiziyor bize. Küreselleşmenin edebiyata katkısı böyle mi olmalıydı diye düşündürüyorlar. Artık her kitabevi aynı olmakla kalmadı, yayıncılar, kitaplar da mı birbirinin aynısı olmaya başladı? Bunun sebebi, arkalarında fiyatlarının yazdığı etiketleri olması mı? Bestseller uzmanı John Sutherland’in şöyle bir cevabı var bu soruya: “Paranın olduğu yerde mantık aramayın.”
Peki günümüzde durum böyleyken, acaba bundan 200 yıl önce nasıldı kitap piyasası? Bir “piyasa”dan bahsetmek mümkün müydü? Dekadan edebiyatın en önemli isimlerinden biri olan J.K. Huysmans, modern insanlığın çöküş noktasına geldiğini nasıl inkâr ettiğini, içimizdeki hayvanın/canavarın para düşkünlüğüyle, kapitalizmle nasıl daha da korkunç bir hal aldığını anlattığı klasik eseri Orada’da hayatın karanlık tarafıyla ilgili her konuya gönderme yaparken, edebiyat camiasını taşlamayı da unutmamıştı. Henüz kitabın başlarında şöyle tasvir etmişti o ortamı: “… herkesin el üzerinde tuttuğu, dağıtmış ama sonra kendini toplamış, ilgi görmeye aç, gala yemeklerinde boy gösteren, kıyafet zorunluluğu olan akşam davetleri veren, yalnızca telif haklarından ve baskılardan söz eden… paranın sesini seven insanlar…”
İlk olarak Fransa’da, 1891’de tefrika halinde yayımlanan, satanik ve mistik içeriğinden dolayı tepkiler almasına rağmen tefrika edilmeye devam edilen bu eserin, roman olarak basıldıktan sonra bazı noktalarda satışı yasaklandı. Dekadan edebiyat her zaman sorun çıkaran bir tür olmuştur ama belki de yayıncıların tepkisini çekmiş olabileceği için bu yasakta yayın camiasının da parmağı olabilir, kim bilir? Çünkü sadece edebiyat ortamına, yazarlara böyle bakmıyordu bu roman, okurlarla ilgili şunları söylüyordu: “Şimdi erkekler okumak yerine oyun oynuyor; yüksek sosyeteden olduğu söylenilen kadınlar satın alıyor kitapları; başaracak mısın çöpe mi gideceksin onlar belirliyor…”
Romanın yükseliş dönemiyle ilgili yapılan araştırmalarda, kadınların bir hedef kitle olduğuna değinilir sıklıkla. Ancak edebiyatın niteliğinin düşmesiyle beraber yayımlanan roman sayısının artması ve asıl okur kitlesinin kadınlar olmasını yorumlarken, erkek egemen bir kültürde yaşadığımızı da unutmamak gerekiyor. Kapitalizmin tüm günahlarını kadın okurların üzerine yansıtması, ilk akla gelen açıklama olabilir. Ancak kadın okurlara seslenen bestseller romanların bugün de piyasanın lokomotifi olduğu bir gerçek. Özellikle genç kızları hedefleyen Young Adult (Genç Yetişkin) bestseller’ları yayımlama misyonunu üstlenen yayıncıların kataloglarına bakmak ya da fuarlardaki stantlarını birkaç dakikalığına gözlemlemek, bunu görmek için yeterli.
Edebiyat tarihinin uzmanlarından Franco Moretti, makalelerinden birinde, 1820’ye dek roman okurunun eline ne geçerse okuduğunu, ama piyasa geliştikçe, alt türler çoğaldıkça (polisiye, bilimkurgu, spor kitapları, vs.) okurların da bir anlamda uzmanlaştığını ve 1850’lerden sonra uzmanlaşmış bu okur kitlelerini hedefleyen bir yayıncılık anlayışının yerleştiğini söyler. Bu hedef kitlelerden biri de genç kızlardır.
Kimlerin nasıl kitapları okuduğu, hangi sosyal tabakanın alım gücünün daha yüksek olduğu, hangi yaş grubunun daha çabuk karar verip kitap satın alabildiği ancak uzun ve detaylı bir araştırmanın konusu olabilir. Bestseller yayıncılığının ve piyasanın bizi getirdiği noktaya odaklanmak şu an için daha önemliyse, yine Moretti’nin hatırlattığı bir 19. yüzyıl anekdotunu asla unutmamakta fayda var, çünkü bu ayrıntı bize son 200 yıldır piyasanın değişmediğini açık bir şekilde gösteriyor. Giovanni Ragone’den alıntı yaparak şunu belirtiyor Moretti: “İtalya’da on dokuzuncu yüzyılın ilk yirmi yılında, bir önceki yüzyılda çoksatanların hemen hemen tamamı ortadan kaybolmuştu.” İşte bu noktada çoksatan kitapları bestseller, longseller ve fastseller diye ayırmak durumundayız. John Sutherland de, bugün bestseller diye kastettiğimiz şeye aslında fastseller (çabuksatan) dememiz gerektiğini hatırlatıyor. Yukarıda da söylendiği gibi, “şimdi” önemli bu piyasada, yarın değil.
Kısacası bestseller, göründüğü kadar basit bir kavram değil. İçine girdiğimizde bizi disiplinlerarası bir girdaba sokacak, nasıl bir zamanda yaşadığımızı sorgulamaya kadar götürebilecek, oldukça ideolojik, psikolojik, sosyolojik ve kültürel bir mesele bu. Hatta Dünyanın En İyi Kitabı’nda tanık olduğumuz gibi, edebi bir mesele bazen.
İlk kez 1895’te, The Bookman dergisinde bir “en çok talep edilen kitaplar” listesi yapılmasından ve 1902’de ilk kez “best-seller” kelimesinin kullanılmasından beri, edebiyat da kapitalizmin çarklarında kendine yer bulmuş oldu. Azınlıktaki okurlar istediği kadar en iyi kitabı (best) bekleyedursun, çoğunluk satan (seller) kitabı bekliyor, çünkü özellikle İngiltere ve ABD’de bu piyasaya yön veren ve dizginleri ellerinde tutan yayıncılar için, satmak ya da satmamak… işte bütün mesele bu.